EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
İKİNCİ NEvİ
YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ) /
ON İKİNCİ MESELE:
Hükümlerin masIahatlar
için konulmuş olduğu sabit olduğuna göre, amellerin değerlendirilmesi masIahat prensibi
ile yapılacaktır. Çünkü -daha önce de geçtiği gibi- Şari'in amellerde gözetmiş
olduğu şey, masIahatlar olmaktadır. Durum, zahirde ve batında asıl meşruiyet
üzere olduğu zaman herhangi bir problem bulunmayacaktır. Eğer dış görünüş
itibarıyla uygun olur fakat masIahat bulunmazsa, o takdirde fiil sahih ve meşru
değildir. Çünkü şer'ı ameller, bir fiil oldukları için değil, aksine o
fiillerin taşıdıkları anlamlar için amaçlanmışlardır. Bu anlamlar ise fiillerin
meşruiyet sebebi olan maslahatlardır. Bu gibi fiillerin asli meşruiyet
doğrultusunda işlenmemesi durumunda, onların meşruluklarından söz
edilemeyecektir.
Mesela, biz biliyoruz ki
kelime-i şehadet getirmek, namaz ve diğer ibadetleri yerine getirmek sadece
Allah'a yaklaşmak; O'na dönmek, O'nu tazim ve saygı ile birlemek, ta at ve
boyun eğme konusunda dış organlarının da kalbi ile uyum içerisinde olmasını
temin etmek içindir. Eğer bu ibadetlerden herhangi birisini, dünya çıkarlarına
alet etmek için yerine getirirse, onun meşruiyetle ilgisi olmayacaktır. İmana
girme amacı olmaksızın sadece canını ve malını korumak için kelime-i şehadet
getirmek, insanların övgüsünü kazanmak veya dünyevi bir makam elde etmek
amacıyla (riya) namaz kılmak gibi. Çünkü bu tür gerçekleştirilen amellerde,
meşruiyet amacı olan masIahat meydana gelmemiştir; aksine bu gibi fiillerde
gözetilen şey meşruiyet amacı olan masIahatın zıddı (mefsedet) olmaktadır.
Buna göre mesela zekat
hakkında şöyle deriz: Zekatın meşruiyet amacı cimrilik duygusunun kaldırılması,
yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi, helake maruz kalan nefislerin ihyası
olmaktadır. Durum böyle iken, bir kimse zekat yükümlülüğünden kaçmak için
malını bir başka şahısa hibe etse ve daha sonra hibe ettiği parayı öbür sene
içerisinde yahut da daha önce tekrar geri alsa, bu davranış insanda bulunan
cimrilik duygusunu daha da artıracak ve güçlendirecek, yoksulların
ihtiyaçlarının giderilmesi masIahatını ortadan kaldıracak bir davranış
olacaktır. Böyle bir hibenin, Şari'ce mendup kabul edilen gerçek hibe ile bir
ilgisi olmadığı da bilinen bir husustur. Çünkü gerçek hibe, hibede bulunan
kimsenin ihtiyaçlarının giderilmesini, ona iyilikte bulunulmasını, zengin olsun
fakir olsun içinde bulunduğu durumun daha da rahatlatılması anlamı taşır ve o
kimsenin sevgisinin kazanılmasını, onunla aradaki bağların pekiştirilmesini
amaçlar. Burada sözü edilen hibe ise, bunun tam zıddı özelliktedir. Eğer
hakikaten gerçek temlik anlamı taşıyan bir hibe şeklinde yapılmış olsaydı, o
zaman yardım ve rahatlatma maslahatına uygun olurdu; insanda bulunan cimrilik
duygusunun ortadan kaldırılması amacına hizmet ederdi ve bunun sonucu olarak da
zekat yükümlülüğünden kaçma anlamına gelmezdi.
Dikkat edecek olursak,
fiilde gözetilen meşru kasıt, şer'i olan başka bir kasdı ortadan
kaldırmamaktadır. Şeri olmayan kasıtlar ise, şer'i kasdı ortadan
kaldırmaktadır.
Bir örnek verelim:
Kadının kocasına fidye vermesinin meşru kılınması, hanımlık görevinin yerine
getirilmesi konusundaki Allah'ın koymuş olduğu hukuku gözetememe korkusundan
dolayıdır. Böyle bir durumda kadının harama düşme korkusuyla gönüllü olarak
kocasından kendisini fidye karşılığında satın alması mübah kılınmıştır. Böyle
bir kadın, kocası ile kendi arasındaki kötü durumun düzeltilmesi için fidye
vermektedir ve bu kocanın kadını güzellikle salıvermesi ile olacaktır. Bu şeri
bir maksattır; maslahata uygundur ve böyle bir davranışta hemen ya da zaman
içerisinde ortaya çıkacak bir mefsedet de bulunmamaktadır. Hal böyle iken koca
karısına kasıtlı olarak kötü davranır ve onu kendisine fidye vererek ayrılmaya
icbar ederse, bu hareketiyle koca gücü dahilinde olduğu halde sebepsiz olarak
hanımına zarar verdiği için meşru olmayan bir davranışta bulunmuş olur. Zira
kocanın eğer hakikaten karısından ayrılmasına ihtiyacı varsa, elinde karısına
zarar vermeden ayrılma imkanı (talak hakkı) bulunmaktadır. Bu durumda kadının
fidye vererek ayrılık yoluna (hul') başvurması, güzellikle salıverme olmayacak,
bu iş aralarında karı-koca hukukunu yerine getirememe korkusundan da
olmayacaktır. Çünkü bu zorunlu bir fidye haline dönüşmüştür. Kadın hakkında
çaresiz kalması ve kendisini maruz kaldığı zarardan kurtarması sebebiyle her ne
kadar caiz halini almışsa da, koca için caiz değildir; çünkü o bu tasarrufu
meşru olmayan bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Aynı şekilde diyoruz ki:
Şüphesiz şer'i hükümler genel anlamda külli bir masIahat; özel anlamda da her
bir meselede cüz'i bir masIahat içerirler. Cüz'i olan masIahat, ilgili
delillerin özelolarak o meselede gözetildiğini bildirdiği hikmetler olmaktadır.
Külli masIahat ise şudur: Mükellef bütün davranışlarında, sözlerinde ve
inançlarında şeriatın koymuş olduğu belli bir kanun altında olmak durumundadır.
Onun başıboş bir hayvan gibi arzu ve heveslerine tabi biri olmaması; şeriatın
boyunduruğu altına girmesidir. Bu nokta daha önce izah edilmişti. Bu durumda
mükellef, karşısına çıkan her bir zor meselede çeşitli mezheplerde ileri
sürülen hileleri araştırır, arzu ve heveslerine uygun düşen görüşlere tabi
olursa; bu haliyle o boynundan takva imleğini çıkarıp atmış olur ve bu haliyle o
arzu ve heveslerine tabi olmaya devam etmiş, Şari'in tahkim ettiğini bozmuş,
öne aldığını da arkaya atmış olur. Bunun örnekleri çoktur.
FASIL:
Durum böyle olunca,
şeriatta yerilen, batıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hileler, şer'i bir
esası ortadan kaldıran ve şer'i bir masIahatla ters düşen hileler olmaktadır.
Eğer, şer'i bir esası ortadan kaldırmayan, şeriatın dikkate alındığını
bildirdiği bir maslahata ters düşmeyen bir hilenin varlığı farzedilecek olursa,
o şer'i yasak kapsamına girmeyecek ve batıl da olmayacaktır. Kısaca işin esası
hilelerin üç kısım olduğu noktasında düğümlüdür:
(1) B atıl ,olduğunda
ihtilafbulunmayan hileler: Münafıkların ve mürailerin hileleri gibi.
(2) Caizliği konusunda
ihtilaf bulunmayan hileler: Zor altında küfür kelimesini söylemek gibi. Kişinin
gereğine itikat etmeksizin asli kasıt ile küfür kelimesi söyleyerek kanını
korumak için böyle bir çareye (hile) başvurması ile yine aynı şekilde asli
kasıtla kanını korumak için kelime-i tevhid okuması arasında fark yoktur. Ancak
bunun hakkında izin vardır; çünkü bu bir dünyevi masIahattır ve ne dünyada ne
de ahirette olmak üzere asla bir mefsedet de içermemektedir. Birincisi ise öyle
değildir. Çünkü o şer'an izin verilmiş bir davranış değildir. Zira o mutlak
anlamda uhrevi bir mefsedet olmaktadır. Dünyevi masIahat ya da mefsedetlerle,
uhrevi maslahat ya da mefsedetler karşı karşıya geldiği zaman uhrevi olan
masIahat ya da mefsedetler ittifakla öncelikli olarak dikkate alınırlar. Zira
uhrevi masIahatları ihlal eden dünyevi bir masIahatın dikkate alınması sahih
değildir. Bilindiği gibi, uhrevi masIahatları ihlal eden birşey, Şari'in
amaçladığı şeye uygun olmayacak ve dolayısıyla batıl olacaktır. İşte bu
noktadan hareketledir ki, münafıklığın ve münafıkların yerilmesi hakkında bilinen
nasslar gelmiştir. Aynı doğrultuda olan şeylerde de durum aynıdır. Her iki
kısım da katiyet mertebesine ulaşmış bulunmaktadır.
(3) Üçüncü kısım ise
kapalılık ve dolayısıyla problem arzetmektedir.
