EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
GENEL OLARAK DELİLLER /
a) Delillerle ilgili külli esaslar /
İKİNCİ MESELE:
Her bir şer'i delil ya
katidir ya da zannidir. Eğer kati ise, dikkate alınması konusunda bir problem
yoktur. Mesela, abdestsizlik halinden (hades) temizlenmenin, namazın, zekatın,
orucun, haccın, iyiliği emir, kötülüğü yasaklamanın, birlik olmanın, adaletin
vb. gerekliliğini ortaya koyan deliller gibi.
Eğer zanni ise, ya kati
olan bir aslı vardır ya da yoktur. Eğer kati bir aslı var ise, aslı gibi o da
muteberdir. Eğer böyle bir aslı yoksa, o zaman araştırmak gerekecektir ve hemen
onun kabul edileceğine dair söz söylemek doğru olmayacaktır. Ancak bu kısım da
ikiye ayrılmaktadır:
a) Başka bir esasa ters
düşen zanni deliL.
b) Ne başka bir esasa
ters düşen ne de uygun düşen zanni deliL. Böylece tamamı dört kısım olmaktadır.
Birinci kısım: Bu kısmın
açıklamaya ihtiyacı yoktur.
İkinci kısım: Yani kati
bir aslı bulunan zanni kısım. Bu tür zanni delillerle amel etmek konusu da açık
olmaktadır. Vahid haberlerin tümü bu kabildendir. Çünkü bunlar Kitab'ın beyan.ı
kabilindendirler. Zira Yüce Allah şöyle buyurur: "Sana da insanlara
gönderileni açıklayasın diye Kur'an'ı indirdik" [Nahl 44] Mesela, abdest
ve gusül taharetlerinin, namazın, haccın vb. şekillerini gösteren ve Kitap'ta
mücmel olarak yer alan hususları açıklayan hadisler bu kabilden olmaktadır.
Keza birçok alış-veriş türlerini, ribayı vb. yasaklayan hadisler de bu türden
olmaktadır. Çünkü bunlar sonuç itibarıyla Allah'ın şu buyruklarına çıkarlar:
"Allah alış-verişi helal, ribayı ise haram kıldı" [Bakara 275];
Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin" [Nisa 29] Vahid haber
şeklinde nakledilen ve daha başka beyan çeşitleri içeren hadislerle, mütevatir
olmakla birlikte delaleti kati olmayan hadisler de yine bu kabilden olmaktadır.
Mesela, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] "Zarar ve zararla mukabele yoktur"
hadisi de böyledir. Çünkü o, bu anlamda mevcut bulunan kati bir aslın altına
girmektedir. Çünkü doğrudan zarar vermek ya da zarara zararla mukabelede
bulunmak şer'iatın hemen her konusunda hem külli kaidelerde hem de cüzi
uygulamalarda yaygın olarak ele alınır ve yasaklanır. Mesela: "Haklarına
tecavüz etmek için onları zararlı olacak şekilde tutmayın" [Bakara 231],
"Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın"[Talak 6];
'Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan baba da çocuğu ndan dolayı zarara
sokulmasın"[Bakara 233] ayetleri bunlardandır. Bu meyanda olmak üzere
cana, mala ve ırza karşı tecavüzde bulunma, öfke, zulüm ve başkalarına zarar
verme ya da zararla mukabele anlamı taşıyan herşey yasaklanmıştır. Bunun
altına, cana, akla, nesle ya da mala karşı işlenen cinayetler de girer. Zararın
ve zararla mukabelede bulunmanın yasaklanmış olması, şer'iatta en küçük bir
kuşku ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde son derece genel bir mahiyet
taşır. Vahid haberleri incelediğimizde onların hep böyle (kesin bir esasa
dayalı) olduklarını görürüz.