Bu kısım hakkında,
düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan
hilelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir deliL
ile ortaya çıkmış değildir. Keza bu tür hilelerde Şari'ce maksud bulunduğunu
gösterecek şer'i bir amacın bulunup bulunmadığı da ortaya çıkmamıştır. Yine
meselede ortaya konulduğu şekliyle bu tür hilelerin, şeriatın amacı olan
maslahatlara muhalif olduğu da sabit olmamıştır. İşte bundan dolayı bu kısım
hileler üzerinde farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur: Bunlardan bir kısmı,
bu tür hilelerin şer'i maslahata muhalif olmadığım dolayısıyla caiz olduğunu;
bir diğer kısım da bunun aksini yani bu tür hilelerinde yasak bulunduğunu ifade
etmişlerdir. Bazı meselelerde başvurulan hileleri caiz gören kimselerin,
aslında bu tür hilelerin Şari'in kasdına muhalefet olduğunu kabul ettiklerini
söylemek asla doğru değildir. Aksine bu kimseler görüşlerini, Şari'in kas dının
araştırılması ve o meselenin Şari'in amacı doğultusunda olduğu bilinen ve caiz
olan birinci kısım hilelerden sayıldığı düşüncesi üzerine kurmaktadırlar. Çünkü
kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi ile açıktan Allah'a karşı tavır almak,
değil hidayet önderleri ve din imamları, sıradan bir müslümanın dahi
yapamayacağı bir davranıştır. Öbür taraftan bu tür hilelerin haramlığı
görüşünde olanlar da, görüşlerini bu tür hilelerin Şari'in kasdına muhalif
olduğu, hükümlerde gözetilen maslahatlara ters düştüğü esası üzerine
dayandırmışlardır. Bu türden olan hilelerin sahih olup olmadıklarının ortaya
çıkabilmesi için bazı örneklerle açıklamada bulunmaya ihtiyaç vardır. Tevfik
Allah'tandır:
(a) Hulle nikahı: Hulle
nikahı, üç talakla boşanan karının ilk kocasına hel al olmasını sağlamak
amacıyla başvurulan bir hile olmaktadır ve bu nikah zahirde Yüce Allah'ın:
"Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka birisiyle evlenmedikçe bir daha
kendisine helal olmaz"[Bakara 230] buyruğuna uygun düşmektedir. Hulle
nikahında bulunan kimse, boşanmış kadım nikahlamış; dolayısıyla ikincinin
boşamasından sonra birinci kocasına dönmesi şerlata uygun hal almıştır. Şari'in
nassları, şer'i maksatların en iyi anlaşıldığı yerlerdir. Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] "Kadın erkeğin, erkek de kadının balcağızından tatmadıkça
hayır!" buyruğu da, ikinci nikahtan maksadın balcağızdan tatma (cinsi ilişki)
olduğu konusunda açık (zahir) bir nasstır. Aranan bu şart da hulle nikahında
gerçekleşmiştir. Eğer erkeğin hulle niyeti, bu nikahın fesadı konusunda etkin
olsaydı, o zaman Hz. Peygamber'in bunu belirtmesi gerekirdi. Bunun bir hile
(çare) olması da onun fesadım gerektirmez; zira o zaman her çarenin batıl
olması gibi bir netice lazım gelir ve zor altında küfür kelimesi söylemek gibi
caiz olduğunda ittifak edilen birinci kısımdan olan hilelerin de fasit olması
gibi bir netice lazım gelirdi.
Aynı şekilde işin
masIahat yönünü ele aldığın zaman da durum aynıdır. Böyle bir nikahın içerdiği
masIahat açıktır. Çünkü böyle bir nikah, birbiri ile bir araya gelme imkanı
kalmayan iki eşin arasını bulma anlamı taşımaktadır. Zira bu sahih bir şekilde
aralarının bulunması için başvurulmuş bir sebep olmaktadır. Hem nikah, sonsuza
kadar beraberlik kasdının bulunması gibi bir şartı gerektirmez. Çünkü böyle bir
şart, insanların sıkboğaz edilmeleri anlamına gelir ve asla şeriatla bağdaşmaz.
Zaten talak da o yüzden meşru kılınmamış mıdır? Sonsuza dek beraberlik şartı
ile yapılan evlilik hıristiyan evliliği gibi birşeyolur. Alimler, nikahlanılan
kadınla beraber kalma kasdı olmaksızın sadece yemini yerine getirmiş olmak
amacıyla yapılan nikahlara cevaz vermişlerdir. Keza gurbet ilde bulunan bir
yolcunun, orada bulunduğu süre içerisinde i4tiyacını gidermekten başka amacı
bulunmasa bile, evlenmesinin caiz olduğunu söylemişlerdir. Başka benzer
örnekler de vardır.
Sonra, külli bir
kaidenin bir masIahat dolayısıyla konulması durumunda, bundan teker teker her
bir cüz'ide o masIahatın aynen bulunması gibi bir sonuç lazım gelmez. Nitekim
bu konu daha önce geçmişti. Mesela, İmam Malik'in görüşüne göre- yemini çözmüş
olmak için yapılan nikahta; "Eğer falanca kadınla evlenirsem, o boş olsun!"
diyen kimsenin nikahında, keza yolcunun nikahında vb. olduğu gibi.
Burada, hileye
başvurmanın caiz olduğu görüşünde olan kimselerin delilolarak kullandıkları
şeylerin bir kısmını arzetmiş olduk. Yasaklığına dair delillerin izahına
gelince, onlar daha da açık bulunmaktadır. Bu yüzden burada onları uzun uzadıya
zikretmeyeceğiz. Bu izahlar içerisinde en güzeli, Abdulvahhab'ın Risale
şerhinde zikretmiş olduğu açıklamalardır.
Oraya bakılsın.
(b) Büyuu'l-acal (iyne
ya da örtülü riba satışları); Bu tür muamelelerde yapılan şey, sonuçta peşin
bir dirhemin, veresiye iki dirheme satılmasıdır. Ancak bu her biri haddizatında
meşru bulunan iki akit ile gerçekleşmektedir. Her ne kadar birinci ikinci için
bir zeria (kapı, vasıta) ise de ikinci mani değildir. Şari', belli şekiller
üzere maslahatların temini, mefsedetlerin defi yoluyla yararlanmamızı mübah
kılmıştır. Bu durumda mükellefin o şekilleri araştırması (tasarrufu) zedeleyici
bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, bütün şer'i yönlerde zedeleyici olurdu.
Birinci akdin, kişi için bir amaç olmadığı, onun asıl amacının ikinci akit
olduğu varsayıldığında, birinci akit vesileler mesabesine düşecektir. Vesileler
de -vesile olmaları açısından- şeran amaçlanmış olan şeylerdir. Birinci akit de
onlardandır. Vesile olmaları açısından bu durum onlar için caiz olduğuna göre,
aynı şey konumuz da da caiz olmalıdır. Eğer konumhzda caiz olmayacaksa, aynı
caiz olmama hükmü mutlak olarak diğer vesilelerde de söz konusu olacaktır.
Ancak onlar bir delilolmadıkça mutlak surette men edilmiş değillerdir. O zaman
burada da delilolmaksızın yasaklama yönüne gidilmeyecektir.
Dahası konumuzIa ilgili
tevessülün sıhhatini ve onlara yönelik Şari'in kasdının bulunduğunu gösteren
deliller vardır: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Katkılı (adi) hurmayı para
ile sat, sonra o parayla da iyi hurma al" Katkılı hurmanın para
karşılığında satılmasından maksat, katkılı hurmaya karşılık iyi cins hurma elde
etme amacına ulaşmaktır. Ancak bu mübah yolla olmaktır. Bu sonuca bir akidle
iki akid arasında ulaşmak arasında bir fark yoktur. Zira Hz. Peygamber
hadislerin.de bunu belirtmemişlerdir.
Caiz olmadığı görüşü
taraftarların 'Bu konu sedd-i zeria kaidesi üzerine kurulmuştur' sözü, burada
bir anlam ifade etmez. Çünkü zerai' (kapılar, vasıtalar, yollar) üç kısımdır.
(1) İttifakla önüne
geçilen zerialar (vasıtalar): Tepki olarak Allah'a sövülmesine neden olacağını
bile bile putlara sövmek gibi, yine tepki olarak kendi ana-babasına
sövdüreceğini bile bile bir başkasının ana-babasına sövmek gibi. Çünkü bu,
hadiste kişinin bizzat kendi ana-babasına sövmesi sayılmıştır. Gelip geçenlerin
düşeceğini bile bile yol üzerinde çukurlar açmak; insanların yiyeceği bilinen
yiyecek ve içecek maddelerine zehir katmak örnekleri de bu kısımdandır.
(2) İttifakla önüne
geçilmeyen zerialar (vasıtalar): Mesela insan kendi yiyeceği karşılığında daha
kaliteli ya da daha aşağı derecede alanını almak ister. Kendi malını satar,
aldığı para ile amacına ulaşmak ister. Hatta diğer ticaret yolları da'
böyledir. Kişinin mübah olan ticarı maksadı, daha çok para kazanmak için
parasını mala yatırmak şeklinde kendisini gösteren bir çareden (hile) başka
birşey değildir.
(3) Üzerinde ihtilaf
edilen zerialar (vasıtalar): Şu anda üzerinde bulunduğumuz konu bu kısımdandır
ve henüz onun hükmü konusunda bir sonuca varabilmiş değiliz. Hala tartışma
konusu olmaya devam etmektedir.
Bunlar, mesele ile
ilgili hileye başvurmanın caizliğine dair delil bulma çabaları hakkında
söylenebilecek birtakım sözlerdir. Diğer tarafın delilleri ise gayet açık ve
yaygın olarak bilinmektedir. İlgili yerlere bakılmalıdır.
Bizim burada bu izaha
yer vermemizin sebebi konuyla ilgili olanların kitaplarından yararlanma
imkanının azlığıdır. Zira Hanefi kitapları bizim Mağrip ülkelerinde sanki hiç
yok gibidir. Şafii ve diğer mezheplere ait kitaplar da öyledir. Halbuki tek bir
mezhep doğrultusunda delil getirme alışkanlığı bazen öğrencinin kendi
mezhebinden başka diğer mezhepleri onların kaynaklarına vakıf olmadan inkar
etmesine ve onlara karşı tepki göstermesine sebeb olur. Bu da bütün insanların,
faziletleri ve dinde üstün yerleri bulunduğuna, Şari'in maksatlarını ve
amaçlarını kavramada büyük maharet sahibi olduklarına dair görüş birliği
ettikleri imamlar hakkında kötü düşüncelerin doğmasına sebep olur. Hatta bu
sonuç çoğu kere doğmuştur da. Burada konu ile ilgili bu iki misalle yetinelim.
Bunlar hiyel konusunda kendisini gösteren en meşhur meselelerdir. Diğer
meseleler de bunlara kıyas edilir.
FASIL:
Bu kısım gerçekten pek
çok meseleleri kapsar. Geçen bahisler içerisinde açıklanan meseleler üzerine
tefri edilerek (ayrıntıya inerek) belirtilen örnekler çok olmuştur. İleride bu
kısımdan tefri yoluyla ortaya çıkan başka meseleler de gelecektir. Ancak
burada, Makasıd bölümünün iyice açıklık kazanmasını ve bölümden gözetilen amacın
tamamlanmasını sağlayacak bir sonuç bölümü (hatime) eklemek gerekmektedir.
Çünkü şöyle bir soru
yöneltilebilecektir: Geçen meselelerde verilen hususlar, hep Şari'in maksadını
bilme esası üzerine oturtulmaktadır. Peki, Şari'in maksadı olan birşey, O'nun
maksadı olmayan şeyden nasıl ayırd edilecektir?
CEVAP: Konuyu aklen ele
aldığımız zaman konu üzerinde yapılacak değerlendirmenin üç görüş şeklinde
belireceği görülecektir:
(a) Birinci görüş olarak
şöyle denilecektir: 'Şari'in maksadı, onu bildiren bir delil gelinceye kadar
bizim bilgi alanımızın dışındadır. Bu da istikranın gerektirdiği fakat lügavi
konuluşları (vaz') itibarıyla lafızların gerektirmediği manaların (illetler)
araştırılmasından ari bir şekilde tamamen açık ve sözlü bir şekilde olacaktır.
Bu görüş ya yükümlülükler konulurken kullara ait masIahatlar asla dikkate
alınmamıştır, görüşünün ya da masIahatları gözetmenin vacip olmadığı görüşünün
bir ürünü olacaktır. MasIahatları gözetme bazı konularda vuku bulsa bile, onun
izahı bizce tam olarak bilinmemekte ya da asla bilinmeyecek şekildedir. Bu
konuda daha da ileri gidilir ve kıyasın caiz olmadığı sonucuna ulaşılır. Reyin
ve kıyasın yerilmesi doğrultusunda gelen nasslar da bu görüşü destekler. Bu
görüşün özeti, nassların mutlak surette zahirine hamledilmesi şeklindedir ve bu
görüş Zahirilere aittir. Bunlar Şari'in maksatları konusunda elde edilebilecek
bilgiyi, sadece şer'i delillerin zahir ve nasslarına münhasır kılarlar.
İnşallah konuya ileride kıyas bahsinde tekrar temas edilecektir. Mutlak surette
bu görüşü benimseme, aşırı bir uçta yer almak olmaktadır ve şeriat, mutlak
surette durumun onların görüşü doğrultusunda olmadığına tanıklık etmektedir.
(b) İkinci görüş de
karşı uç noktayı teşkil etmektedir; ancak bu görüş sahipleri de iki kısıma
ayrılmaktadır:
(1) Şari'in maksadının
ne nassların zahirinde ne de onlardan lafzen anlaşılan hususlarda
bulunmadığını; aksine maksadın bunların ötesinde başka birşeyde gizli olduğu
iddiasında bulunanlar. Bunlara göre bu şeriatın tümü için geçerlidir ve bunun
neticesinde zahirde, Şari'in maksadını öğrenebileceğimiz hiçbir şey
kalmamaktadır. Bu, şeriatı ortadan kaldırmak isteyen kimselerin görüşü
olmaktadır ve bunlar "batıniler"dir. Bunlar, masum imam görüşünü
benimseyince, kendi iddialarını ayakta tutabilmek için nasları ve şeriatın dış
görüntüsü ile ilgili bulunan şeyleri ta'n etme yolunu tutmuşlardır. Bu görüşün
varacağı yer, -Allah korusun!- küfürdür. Uygun olan bu gibi sapıkların
sözlerini hiç dikkate almamaktır.
(2) Şöyle diyen grup:
Şari'in amacı, lafızların manalarının dikkate alınmasıdır. Öyle ki nasslar ve
zahirler mutlak anlamda manalar itibarı ile anlam kazanır ve dikkate alınırlar.
Hal böyle iken, eğer nass, nazari olan manaya ters düşerse, o zaman nass atılır
ve nazari olan mana öne alınır. Bu görüş de, ya mutlak surette masIahatları
dikkate almanın vacipliği düşüncesine ya da vacip olmasa da mananın hakem kabul
edilmesi dolayısıyla lafızların nazari manalara tabi kılınması düşüncesine dayanmaktadır.
Bunlar da, kıyas konusunda aşırı gidip, onu nasslar üzerine takdim edenlere ait
olmaktadır.
İşte bu görüş, birinci
uç kısmın karşısında bulunan diğer ucu temsil etmektedir.
(3) Her iki görüşten de
nasibini alan orta yolcu görüş: Bunlar ne nass (zahir) ile mananın ihlaline; ne
de mana yüzünden lafzın ihmaline meydan vermeyecek şekilde orta bir yolu
tutmaktadırlar. Böylece şeriatın ihtilafsız, tenakuzsuz tek bir nizam üzere
yürümesini temin etmeye çalışmışlardır. İlimde rüsüh sahibi olan alimlerin
çoğunun tutmuş olduğu yol işte bu yoldur. Şeri maksatları öğrenme konusunda
gerekli olan kıstasların tesbitinde dayanılacak görüş de işte bu görüştür. Bu
girişten sonra -Allah'ın inayetine sığınarakdiyoruz ki: Şeri maksatlar çeşitli
açılardan bilinir:
BİRİNCİSi: Temelden açık
olarak gelen soyut emir ve yasak kipleri. Emrin, fiilin işlenmesini
gerektirdiği için emir olduğu bellidir. Bu durumda emrin bulunduğu anda fiilin
yapılmış olması Şari'in maksadı olmuş olacaktır. Aynı şekilde nehyin de fiilin
işlenmesini ve ondan el çekilmesini gerektirdiği malumdur. Dolayısıyla yasak
olan şeyin vuku bulması da Şari'in maksadı olacak ve yasağa rağmen işlenmesi
onun maksadına muhalif olacaktır. Nitekim emredilen şeyin yapılması da onun
emrine muhalefet olacaktır. Bu hem illete bakmaksızın sırf emir ve yasağı
dikkate alan kimseler için, hem de illet ve masIahatları dikkate alan kimseler
için açık ve genel bir yöndür. Konu ile ilgili şer'i esas da bu olmaktadır.
'Temelden' kaydını
getirmemizin sebebi bu tür olmayıp geçici durumlarla ilgili emir ye yasak
kiplerini devre dışı bırakmak içindir. Mesela, "Cuma günü namaz için ezan
okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alış-verişi bırakın!"[Cuma 9]
ayetinde bulunan yasak temelden alış-verişin yasak kılınmasıyla ilgili değildir;
aksine o Allah'ı anmaya koşma emrini tekit sadedinde gelmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla burada söz konusu olan yasak ikinci (tali) kasıt ile amaçlanmış
olmaktadır. Bu vakitte yapılan alış-veriş -riba ve zina yasağında olduğu gibi-
birinci (asli) kasıtla yasaklanmış değildir. Aksine onunla meşgulolma sebebiyle
Allah'ı anmaya koşma yükümlülüğünü engellemesi ya da geciktirmesi sebebiyledir.
Bu durumda olan meselelerde Şari'in maksadını kavramak ve tesbit etmek ihtilaf
konusu olacaktır. Bu tartışma konusunun asıl çıkış yeri gasbedilmiş bir yerde
namaz kılma meselesidir. Aslında alış-veriş mübahtır. Ancak zaman itibariyle
kendisine bir özellik arız olmuştur. Bu özellik de, o vakitte yapılan
alış-verişin vacip olan Cuma namazına koşmayı engellemesidir. Bu özellik
alış-veriş akdinin özünde mevcut değildir ve akdi ondan ayrı olarak düşünmek
mümkündür. Bu yüzden de hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
'Açık olarak' kaydını
getirmemizin sebebi de sarih olmayan zımni emir ve yasakları devre dışı
bırakmak içindir. Mesela, emir kipinin tazammun ettiği zıddı yasaklama; birşeyi
yasaklamanın tazammun ettiği zıddı emretme gibi olmayacaktır. Çünkü bu gibi
durumlarda emir ve yasak -tabii kabul edilmesi durumunda- asıl kasıtla değil
tali (ikinci) kasıtla olacaktır. Zira bunların durumu -kabul edenlere göre-
sarih olan emir ve yasağın tekidi mesabesinde olmaktadır. Ama hayır denilecek
0lursa o takdirde kastın bulunmaması konusunda emir daha açıktır. Emredilen
şeyin yerine getirilebilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyi emretmede
de durum aynıdır. Bu konuda emir ya da yasağın Şari'in maksadına delalet etmesi
tartışma konusudur ve konumuza dahil değildir. O yüzden yukarıda açık olarak
gelen emir ve yasak diye kayıtlanmıştır.
İKİNCİSİ: Emir ve
yasakların illetlerine bakmak ve 'Bu fiil niçin emredildi?' 'Şu diğeri niçin
yasaklandı?' sorularının cevaplarını aramak yoluyla bilinir. İllet ya belli
olur ya da belli olmaz. Eğer belli ise ona tabi olunur ve o illet nerede
bulunursa emir ve yasağın gereği olan maksat da orada bulunur ya da bulunmaz.
Üreme maslahatı için yapılan nikah, akit konusu malla faydalanma maslahatı için
yapılan alış-veriş, kötülüklerin önünü alma maslahatı için konulmuş had ve
cezalar gibi. Bu gibi yerlerde illet, usul kitaplarında açıklanan illeti
belirleme yollarıyla bilinir. İllet ortaya çıktığı zaman Şari'in maksadının o
illetin gereği olarak fiilin yapılması ya da yapılmaması veyahut da ona
sebebiyet vermesi ya da vermemesi olduğu öğrenilmiş olur. Eğer illet belli
değil ise o zaman mutlaka Şari'in bunda maksadı şudur şeklinde kesin bir
neticeye varmaktan geri durmak (tevakkuf) gerekecektir. Ancak bu geri durmanın
da düşünce açısından iki yönü olmaktadır.
(a) Belirli olan hüküm
ya da belirli olan sebeb hakkında nassla belirlenmiş olan sınırdan öte geçemeyiz.