Üçüncü kısım: Yani kati
olan bir esasa ters düşen ve muteberliğine dair kati bir aslı da olmayan zanni
delil: Bu tür delillerin reddedileceğinde kuşku yoktur. Buna iki husus
delildir:
a) O şer'iatın
esaslarına ters düşmektedir. Onun esaslarına ters düşen sahih olamaz. Çünkü o
bu haliyle şer'iattan değildir. Şer'iattan olmayan birşey de nasılondan
sayılabilir?
b) Onun sahihliğine
tanıklık edecek bir unsur bulunmamaktadır. Böyle birşey ise dikkate alınamaz ve
itibardan düşer. Bu kısma, garib :münasib bahsinde şunu örnek gösterirler: Bir
kimse zıhar yaptığında keffaret olarak önce bir köle azad etmesi gerekir. Eğer
buna gücü yetmiyorsa iki ay peşi peşine oruç tutmak zorundadır. Şimdi böyle bir
kimseye daha baştan iki ay peşi peşine oruç tutabileceğine dair fetva vermek bu
kabilden olmaktadır.
Bu kısım iki nevidir.
a) Kati bir esasa
muhaliftir ve bu durumda mutlaka reddi gerekir.
b) (Muhalefetin) zanni
olması ancak bu zannın ya zanni delil yönünden ya da esasın kesinliğinin
tahakkuk etmemiş olması açısından gelmesi. Bu konu müctehidlerin üzerinde
durduğu bir noktadır. Ancak burada sabit olan şudur: Zanninin kati olan bir
esasa muhalefeti, zanniyi mutlak surette itibardan düşürür ve bu konu üzerinde
ihtilaf bulunmamaktadır.
Her ne kadar ilk bakışta
öyle gözükmese de, zahiri mezhebi aslında bu esası destekleme noktasına çıkar. Çünkü,
herkesin ittifakıyla şer'iatta ihtilafve çelişki yoktur."Eğer o Allah'tan
başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı" Eğer bu nokta
sabitse -ki öyledir-, zahiriye göre bir nassın başka nassa ya da kaideye
muhalif olarak gelmesi durumunda çelişkiden bahsedilmez. (Teşri sırasında)
masIahatların dikkate alındığı görüşünden hareket edildiğinde; zahiriye göre,
muhalifte, diğerinde bulunmayan bizce bilinen ya da bilinmeyen başka bir
maslahat vardır. (O yüzden de onu gerektiren delil gelmiştir.) MasIahatın
dikkate alınmadığı görüşünden hareket ettiğimizde ise durum daha da açık
olacaktır. Çünkü Şari' Teala dilediği gibi emir ve yasakta bulunabilir. Bu
durumda her türlü takdire göre de iki muhalif arasında çelişkiden söz edilemez.
Bu nokta anlaşıldı ise
şimdi şunu arzedelim: Alimler, haberler bahsinde bir mesele ortaya atmışlar ve
üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Meselenin aslı şu bizim anlattıklanmıza
çıkmaktadır. Onlar şöyle demişlerdir:
Vahid haber, sıhhat
şartlarını tam olarak bulundurduğu zaman acaba Kitab'a arzedilmek zorunda
mıdır? Yoksa böyle bir mecburiyet yok mudur? İmam Şafii şöyle demiştir:
"Böyle bir mecburiyet yoktur. Çünkü sıhhat şartlarının tam olarak
bulunması ancak Kitab'a muhalif olmaması halinde mümkün olur" İsa b. Eban
ise gerekir demiş ve bu manada bir hadisi delilolarak kullanmıştır: Hadis
şöyle: "Size bir hadis rivayet edildiği zaman onu Allah'ın Kitab'ına
arzedin; eğer ona uygun olursa onu kabul edin; aksi takdirde onu reddedin"
Bu görüş ayrılığı -görüldüğü gibi- (delilin esasa) uygun olup olmadığının
tespiti noktasına çıkmaktadır. Bu konu -inşallah- Sünnet delili bahsinde
gelecek ye orada izah edilecektir.