Çünkü illet bilinmediği halde hükmü başka meselelere sirayet ettirme çabası,
delilsiz tahakküm (keyfi davranış) ve doğru yoldan sapmak olur. A hakkında
konulmuş bir hükmü -eğer biz Şari'in bu doğrultuda bir kasdının olduğunu
bilmiyorsak- B için de koymamız doğru değildir. Bizim Şari'in kasdını
bilmediğimize göre o hükmün B için de verilmiş bir hüküm olmaması mümkün olur.
Biz bu halimizle Şari'e muhalefet cüretinde bulunmuş oluruz. Burada duraksama
(tevakkuf), delilin bulunmamasından kaynaklanmaktadır.
(b) Şeran konulmuş olan
hükümlerde asılolan, kendi bulundukları mahalde kalıp -Şari'in varlığına dair
kasdı bilinmedikçe- bir başka yere sirayet etmemesidir. Çünkü sirayetin
bulunduğuna dair bir delil ikame edilmemesi sirayetin bulunmadığına bir
delildir. Zira eğer o hüküm Şari' katında sirayet edecek türden olsaydı o zaman
onun hakkında bir delil ikame ederdi ve onu belirleme için bir yol (meslek)
koyardı. İlleti belirleme yolları ise bellidir. Bu yollarla hükmün mahalli
denenmiş ve illeti belirleme yollarından herhangi birinin tanıklık edeceği bir
illete rastlanmamıştır. Dolayısıyla hükmü nassla belirlenmemiş şeylere
sirayetinin Şari'in maksadı olmadığı ortaya çıkar.
Bunlar ayrı iki yoldur
ve her ikisine de konu ile ilgili olarak yönelinmektedir. Ancak birinci yol,
sözkonusu sirayet işinin murad olmadığına dair kesin bir kanaat olmaksızın
duraksamayı (tevakkuf) ve neticede onun murad olunabileceği imkanının
bulunduğunu belirtir. Bu durumda araştırmacı bir çıkış yolu buluncaya kadar
araştırmasına devam eder. Zira o şeyin Şari'in maksadı olması mümkün olduğu
gibi maksadı olmaması da mümkündür. İkincisi ise Şari'in muradı olmadığına
kesin hükümde bulunmayı gerektirir. Bu durumda hükmün başka yere sirayet
etmeyeceğine dair duraksama göstermemek ve kesin ya da zan ölçüsünde bir bilgi
ile onun Şari'in maksadı olmadığına hükmetmek uygun olacaktır. Zira, Şari'in
maksadı eğer öyle olmasaydı mutlaka onun hakkında bir delil ikame ederdi. Böyle
bir delil bulamadığımıza göre, bu onun şer'an amaçlanmış olmadığını gösterir.
Eğer düşüncesinin aksini izah eden bir delil ile karşılaşırsa o zaman delilin
gereğine döner. Aynen müctehidin durumu gibi. Çünkü o bir meselede kesin bir
hükümde bulunur ve sonra başka bir delile vakıf olursa, ilk önceki hükmünü
değiştirerek delilin gereği olan hükme döner.
İTİRAZ: Bu birbirine zıd
iki yoldur. Çünkü biri duraksamayı (tevakkuf) gerektirmede, diğeri ise
gerektirmemektedir. Her ikisi de düşünce açısından aynıdır. İkisi bir araya
geldiği zaman bunların hükümleri birbiri ile çelişir. Bu durumda da sadece
duraksamadan başka birşey kalmış olmaz. Sonuçta nasıl aynı anda ikisine de
yönelinebilir?
CEVAP: Müctehid
karşısında onlar bazen tearuz halinde görülebilirler ve bu durumda duraksama
(tevakkuf) vacip olur. Çünkü o takdirde birbirine galebe çalmayan iki delil
gibi olurlar ve mesele müctehide nazaran iki delilin tearuzu meselesine
dönüşür. Bazen de farklı müctehidlere ya da tek bir müctehide nisbetle fakat
farklı iki vakitte ya da farklı iki meselede tearuz etmezler; bir meselede
duraksama (tevakkuf) yönü güçlü gözükür, bir başka meselede de öbür yön (hükmün
sirayetini men tarafı) güçlü gözükür ve bu durumda aralarında mutlak bir
tearuzdan söz edilemez.
Sonra biz biliyoruz ki,
Şari'in gözettiği maksatlardan biri de ibadetler ile adetler arasını ayırt
etmektir. İbadetlerle ilgili konularda taabbudilik yönü ağır basmakta;
adetlerle ilgili konularda ise onların ifade ettikleri manMara (illetlere)
iltifat yönü ağırlık kazanmaktadır. Her iki sahada olduğu halde bu genellemenin
aksine olan hükümler çok azdır. Bu yüzdendir ki, İmam Malik, maddi pisliklerin
giderilmesi ve abdestsizlik halinin kaldırılması konusunda sırf temizliğin
meydana gelmiş olmasına iltifat etmemiş ve -temizlik gerçekleşmiş olsa bile-
maddi pisliklerde (necaset) temizlik için mutlak su ile yapılmış olması
şartını; abdestsizlik halinin (hades) izalesi için de niyet şartını ileri
sürmüştür. Namazda tekbir ve selam sözcükleri yerine bunların yerini
tutabilecek başka sözcüklerin kullanılabilmesine cevaz vermemiştir. Zekatta mal
yerine onun kıymetinin verilmesini kabul etmemiştir. Keffaretler konusunda
hükmü, verilen adetlere hasretmiştir. Hükmün bizzat hakkında nass bulunan ya da
onlara benzer bulunan şeylere hasredilmesini gerektiren benzeri meselelerde hep
bu kabilden görüşler serdetmiştir. Adetler konusunda ise, mana (illet) tarafını
ağır bastırmış ve 'mesalih-i mürsele' ile ilmin onda dokuzu olduğunu söylediği
'istihsan' prensiplerini kabul etmiştir. Bu konu üzerinde yeterince duruldu ve
delilleri getirildi. Bu durum sabit olduğuna göre, (hükmün sirayetini) men yolu
ibadet konularında; duraksama (tevakkul) yolu da adetlerle ilgili konularda
uygulanmış olacaktır.
İbadetlerle ilgili
alanlarda da bazen manaların (illetler) dikkate alındığı olur. Bunlardan az
birşeyortaya çıkar ve diğerleri de onlara vurulur. Bu Hanefilerin yolu
olmaktadır. Bazen de adetlerle ilgili konular taabbudi gibi ele alınır. Bu
özellikte olan az birşeyortaya çıkar ve diğerleri de aynen onlar gibi kabul
edilir. Bu da Zahirilerin yolu olmaktadır. Ancak konu ile ilgili asıl prensip
(umde) yukarıda geçendir. Asli men (nefy) ve ıstıshab prensibi de bu kaideye
dönük olmaktadır.
ÜÇÜNCÜ YÖN: Şari'
Teala'nın gerek adetlerle ve gerekse ibadetlerle ilgili hükümleri koyarken
gözetmiş olduğu maksatlar asli ve tabi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mesela
nikah örneğini ele alalım: Bu akit, üreme asli maksadını gerçekleştirmek için
meşru kılınmıştır. Bu asli maksadın peşinden ise şu amaçlar gelir: Ünsiyet,
beraberlik, hel al yoldan birbirinden istifade, Allah'ın yaratmış olduğu
kadında bulunan güzelliklere bakma, kadının malından istifade, kadının
kendisine, kendisinden ya da başka hanımından olan çocuklarına ya da
kardeşlerine bakması, ferc şehveti ve bakma duygusu yüzünden harama düşmeden
korunma, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı daha fazla şükretme gibi
dünyevi ve uhrevi masIahatları gerçekleştirebilme yolunda birbiriyle
yardımlaşma ve bunlara benzer daha başka amaçlar. Bütün bunlar, nikahın meşru
kılınması sırasında Şari'ce gözetilmiş bulunan maksatlardan olmaktadır.
Bunlardan kimisi hakkında açık nass vardır, kimisi de işaret yoluyla
belirtilmiştir. Bazıları da vardır ki, başka bir delille ve hakkında nass
bulunan hükümlerin istikrası yoluyla öğrenilir. Şöyle ki: Bu tabi maksatlardan
hakkında nass bulunanlar, asli maksadı isbat eden, onun hikmetini güçlendiren,
onu istenmesini ve sürdürülmesi ni isteyen; eşler arasındaki yardımlaşma,
şefkat ve sevgi bağlarının meydana gelmesini ve devamını sağlayan şeylerdir ve Şari'in
üre me şeklinde kendisini gösteren asli maksadı da ancak bu yollarla
gerçekleşir. Biz bunlarla, hakkında nass bulunmayan fakat bu saydıklarımıza
benzeyen şeylerin de Şari'in maksadı dahilinde olduğuna istidlalde bulunuruz.
Mesela, Hz. Ömer, Ali b. Ebi Talib'in kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmiş ve bu
evlilikle de neseb şerefine ulaşmak, en soylu aile (peygamber sülalesi) ile
akrabalık bağı tesis etmeyi amaçlamıştır. Hiç şüphe yoktur ki, böyle bir amaç
ile gerçekleştirilen nikah akdi, caiz; böyle bir neticeye ulaşmak için gerekli
sebeplere tevessülde bulunmak da güzel bir hareket olacaktır.
Şimdi bu durumları
ortadan kaldıran şeyler Şari'in maksadına mutlak surette ters düşecektir. Çünkü
sayılan şeylerin zıddı davranışlar, sonuç olarak birlik ve beraberlik,
birbirine ünsiyet ve uyum gibi maksatlara zıt olacaktır. Mesela, üç talakla
boşanmış bir kadını ilk kocasına hel al kılmak için yapılan nikah akdinde
(hulle nikahı) olduğu gibi. Çünkü böyle bir nikah, yasaklanması görüşünde
olanlara göre, Şari' Teala'nın hayatın sonuna kadar şartsız olarak sürmesini
istediği birlik ve beraberlik maksadına ters düşmektedir. Zira böyle bir
nikahtan, daha işin başında gözetilen amaç talak ile hemen sona erdirilmesidir.
Müta nikahında ve aynı anlama gelen diğer nikahlarda da durum aynıdır. Bu gibi
nikahlar, Şari'in beraberliğin sürdürülmesi şeklindeki kasdına daha da şiddetli
bir şekilde ters düşmektedir.