Meselenin selef-i salihe
ulaşan dayanağı bulunmaktadır: Hz. Aişe (ra.), "Şüphesiz ölü, yakınlarının
üzerine ağlaması yüzünden azap görür" hadisini, "Hiçbir günahkar
başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan ancak çalıştığına erişir"[Necm
38-39] ayetinde belirtilen esasa ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Yine
o, İsra gecesinde Hz. Peygamberin [s.a.v.] Allah'ı gördüğüne dair hadisi,
"Gözler O'nu görmez"[En'am 103] ayetine dayanarak reddetmiştir. Bu
haber, diğer sahabilere göre reddedilmiş değildir. Çünkü bu haber, ayetle
çelişmeyen ve Allah'ın ahirette görülebileceğini ifade eden başka bir esasa
dayanmaktadır. Çünkü Allah'ın ahirette görülebileceğine dair hem Kur'an'da hem
de sünnette yer alan ve kesinlik derecesine ulaşan deliller vardır. Görmenin
sıhhati konusunda dünya ile ahiret arasında ise bir fark yoktur. Yine Hz. Aişe
ve İbn Abbas, elleri kaba daldırmadan önce yıkama hükmünü getiren Ebıl Hüreyre
hadisini 'güçlüğün ve takat üstü yükümlülüğün kaldırılmış olması' şeklinde
ifadesini bulan kesin bir prensibe dayanarak reddetmişlerdir. Bu gerekçelerini
izah sadedinde de: "Peki yalaktan (mihras) su alırken nasıl
yapacaktır?" demişlerdir. Yine Hz. Aişe, uğursuzluk hakkındaki İbn Ömer
hadisini reddetmiş ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber [s.a.v.] cahiliye
devri inanışlarından bahsediyordu. (O da onu hakikaten öyle sandı.)" Hz.
Aişe bunu yaparken hadis diye rivayet edilen bu sözün kati olan 'Herşey
Allah'ın kudret elindedir. Onun irade ve kudreti dışında hiçbirşey, birşey
yapamaz. Uğursuzluk yoktur, sirayet yoktur" esasına muhalif olduğunu
düşünüyordu. Hz. Ömer, Şam bölgesine geldiğinde, orada veba olduğu haberini
almıştı. O, muhacir ve ensarla istişarede bulundu. (Mekke) fethi muhacirleri
dışında diğerleri ihtilafa düştüler. Onlarsa Hz. Ömer'in dönmesi konusunda
görüş birliği içerisinde idiler. Ebü Ubeyde ona: "Allah'ın kaderinden
kaçmak için mi?" dedi. Bu kati olan bir asla dayanan ictihadi bir görüş
oluyordu. Hz. Ömer:
"Bunu senden
başkası söylemeliydi ya Eba Ubeyde! Evet, biz Allah'ın kaderinden, Allah'ın
kaderine kaçıyoruz" dedi. Bu görüş de, kati olan bir başka asla
dayanıyordu; çünkü sebepler de Allah'ın kaderindendi. Sonra Hz. Ömer ona bir
misalle cevap verdi ve: Ne buyurursun? Senin develerin olsa da iki taraflı bir
vadiye inseler, tarafların biri verimli, diğeri çorak olsa, verimli yerde
otlatsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan da Allah'ın
kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?" dedi, sonra da her iki aslın da dikkate
alındığını içeren veba hadisini bildirdi.
Şeriatta, bu kabilden
pek çok örnek vardır. Selefin, onları dikkate aldıklarını gösteren nakiller ise
çoktur.
İmam Malik b. Enes, birçok
yerde bu esasa itim ad etmiştir: Köpeğin yalamasından dolayı kabın yedi defa
yıkanması hadisi hakkında: "Hadis gelmiş ama, doğrusu gerçek olduğunu
bilmiyorum" demiştir. İmam bu hadisin zayıf olduğunu söyler ve şöyle
derdi: "Tuttuğu avı yeniyor. Bu durumda onun salyası nasıl kerih
görülür" Alış-veriş akdinde meclis muhayyerliği konusunda gelen hadis
hakkındaki, "Bunun bizce belli bir sınırı yok; bu doğrultuda bir teamül de
yok" sözü de bu noktaya çıkar. O bu sözüyle şöyle demek ister: Meclis,
müddet bakımından bilinmemektedir. Akit sırasında taraflardan birisi belirsiz
bir müddet muhayyerlik şartı ileri sürecek olsa icma ile o akit batıl
olmaktadır. Bu durumda, şer'iatın ileri sürdüğü bir şart gereği caiz olmayan
bir hüküm nasıl şer'iatta sabit oIabilir?
Bu haliyle o, icmaya
dayanan bir esasa başvurmuş oluyordu. Sonra, garar ve bilinmezlik kaidesi kati
olmaktadır. Bu durumda o, bu zanni hadisle tearuz halinde bulunmaktadır.