İbadetlerde de durum
aynıdır. Çünkü onlarda gözetilen asli maksat tek olan Mabuda teveccüh etmek ve
her halükarda O'na yönelmek suretiyle O'nu birlemektir. Bununla birlikte bu
asli maksadın arkasından ahirette dereceler kazanmak için, Allah'ın veli
kullarından olmak için vb. kullukta bulunma gib-i makbulolan tali maksatlar
gelir. Bu tali maksatlar, asli maksadı teyit etmekte ve onun
gerçekleştirilmesine doğru itici bir güç olmakta, gizli ve açıktan kulluğun
sürdürülmesi neticesini gerektirici bir hal almaktadır. Asli maksadın teyidi ya
da onun devamı gibi bir katkısı bulunmayan maksatlar ise böyle değildir. Mesela
kanını ve malını korumak, yahut insanların mallarından tırtıklayabilmek veyahut
da onların saygısını kazanabilmek gayesiyle kullukta bulunma gibi. Münafıkların
ve mürailerin kulluk
gösterisinde bulunmaları bu kabildendir. Bunların gözettikleri bu amaçlarda,
asli amaç olan gerçek kulluk görevinin icrası maksadını destekleyen,
güçlendiren ya da onun devamını sağlayan bir unsur bulunmamaktadır. Aksine
onların bu amaçları, asli maksadın terki duygusunu güçlendirmekte ve yapılması
gereken fiiller karşısında onları tembelleştirmededir. Bu yüzden bu gibi amaç
sahipleri fiillerine ancak amacına ulaşabilecek miktar ve zamanda devam
ederler. Eğer amaçlarına ulaşırlar ya da ulaşma imkanı kalmazsa o zaman hemen
terkederler. Yüce Allah onlar hakkında olmak üzere: "İnsanlar içerisinde
Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik
gelirse yatışır, başlarına bir bela gelirse yüz üstü dönerler .... "[Hacc
11] buyurmaktadır.
Her ne kadar fiilin
gereği kasıtsız olarak tabilik yoluyla ortaya çıkıyorsa da fiilin gerçekleşme
amacı olan böyle bir maksat, Şari'in kasdına tersdir. Şöyle ki: Nikahın
devamlılığını teyid eden bir maksat üzere nikah akdinde bulunan bir kimse daha
sonra eşinden ayrılabilir ve bu durumda fiili netice müta ya da hulle
nikahından farksız olabilir. Asli kasdı tekid edici kasıd üzere Allah'a
kullukta bulunan kimse sonuç itibarıyla kan ve mal güvenliğine kavuşur;
insanlar arasında mertebe ve saygınlık kazanır. Bu haliyle o riya ya da
desinler için am el eden kimse ile aynı olur. Ancak aralarındaki fark açıktır.
Çünkü asli kasdı teyid edecek tabi kasıd sahibi, o amellerde devamlılık
göstermeye layık ve ehil iken; teyid edici olmayan maksatları besleyen kimse o
amelden kopmaya namzettir.
İTİRAZ: Bu zıdlık, ayni
bir muhalefet getirmesi noktasında mı aranır?
Yoksa sadece uygun
düşmeme neticesini getirmesi yeterli midir? Şöyle ki: Mesela müta nikahı kesin
olarak bizzat ayrılığı gerektirir. Çünkü müta nikahının Şari'in kasdına
muhalefeti aynıdir. Bir de beraberliği gerektirmeyen fakat bizzat ayrılığı da
gerektirir denilemeyen kadına zarar verme yahut onun malını alma veyahut da ona
kötülük yapma gibi amaçlarla nikah akdinde bulunan kimsenin durumunu ele
alalım: Bu kimsenin maksadı, nikahın meşruiyetinde gözetilen Şari'in maksadına
ters düşmektedir; ancak ayni bir muhalefeti de gerektirmemektedir. Zira kocanın
kadına zarar verme kasdından, fiilen ona zarar vermesi gibi bir netice lazım
gelmez; keza zarar verme işi gerçekleşse bile bundan talakın vukuu lazım
gelmez; çünkü sulh vardır yahut kocanın evliliği sürdürmesine hükmedilebilir
veyahut kocanın kafasındaki bu kötü düşünceler gider ve kadına iyi davranmaya
başlayabilir. Bu durumda her ne kadar ilk kasıd ayrılığı gerektirici ise de, bu
gerektirme işi ayni (fiili, zaruri) değildir.
CEVAP: Hem ibadetlerde
hem de adetlerle ilgili konularda aynı muhalefetin gereğinin menedileceğinde ve
onun mutlak surette batıl olacağında kuşku yoktur. Mesela haddizatında meşru
olması imkan dahilinde olsa bile şer'i maksatlar açısından meşru olmadığı belli
olan bir yolla Allah'a kulluk izharında bulunmak sahih değildir. Böyle bir
kasıt ile evlenmesi de aynı şekilde sahih olamaz. Ama ayni muhalefeti
gerektirmeyen durumlara gelince -kadına zarar verme kasdı ile, keza caiz
olduğunu kabul edenlere göre hülle nikahında olduğu gibi- bu konu üzerinde
dikkate alınan iki yön vardır; çünkü kasıt her ne kadar uygun değilse de ayni
muhalefet durumu ortaya çıkmamıştır. Bu durumda uygunluğun bulunmaması tarafı
üzerinde duranlar o fiili men cihetine gitmişlerdir. Bizzat muhalefet durumunun
ortaya çıkmaması üzerinde duran kimseler de o fiili men cihetine
gitmemişlerdir. Bu kadına zarar verme kasdı ile yapılan nikah örneğinde açıkça
ortaya çıkar. Çünkü bu, aslında caiz olan nikah ile kötülükte ve yasak olan
şeyde dayanışma kabilindendir. Nikahın başlı başına kendisine ait bir hükmü
vardır ve onun sürmesi ya da ayrılığın meydana gelmesi mümkündür. Şu kadar var
ki, zarar verme kasdı ayrılığın meydana geleceği ihtimalini güçlendirmektedir.
Bu kadarını dikkate alan ve men için yeterli görenler men cihetine gitmiş;
dikkate almayanlar da onu caiz görmüşlerdir.
FASIL:
Bu bahis, Şari Teala'nın
hem ibadetlerle hem de adetlerle ilgili konularda tabi maksatları bulunduğu
esası uzerine kuruludur. Adetler konusunda durum açıktır ve ilgili örnekler de
geçmiş bulunuyor. İbadetler konusunda da aynı şey sabit bulunmaktadır.
Mesela namazı ele
alalım: Onun asıl meşruiyet sebebi Allah Teala'nın huzurunda saygı ile durmak,
ihlas ile ona yönelmek; O'nun huzurunda hor ve hakir olarak dikilmek; O'nu anmak
suretiyle nefs e kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır: Yüce Allah bu meyanda
şöyle buyurur: "Beni anmak için namaz kıl"[Ta Ha 14] "Muhakkak
ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor; Allah'ı anmak ne büyük şeydir.
"[Ankebut 45] Hadiste de: "Şüphesiz namaz kılan, Rabbi ile münacatta
bulunur" buyrulmuştur.
Sonra namazın tabi
maksatları da vardır: Çünkü namaz, çirkin ve kötü olan şeylerden alıkor; dünya
meşgalelerini bir an olsun unutmaya ve böylece dinlenmeye yardım eder. Nitekim hadiste
Hz. Peygamber'in Bilal'e "Bizi ferahlat ya Bilal!" dediği rivayet
edilmiştir. Keza hadiste: "Gözümün aydınlığı namazda kılındı"
buyrulmuştur. Namaz rızık talebine vesile kılınmıştır. Nitekim Yüce Allah:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden
rızık istemiyoruz, Sana rızık veren Biziz''[Ta Ha 132] buyurmaktadır. Birazdan
gelecek hadiste de bu mana açıklanmıştır. NamazIa ihtiyaçların giderilmesi
amacı vardır; istihare namazı ile hac et namazı bunun için meşru kılınmıştır.
Cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak amacı vardır ki, bu halis genel bir
fayda olmaktadır. Namaz kılanın Allah'ın koruması altında olması amacı vardır:
Hadiste:
"Kim sabah namazını
kılarsa; o Allah'ın himayesinde olur" buyrulmuştur. En yüce mertebelere
erişme amacı vardır. Yüce Allah: "Ey Peygamber! Geceleyin uyanıp, yalnız
sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek bir makama
yükseltir''[İsra 79] buyurur. Yüce Allah, gece ibadeti karşılığında ona övgü
makamını (makam-ı mahmud) vermiştir.
Oruçta, şeytanın
dolaştığı yolları tıkamak; cennete Reyyan kapısından girmek; bekarlık halinde
onunla harama düşmekten korunmak gibi tali maksatlar vardır: Hadislerde şöyle
gelmiştir: "Ey gençler! Sizden hali-vakti yerinde olanlar evlensin ....
Evliliğe güç yetiremeyenler ise oruç tutsun; çünkü oruç onun için bir
siperdir''; "Oruç bir kalkandır ... ''; "Kim oruç ehlinden ise, o
cennete Reyyan kapısından davet edilir. "
Aynı şekilde diğer
ibadetlerde de uhrevi faydalar -ki bunlar genel olmaktadır-yanında dünyevi
faydalar da bulunmaktadır. Bütün bunlar asli faydaya tabi durumundadır. Asli
fayda, daha önce de geçtiği gibi Allah'a itaat ve O'na tazimde bulunmaktır.
Bundan sonra zikredilen-edilmeyen bütün faydalar asıl maksadın peşinden gelen
tali maksatlar olmaktadır. Tabi olan bu maksatlar geçen taksim doğrultusunda
ele alınır ve değerlendirilir: Birincisi asli maksadı teyid eden ve onu
güçlendiren tali maksatlar. Genel ya da özel sevap talebinde bulunmak gibi.
İkincisi bunun zıddı maksatlardır. Mal ve makam talebi gibi. Bu kısımdan olan
amaçlar, asli maksadı desteklemek yerine onu zayıflatır ve ortadan kalkmasını
temin eder ya da hızlandırır. Üçüncüsü, oruç ile şehveti zayıflatmak gibi olan
ve hazlar bahsinde sözkonusu edilen tabi maksatlardan bulunanlar. Bu konu
üzerinde yeterince durmak uygun olur. Keza asli maksadı teyid sonucunu
gerektirmeyen ikinci kısım üzerinde, yine bunlardan ayni zıdlık doğuranlarla
ayni zıdlık doğurmayanlar üzerinde iyice düşünmek yerinde olur.
Sonra burada ibadetlerle
ilgili olmak üzere bir başka nokta daha var:
Bu, ibadetlerle,
itaatkar kul için sonuçta Allah tarafından bahşedilen nimetlerin ve
mertebelerin talepte bulunulması açısındandır. Bunların başında da ahirette
sevap alma, cennete girme ve orada yüksek dereceler kazanma arzusu gelir. Bu
arzu, insanı amele -ki onun esasını Allah'a saygı ve O'nun büyüklüğü karşısında
eğilme amacı teşkil eder- itici bir rol oynadığı için, bu yönden icra edilen
bir kulluk sahih olmakta ve herhangi bir şaibe içermemektedir. Çünkü bu tavırda
nihai amaç; bu nimetleri elinde bulundurana yönelmek ve O'na karşı ihlas
göstermek şeklini alacaktır. Bazılarının bu amaçla yapılan kulluk görevini bir
nevi icare akdine, sahibini de kötü kula benzetmesi yerinde değildir. Bu nokta
üzerinde daha önce durulmuştu.
Diğer taraftan, övülmek,
saygı görmek ve dünyevi çıkar elde etmek amacıyla amelde bulunması halinde,
yaptığı şey riya olacaktır ve daha önce de geçtiği gibi bu gibi amellerde sebat
edemeyecektir. Keza onun bu ameli asliyeti üzere olmayacaktır; zira ihlas
yoktur ve yaptığı şey boşuna olacaktır. Allah için olduğu varsayılsa bile, onun
bu gibi şeylerin husulüne yönelik kasdı, Allah'a olan ihlas kasdını
güçlendirici ve destekleyici değil; aksine ihlas duygusunu terk tarafını
güçlendirici bir özellik arzedecektir.
Ancak ihsana muhtaç
olması durumunda, onu Allah'tan istemelidir.
Men ve sebeblerin
bulunmaması nedeniyle kendisine isabet eden sıkıntı yüzünden ondan istenilir ve
bu durumda ameli, insanlar görsün için değil mahza ihlasın gereği olur. Bunun
sahihliği konusunda bir problem yoktur. Çünkü o, kulluk icrasının meşruiyet
amacı olan Allah'a saygı ve O'nun huzurunda durma amacını gerektirici ve
güçlendirici bir özellik arzeder. Bunun dayanağını da Yüce Allah'ın:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden
rızık istemiyoruz; sana rızkı veren Biziz''[Ta Ha 132] buyruğu olmaktadır.
Rivayete göre Hz. Peygamber [s.a.v.], ehlinin Allah'ın lütfuna ve rızkına
muhtaç duruma düşmesi halinde, bu ayet gereğince onlara namaz kılmalarını
emrederdi. Bu Allah için kılınan bir namazdır, ancak onunla Allah katında
bulunan nimetler istenilmektedir.
İbnu'l-Arabi ve şeyhi de
bu doğrultuda görüş serdetmişlerdir: Şöyle ki: Bir insanın adaletini isbat
etmesi, imametinin sahih olması ve kendisine uyulması için amelini izhar etmesi
durumunda; eğer o kişi şer'an imamet şartlarının tam olarak kendisinde
bulunması ve kendisinden başka o makama layık başkasının da bulunmaması
sebebiyle o ameli yapmakla memur ise, bu durumda o ikisine göre o kimsenin
amelini izhar etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü o bu haliyle emrolunduğu şeyi
yapmaktadır ve o zahir ibadetler ibadetin asli meşruiyet sebebini zedelemezler.
Ama (şer'an yukarda geçen şartlardan birini bulundurmaması sebebiyle memur
olmayıp) insanlar katında adaletinin sübut bulmasını ya da imamlık yapmayı vb.
kasdeden kimsenin durumu farklıdır. Çünkü bu durum korku vericidir ve bu amel
devamlılık gerektirmez; çünkü onda ibadet yoluyla insanlardan makam ve saygı
talebinde bulunma vardır.
Burada üzerinde
durulacak noktalardan biri de, velilik derecesine ya da ilim ve benzeri bir
makama nailolmak üzere uzlete çekilme ve kendisini ibadete verme hususudur. Bu
konuda da iki durum bulunmaktadır:
Caiz olan yönün delili:
"Bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder yap''[Furkan 74] ayeti ve
mü'minin hurmaya benzetildiği belirtilen hadistir. Bu hadiste Hz. Ömer,
("Cevabın hurma olduğu aklıma geldi ama söylemedim" diyen oğluna):
"O cevabı vermiş olman; bana şundan şundan daha sevimli olurdu" demiştir.
Utbiyye'ye bakınız. Bu konuda mevcut bulunan İmam Malik ile şeyhi arasındaki
ihtilafın bu iki noktaya indirgendiği kanaatindeyim.
Bu türden problem
arzeden hususlardan biri de, insanın kendisini ibadete vermesi suretiyle
herşeyden soyutlanması, ruhlar alemine muttali olması, melekleri görmesi,
harikuladelikler elde etmesi, keramet sahibi olması, garib ilimlere ve manevi
alemlere vakıf olması vb. gibi amaçlarla kullukta bulunmasıdır.
Böyle bir davranış için
şöyle demek mümkündür: Kulluk icrasıyla böyle bir kasıtta bulunmak caizdir;
çünkü sonuç itibarıyla velayet derecesine ulaşmak, Allah'ın seçkin kullarından
olmak, insanlar içinde seçkin bir yer edinmek anlamına gelir. Bu ise talep
edilmesi sahih birşeydir ve şeriatta bu amaca yükselmek için çalışmak meşru
bulunmaktadır. Bundan önce geçen deliller, bu kısmın da caizliğini ortaya kor;
aralarında bir fark yoktur.
Şöyle de denilebilir:
Bunlar bir önce geçen tarzdan değildir. Çünkü bunlar, gayb ilmi hakkında
düzmecede bulunma girişimidir ve Allah'a yapılan ibadeti bu tür şeylere bir
araç kılma da durumun vehametini artırmaktadır. Bu haliyle o, bir an evvel
Allah'a ibadetten kopmaya namzet gözükmektedir. Çünkü bu kasdın sahibi bir
açıdan Yüce Allah'ın: "İnsanlar içerisinde Allah'a bir yar kenarındaymış
gibi kulluk edenler vardır. Onlara bir iyilik gelirse yatışır, başlarına bir
bela gelirse yüz üstü dönerler ... "[Hacc 11] buyruğu altına girmektedir.
Bu tipler de aynıdır; eğer arzuladığı şeye ulaşırsa sevinir ve yaptığı
ibadetlerden kasdı da o olur; bunun neticesinde o talepte bulunup da ulaştığı
şey gittikçe nefsinde güç kazanır; ibadet duygusu ise zayıflar. Eğer maksadına
ulaşamaz ise, o zaman da ibadetleri bir tarafa atar; belki de Allah Teala'nın
salih kullar için vermekte olduğu bu amellerin sonuçlarını yalanlamaya bile
kalkar. Rivayete göre birisi: "Kim kırk sabah Allah için ihlaslı olursa;
hikmet pınarları onun kalbinde ve dilinde dökülmeye başlar" hadisini
işitmiş ve hikmet elde etmek için bu işi yapmaya kalkmış, fakat bir türlü
hikmet kapısı kendisine açılmamış. Bu olay fazilet sahibi birisine ulaştığında
şöyle demiştir: "O kimse hikmet için ihlasta bulunmuştur; Allah için
ihlasta bulunmamıştır." Benzeri diğer durumlarda da hüküm aynı olacaktır.
Bu tür şeyleri talepte bulunmaya delalet edecek bir delilin bulunduğunu
bilmiyorum. Kaldı ki bunların aksini gösteren deliller bulunmaktadır. Çünkü
yükümlülüklerle ilgisi bulunmayan ve gaybla ilgili bulunan şeylerin elde
edilmesi bizden istenilmemekte ve onları elde etmek için bir teşvik de
yapılmamaktadır. Tefsir kitaplarında anlatıldığına göre adamın biri Hz.
Peygamber'e [s.a.v.]: "Hilale ne oluyor ki, iplik gibi incecik gözüküyor,
sonra gittikçe büyüyor ve dolunay halini alıyor, sonra da ilk halini
alıyor?" diye sorar. Bunun üzerine: "Ey Muhammed! Sana hilal
halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanların ve hac vakitlerinin
ölçüsüdür. Evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir"[Bakara 189] ayeti
iner. Yüce Allah bu ayette, bu soruyu, bir nevi eve kapı varken arkasından
girme gibi telakki eder. Çünkü o, soruyla öğrenilmesi istenilmeyen birşeyi
istemekteydi.
İTİRAZ: Allah'ı,
sıfatlarını ve fiillerini bilmek onun eserlerini bilmek ölçüsündedir. Manevi
alemler de onun eserlerindendir. Harikuladelikler nefsi takviye eder ve Allah'a
dair olan bilgi derecesini yükseltir.
CEVAP: İtiraz yerinde
değildir. Çünkü şer'an ilim, sadece am el için istenilmiştir. Nitekim bu konu
mukaddimeler bahsinde geçmiştir. Şühüd aleminde bulunanlar bu konuda yeterli
hatta ihtiyacın üzerindedir. Fazlası boşunadır. Öbür taraftan bu, İbrahim'in:
"Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster"[Bakara 260] dediği
gibi kısmen istenilir olsa da buna çeşitli açılardan cevap verilecektir.