SORU: İmam Malik, temlik
konusunda meclis muhayyerliğini kabul etmiştir. Buna ne demeli?
CEVAP: Talakın garara
talik edilmesi ve meçhul durumlarda sabit 0lması mümkündür. Bu durumda
aralarında bir terslik yoktur.Alış-veriş konusu ise böyle değildir.
İmam Malik'in, "Kim
ölür ve üzerinde oruç borcu olursa, velisi onun adına tutar" ... "Ne
dersin? Şayet babanın borcu olsaydı ... " hadislerini dikkate almaması da
bu kabildendir. Çünkü bunları, "Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü
yüklenmez. İ nsan ancak çalıştığına erişir"[Necm 38-39] gibi ayetlerde
ifade edilen külli ve Kur'an! esasa ters görmüştü. Nitekim aynı tavrı Hz. Aişe
de İbn Ömer hadisi karşısında göstermişti. İmam Malik, içerisinde ganimetin
taksiminden önce deve ve koyun eti pişirilen tencerelerin devrilmesi hadisini
de, mesalih-i mürsele diye ifade ettiği güçlüğün kaldırılması esasına dayanarak
inkar etmiş ve ihtiyaç duyan kimse için, taksimden önce ganimet malları
arasında bulunan, yiyeceklerden yemesini caiz görmüştür. İbnu'l-Arabi böyle
demiştir. Hadis sabit olduğu halde, sedd-i zeria prensibine itimatla Şevval
ayında altı gün oruç tutmayı yasaklamıştır. "Sizlere ... sizi emziren süt
anneleriniz, süt kardeşleriniz ... haram kılındı"[Nisa 23] şeklindeki
Kur'ani esasa dayanarak süt emme konusunda beş ya da on defa emme gibi
getirilen şartları dikkate almamıştır. Onun mezhebinde bu kabilden daha pek çok
husus bulanmaktadır.
Bu Ebü Hanife'nin de
görüşü olmaktadır. Çünkü o, namazda kahkaha ile gülme haberini kıyas üzerine
takdim etmiştir. Zira mesele hakkında icma bulunmamaktadır. Kur'a haberini de
genel esaslara ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Çünkü esaslar kati,
vahid haber ise zannidir. Azad işi, bu köleler üzerinde yerini bulmuştur. Azad
işi yerini bulduktan sonra onun tekrar kaldırılmasınıl?- mümkün olmadığı
konusunda ise icma bulunmaktadır. Bu yüzden ilgili vahid haberi reddetmiştir.
Onlar meseleyi bu şekilde izah etmişlerdir. İbnu'l-Arabi şöyle der: Vahid
haber, şer'i kaidelerden birisine ters olarak gelecek olsa, onunla amel etmek
acaba caiz olur mu, yoksa olmaz mı? Ebü Hanife: "Onunla amel etmek caiz değildir"
demiştir. İmam Şafii ise caiz olduğunu söylemiştir. İmam Malik ise mesele
hakkında tereddüt etmiştir. Onun bu konudaki meşhur ve esas alınacak görüşü
şudur: "Eğer böyle bir hadis başka bir kaide tarafından destekleniyorsa,
onunla hükmedilir; yalnız kalması durumunda ise terkedilir" İbnu'l-Arabi,
bu izahı getirdikten sonra köpeğin kabı yalaması meselesindeki İmam Malik'in
sözümi nakleder ve şöyle der: "Çünkü bu hadis iki önemli esasa ters
düşmektedir: Birincisi: 'Onların (av hayvanlarının) sizin için tuttuklarından
yiyiniz'[Maide 4] ayeti. İkincisi: Temizliğin illeti hayattır. Bu illet ise
köpekte de mevcuttur" Araya hadisi, her ne kadar riba esası ile çatışmakta
ise de, iyilik ve ihsanda bulunma esası onun meşruiyetini desteklemektedir. Ebu
Hanife de, aynı illetten harekette yaş hurmanın kuru hurma karşılığında
satılmasını yasaklayan hadisi kabul etmemiştir. İbn Abdilber şöyle der: Hadis
alimlerinden pek çoğu, birçok sahih vahid haberi reddetti diye Ebu Hanife'yi