(1) Dua ile harikuladelikler talebi, dua ile ilim
için basiretin açılması talebi yerinde isteklerdir. Asıl tartışma konusu
Allah'a kulluğa başlayan ve bununla harikuladelikler elde etmeyi amaçlayan
kimse hakkındadır. Dua kapısı, hem dünya hem de ahiretle ilgili konularda -eğer
bir masiyet içermiyorsa- şer'an açıktır. İbadetten kasıt ancak ve ancak Allah'a
yönelmek ve ona ihlas ile am el etmek, huzurunda huşu ile durmaktır ve asla
ortaklık kabul etmez. Ahirette ecir ve sevap talebi eğer Allah için ihlas ile
amel etme esas maksadını teyid etmeseydi, o zaman ibadetler işlenirken onlara
yönelik bir amaç bulundurulması caiz olmazdı. Kaldı ki erbab-ı halden pek çoğu
böyle bir amacı asla bulundurmazlar. Bu durumda her ikisi yani dua ederek
harikuladelikler talebinde bulunma ile harikuladelikler elde etmek için
ibadette bulunma nasıl birbirine denk tutulabilir? Aralarında düşünen kimseler
için ne kadar fark vardır.
(2) Şayet biz bütün bunların hepsine delilolarak
kullanabileceğimiz malzeme bulamasak bile şühüd aleminden gayb alemine intikal
konusunda haklı mazeretimiz bulunur. Nasılolmasın ki?! Şühüd aleminde mevcut
öyle acaiblikler, tuhaflıklar vardır ki, bunların elde edilmesi yakın,
gözlenmesi kolaydır; buna rağmen zaman durdukça onlar baki kalacaklardır ve
bunlarla ilgili bilgilerin yüzde birine dahi ulaşıl,amayacaktır. Aklı başında
bir kimse en basit bir ayete, en hor görülen bir yaratığa bakacak olsa,
Yaratıcının onlar içerisine yerleştirmiş olduğu acaiblikler ve hikmetler
üzerinde düşünecek olsa hayrete düşer ve onlan kavramaktan aciz olduğunu itiraf
eder. Yüce Allah da yüce kitabında işte bu noktaya dikkat çekmiş bulunmakta ve
şöyle buyurmaktadır: "Göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı
her şeyi ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimalini düşünmüyorlar mı? ..
"[A'raf 185]; "Bu insanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl
yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir
bakmazlar mı?..''[Ğaşiye 17]; Onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız,
süslemişiz, bir bakmazlar mı? Onda hiçbir çatlak da yoktur .... "[Kaf 6]
Malumdur ki, Yüce Allah, onlar için perdelenen şeyler üzerinde düşünmelerini
emretmemiştir ve onların bu gibi şeylere ancak harikuhıdelikler yoluyla vakıf
olabilecekleri de aşikardır. Çünkü ayetler nadiren de olsa ulaşılması mümkün
olan şeyler üzerine dikkat çekmektedir. Meleklerin ve gayb alemlerinin
zikredildiği ayetler üzerinde durulduğu zaman, onların, üzerinde düşünülmesi
istenilen şeylerden olmadığı, onlara ve onların zat ve hakikatlarına vakıf
olunmasının istenmediği görülecektir. Bu ayırım, gaybi alemler üzerinde şer'an
düşünme talebinin bulunmadığına dair delilolarak yeterli olmaktadır. Şer'an
talep bulunmadığına göre, onların istenilmesi de uygun olmayacaktır.
(3) Bu özel isteğin arkasında felsefi bir düşünce
yatmaktadır. Çünkü nefsin soyutlanması ve duyular aleminin ötesinde yer alan
alemlere muttali olma çabaları antik filozoflar (mütekaddim hukema) ve ehil
olsun olmasın derin araştırmalara dalan felsefecilerden nakledilmiştir. Bu
yüzden onlar, bu gibi bilgilere ulaşabilmek için şeriat-ı Muhammediyede yeri
bulunmayan mesela sadece bitki türleriyle beslenip canlı veya canlılardan elde
edilen ürünleri yememek gibi özel riyazet şekilleri ortaya koymuşlardır.
Bunların ileri sürdükleri bu gibi şartlar hakkında ne şeriatta bir dayanak, ne
de selef-i salihinden bir örnek, ne de bir açıklama bulunmamaktadır. Nitekim
dünyadan soyutlanma ve manevi alemlere daIma ve bunlarla bağlantılı olan diğer
haller gibi şeyler de onlardan nakledilmiş değildir. Dolayısıyla bu durum,
onların istenilmemiş olduğu konusunda yeterli bir delildir. Konuya -Allah'ın
izniyle- ileride de temas edilecektir.
(4) Gayb alemi ile ilgili manevi haller ve gaybi
acaibliklere vakıf olma talebi, duyular aleminde bizim için ırak olan ülkeler
ve şehirler gibi yerlere, toprak altında bulunan şeylere vakıf olmamız talebi
gibidir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın eserlerinden olmaktadır. Nasıl ki,
mesela Endülüslü birinin Bağdad, Horasan ve en uzak Çin ülkelerine muttali olma
kasdıyla Allah'a kulluk icrasında bulunması caizdir denilemezse, duyular alemi
ile ilgili olmayan gaybi şeylere muttali olma kasdı ile kullukta bulunma
konusunda da durum aynı olmalıdır.
(5) Bir an için bunun caiz olduğu farzedilecek
olsa, o zaman bu pek çok engellerle ve yol vermeyecek manialarla kuşatılmış
olacak ve bunlar insan ile amacı arasına girecektir. Onlar (engeller) ancak
birer denemedir ve Yüce Allah nasıl davrandıklarını ortaya çıkarmak için
onlarla kulları dener. İnsan bu gibi şeylerin masIahat tarafı ile, sahibine
arız olacak mefsedet tarafını tarttığı zaman; mefsedet tarafının daha ağır
bastığını görecektir. Bu durumda, onların talep edilmiş olması tarafı hafif
kalmış (mercuh) olacaktır. Bu yüzden, sufiyyeden tahkik erbabı olan kimseler
onların talebine meyletmemişler ve ibadetlerine herhangi bir şaibenin
karışmasına asla razı olmamışlardır. Hatta bazıları bu konuda aşırı gitmiş ve
sevap amacıyla ibadet etmeyi bile bir icare akdine benzetmişlerdir. Engellerin
en güçlüsü de, konum itibarıyla tam ihlas gerektiren namaz, oruç, zikir vb.
gibi ibadetlerle bu tür şeylerin talepte bulunulmasıdır. Bu zikredilenler
karşılığında haz talebinde bulunmak uygun değildir. Manevi alemlerle ilgili
bilgi talebinde bulunan kimse ya bunu Allah ve Rasulünün emri olduğu için
yapmaktadır. Bu ihtimal doğru değildir; çünkü böyle bir emir yoktur. Ya da
kendi türünden hiçbir kimsenin bilmediği şeylere vakıf olma tutkusundan dolayı
yapmaktadır. Bu durumda onun hali, uzak ülkeler görmek ve yeryüzünün
acaibliklerini müşahade etmek amacıyla -asla başka bir amaç taşımaksızın-
yolculuk yapan bir kimsenin haline benzer. Bu ise katkısız nefsani bir hazdır
ve asla ibadet anlamı taşımaz. Kısaca bu gibi şeyler, esasta ibadetlerin
konuluş amacı olan katkısız kulluk görevinin gerçekleşmesi maksadını
desteklemez.
İTİRAZ: Seleften
bazılarına unutmamanın ilacı sorulmuş da, o günahları terketmektir, diye cevap
vermiştir. Meşhur bir kaide de der ki, taat taati destekler ve hayır hayırdan
başka bir şey getirmez. Nitekim hadiste de böyle gelmiştir. Aynı şekilde şer de
şerden başka birşey getirmez. Şimdi, acaba bir insan hayra ulaşmak için hayır
yapamaz mı? Eğer bu soruya hayır dersen, bu kaidenin aksine olmuş olur. Yok
evet dersen, o zaman da esas olarak koymuş olduğun şeye muhalefet etmiş
olursun.
CEVAP: Bu ayrı birşey.
Çünkü insan bazen mesela falan hayır işine ulaşmasına engelolan şeyin bir şer
işi olduğunu bilebilir ve sevap alacağı o hayıra ulaşabilmek için o şerri
terkeder. Veyahut da bir hayır işinin kendisini başka bir hayır işine
ulaştıracağını bilir ve o hayır işi işler. Bu taate taatle yardımcı olmaktır ve
bunda herhangi bir problem de bulunmamaktadır. Yüce Allah bu meyanda şöyle
buyurur: "Sabır ve namaz ile yardım talebinde bulununuz"[Bakara 45];
"İyilik ve takva üzere yardımlaşınız."[Maide 2] Ezber (unutkanlığa
düşmeme) meselesi bu kabildendir. Üzerinde durulan konu ise, taat ile nefsani
bir haz talebinde bulunma anlamına gelmektedir. Böyle bir maksadın bulunduğu
yerde amelin ihlastan uzak olması son derece normal bir haldir.
Buraya kadar
arzedilenleri özetleyecek olursak şöyle diyebiliriz: Tabi maksatlardan bir
kısmı vardır ki ibadetten gözetilen asli maksadı güçlendirmekte ve ona yardımcı
olmaktadır; ihlası zedeleyici de değildir. İşte bunlar caiz ve makbulolan tabi
(tali) maksatlar olmaktadır. Böyle olmayanlar ise caiz olmayacaklardır.
Asli maksatIara tabi
olan maksatlar üç kısımdır:
(1) Asli maksatların
teyidini ve onların sağlamlaştırılmasını gerektiren, onların
gerçekleştirilmesine yönelik arzu ve rağbeti uyandıran kısım. Meşru bir sebeble
bunların gerçekleştirilmesine yönelik bir kasıt bulundurmak Şari'in kasdına
uygundur ve dolayısıyla sahihtir.
(2) Bizzat onların
ortadan kalkmasını gerektiren tabi maksatlar. Bunlara yönelik kasıt
bulundurmanın aynen Şari'in kasdına muhalefet olduğu konusunda da herhangi bir
problem bulunmamaktadır. Dolayısıyla ittifakla bunların vücuda getirilmesine
yönelik sebeblere başvurmak da sahih olmayacaktır.
(3) Tekit ve teyid ya da
bir bağ gerektirmeyen, ancak asli maksatları bizzat ortadan da kaldırmayan
kısım. Bu gibi maksatların bulundurulması adetler konusunda sahih, fakat ibadetler
konusunda sahih değildir. İbadetlerde sahih olmadığı açıktır. Adetlerle ilgili
konularda sahih olmasına gelince; sebebiyet verdikten sonra rabt ve sağlama
almanın meydana gelmesi caiz olduğu içindir. Bu konuda ihtilafın olması
mümkündür: Çünkü şöyle denilebilir: Asli maksadın teyid ve tekidini
gerektirmediğine göre, -ki Şari'in kasdı tekit olmaktadır- bu sebebiyet verme
Şari'in maksadına uygun olmaz; dolayısıyla da sahih olmaz. Şöyle de
denilebilir: Onun Şari'in kasdına uygun olmadığını söylemek doğru olabileceği
gibi, muhalif olmadığını söylemek de doğru olur. Zira o Şari'in koymayı
amaçladığı şeyi kesin olarak kaldırmayı kastetmemiştir. O sebebiyet verme
sırasında kendisi ile birlikte Şari'in maksadının da husule gelebileceği bir
durumu kastetmiştir. Şeriatta da sebebiyet vermenin kaldırılmasına yönelik
hususların bulunması bunu teyid eder. Bu meyanda ilk bakışta Şari'in kasdına
ters düştüğü intibaını veren şeyler meşru kılınmıştır. Mesela, nikahın ortadan
kaldırılması için talak; alış-veriş akdinin ortadan kaldırılması için ikale
konulmuş; kısasta af meşru kılınmış; azle ruhsat verilmiştir. Çünkü bunlar
Şari'in maksadına aynı olarak muhalif değillerdir. Nikahla sadece şehvetini
gidermeyi kastetmesi ve Şari'in nikahtan gözettiği asli üreme maksadını gözetmemesi
de bunun benzeri olmaktadır. Bu daha önce de gectiği gibi Şari'in kasdına
muhalefet olmamaktadır.
Verilen diğer örneklerde
de durum aynı olacaktır.
Şari'in kasdına mutlak surette
muhalif olan kimsenin durumu bu kısımdan değildir. Bu birşeyi elde etmek için
hile yollarına başvurmak oluyor. Ancak burada sözü edilen hilenin, ardında
bulunan şeye ulaşmaktan başka şer'an dikkate alınacak birşey içermeyecek ve
abes (boş) denilecek bir şekilde gerçekleşmiş olması gerekiyor. Amacına
ulaşmasıyla da sebebiyet verdiği şeyortadan kalkıyor ve asıl maksat ihlale
uğruyor. Bu da ancak, asli sebebiyet vermenin şer'an sakat olmasındandır. Ama
aslı maksadın bozulmaması veya temelinden bozuk olmaması mümkün ise, o zaman
bir açıdan şer'ı maksada muhalif düşmemektedir ki, bu konu ictihada açıktır.
Sebebiyet vermeye yasağın eşlik etmesi durumu da ictihad mahalli olarak
kalmaktadır. Daha önce bu konu üzerinde söz edilmişti. Allah'u a'lem!
DÖRDÜNCÜ YÖN: Şari'in
maksadının öğrenilebileceği yollardan biri de gerektirici sebebin (esbab-ı
mucibe) bulunmasına rağmen sebebiyet vermenin (tesebbüb) meşru kılınması ya da
amellerin şeriliğinin belirtilmesi konusunda sükut geçilmesidir. Şöyle ki:
Şari'in hükmü belirlemeden süklit geçmesi iki şekilde olur:
(a) Esbab-ı mucibesi
bulunmadığı için sükut geçmiş olabilir. 'Nevazil' denilen Hz. Peygamber
[s.a.v.] devrinde bulunmadığı halde daha sonra ortaya çıkan olaylarla ilgili
hükümler hakkındaki sükut gibi. Bu olaylar o zaman yoktu ve dolayısıyla var
olduğu halde haklarında Şari'ce sükut geçilmiş değildi. Daha sonra ortaya çıktı
ve bunlar karşısında bulunan şeriat alimleri bunlar üzerinde düşünmeye ve külli
kaide ve genel esaslar doğrultusunda onlara hukuki yapılar kazandırmaya ihtiyaç
gösterdiler. Selef-i salihinin ortaya koymuş oldukları şeyler işte bu kabilden
olmaktadır. Mesela Kur'an'ın mushafhaline getirilmesi, ilimlerin tedvin
edilmesi, zanaatkarlara tazmin sorumluluğu getirilmesi vb. gibi Hz. Peygamber [s.a.v.].
zamanında ismi geçmeyen, onun zamanının olaylarından olmayan, onlarla amel için
esbab-ı mucibesi henüz bulunmayan olaylarda olduğu gibi. Bu gibi meselelerin
şer'an konulmuş olan esaslar doğrultusunda yerlerini alacağı ve hukuki yapı
kazanacakları konusunda bir problem yoktur. Bunlarda gözetilen şer'i kasıd daha
önce belirtilen yollardan anlaşılmış olacaktır.
(b) Esbab-ı mucibesi
varken sükut geçme: Hükmü gerektirici sebeb bulunmakta, buna rağmen olayın
meydana gelmesi sırasında daha öncebulunan hükme ilave olarak yeni bir hüküm
belirtilmemektedir. Bu kısımdan olan sükut, o konudaki hükmün artırılmaması ya
da eksiltilmemesi hususunda nass gibi kabul edilmektedir. Çünkü ameli hükmün
konulması için esbab-ı mucibe varken konulmaması, o anda bulunan kısım üzerine
ilave de bulunmanın bir fazlalık ve bidat olduğu ve Şari'in kasdına muhalif
bulunduğu konusunda sarih olacaktır.
Zira onun kasdından,
ilgili konuda belirlenen sınırda durulmasının istendiği, ne ziyade ne de
noksanlığa gidilmemesinin istenmediği anlaşılacaktır.
Buna örnek olarak Maliki
mezhebinde şükür secdesinin hükmünü verebiliriz. Utbiyye'de Eşheb ve İbn
Nafi'den nakille yer alan mesele şöyle:
İmam Malik'e şöyle bir
soru soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden Allah'a
şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir?" O şöyle cevap verir:
"Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle bir şey
yoktur." Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebu Bekir, Yemame
gününde Allah'a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi?"
dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebu Bekir'e isnad edilen bir
yalan olduğu kanaatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra 'Bu aksini
işitmediğim birşeydir' demesi bir tür sapıklıktır" der. Onlar: "Biz
bunu sadece senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için
soruyoruz" dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden işitmediğin bir
başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber'e ve ondan sonra da diğer
müslümanlara Allah fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey
yaptığını işittin mi? İnsanlar arasında ve onlar üzerinde cereyan eden olaylar
hakkında bir mesele ile karşılaşmış ve o konuda onlardan hiçbir şey
işitmemişsen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onların konuyla ilgili
bir hükümleri olsaydı mutlaka zikredilirdi. Zira daha önce geçen insanların
durumlarını ilgilendiren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen
onlardan hiçbirisinin secde yaptığını işittin mi? Bu bir icmadır. Sana
bilmediğin bir durum gelirse onu bırak" Rivayetin tamamı böyle. Rivayet
onun hem soru hem de cevap takdirinde bulunduğunu gösteriyor.
Problemin izahı şöyle:
Mesela bid'atler konusunda şöyle denilecektir: 'Onlar, Şari'in yapılması
hakkında sükut ettiği şeyin işlenmesidir veya işlenmesine izin verdiği şeyin
terkedilmesidir ya da bunun dışında başka bir durumdur.' Birincisine örnekler:
Yapılmasına dair bir delilolmaması sebebiyle İmam Malik'e göre şükür secdesi,
namazların arkasında toplu olarak dua etme, Arafat dışında diğer yerlerde arafe
gününde ikindiden sonra dua için bir araya toplanma. İkincisine örnek:
Konuşmamak suretiyle oruç tutma, belirli şeyleri yememe suretiyle riyazette
bulunma. Üçüncüsüne örnek: Zıhar keffaretinde köle azad etme imkanı bulunan
kimsenin pe şi peşine iki ay oruç tutmayı üstlenmesi.
Bu üçüncüsü şer'i nassa
muhalif olmaktadır; dolayısıyla asla sahih olamaz. Onun çirkin bir bidat olduğu
açıktır.
İlk iki kısma gelince,
-ki bunlar aslında Şari' Teala'nın yapılması ya da terkedilmesi hakkında sükut
geçtiği şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi olmaktadır- bunların Şari'in
kasdına muhalefetleri ya da onların meşrfr olan şeylere muhalif olduğu nereden
bilinmektedir? Onlar meşrfr ile birlikte aynı mahalde varid olmuş değillerdir.
Bilakis onlar mahiyet bakımından mesalih-i mürsele gibidirler. Bidatler,
ehlinin iddiada bulunduğu maslahatlardan dolayı ihdas edilmişlerdir ve onlar
bidatlerin ne Şari'in kasdına ne de amellerin konuluş şekline muhalif
olmadığını iddia etmektedirler. Kasda muhalif olmadığı bilfarz kabul edilmekte;
fiile gelince, Şari Teala, bu ihdas edilen amelle çelişme durumunda olan ne bir
fiil emretmiş, ne de bidatçinin işlemiş olduğu şeyle çelişen bir terk talebinde
bulunmuştur. Namazın terki ve içki içilmesi gibi. Aksine işin hakikati şudur:
İhdas edilen şey, Şari' katında sükut geçilmiş birşeydir. Hakkında Şari'ce
sükut geçilen şeyin yapılması ya da terkedilmesi durumunda muhalefet gerekmez.
Onun zıddına Şari'e ait bir kasdın bulunduğunu da ifade etmez. Durum böyle
olunca biz o şeyin içerdiği masIahat üzerinde dururuz: Onlar içerisinde
masIahat bulduklarımızı 'me salih-i mürsele' prensibini harekete geçirerek
kabul; mefsedet bulduklarımızı da yine aynı prensipten hareketle terkederiz.
Kısaca: Mana bakımından kötülenmesi gerektiği farzedilen ihdas edilmiş
şeylerle, övgü ile karşılanan ihdas edilmiş şeyler eşittir. Bu durumda övgü ya
da yergiye özelolarak delalet eden bir nass yok iken şunun