eleştiri konusunda haddi aşmışlardır. Çünkü o, bu gibi hadisleri üzerinde görüş
birliği edilen hadislerden ve Kur'an'dan çıkarılan esaslara vuruyordu. Onlara
uymayan haberleri reddediyol' ve onlara şaz adını veriyordu. Bu prensipten
hareketle Irak ekolü, musarrat hadisinin gereği ile amel etmeyi reddetmişlerdir
ki, bu aynı zamanda İmam Malik'in de görüşü olmaktadır. Çünkü bu hadisi birçok
esasa muhalif görmüşlerdir: Bu hadis herşeyden önce "el-Haracu
bi'ddaman" (Yani semere (nimet) cereme (külfet) karşılığındadır)
prensibine ters düşüyordu. Sonra birşeyi itlaf eden kimse, onu ya misli ile ya
da kıymeti ile tazmin ederdi. Bunların dışında, yiyecek ya da eşya gibi başka
bir cins ile tazmin şeklinde bir sorumluluk yoktur. Nitekim İmam Malik de bu
konuda şöyle demiştir: "Bu ne üzerinde anlaşılan, ne de öteden beri sabit
birşeydir" İmam, başka bir görüşünde ise, hadise müsbet bakmış ve hadis
için üzerinde ittifak edilen başka bir esasın bulunduğunu ve hükmü diğer
esaslarla ters düşmeyecek şekilde o esasa dayandırmanın mümkün olduğunu
söylemiştir. Bütün bunlardan sonra mesele -inşallah- açıklık kazanmıştır.
Dördüncü kısma yani kati
bir esas tarafından desteklenmeyen; keza kati bir esasa da ters düşmeyen kısma
(zanni delillere) gelince, bu kısım üzerinde durulmaya ihtiyaç vardır. Bu konu
garib münasib konusu ile ilgilidir. Bu konuda karşı çıkılarak şöyle
denilebilir: Bunlar kabul edilmez. Çünkü bu, benzeri konuda bilinmeyen bir tarz
üzere şer'i bir hüküm ispatı demektir. İstikra da böyle birşeyin mevcut
olmadığını göstermektedir. Bu iki unsur, mutlak olarak meseleye yapışmanın
zayıflığını ortaya koymaktadır. Çünkü şüphe mahallinde olmaktadır; şüphe ile
birlikte de delilin sübfıtuna dair zan bulunmaz. Çünkü kati bir esas tarafından
desteklenmemesi hasebiyle o, şer'i esaslara muhalif olmaktadır. Zira uygunluğun
bulunmaması muhalefet demektir. Kati bir esasa muhalif olan şey ise merduttur.
Dolayısıyla bu da merduttur. Karşı taraf yani bu tür zanni delillerle amel
edilebileceği görüşünde olanlar ise şöyle diyebilirler:
Genelde zan ile amel
konusu, furu konularında sabit bulunmaktadır. Bu da onlardan biridir. O, her ne
kadar bir esasa uygun değilse de, muhalif de değildir. Eğer uygun olmama yönü
onun reddi tarafını destekliyorsa, muhalif olmaması yönü de onun kabulü
tarafını desteklemektedir. Bu durumda tearuz söz konusu olur ve zan ile amel
esası kabul edilir. "Katil varis olamaz" hadisi bu kısımdan
olmaktadır. Alimler kıyas bahsinde az da olsa garib münasib ile amel
etmişlerdir. Bu (yani az kullanılması), sıhhatini gösteren bir delilin olması
halinde (onunla amel etmeye) zarar verecek bir durum değildir.
FASIL:
Bil ki, burada kesin
esasa başvurmaktan maksat, onunla amel etmenin sıhhatine dair kesin delil
getirme manasına değildir. Mesela, vahid haberle ya da kıyas ile amel etmenin
vacib olduğuna dair delil getirme gibi. Aksine ondan amaç, Zarar ve zararla
mukabele yoktur' hadisi ile diğer zikredilen meselelerde geçtiği gibi daha özel
bir durumdur. Bu usulcülerin kastettiği manadan farklı bir durum olmaktadır.
Allah-u a'lem!
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: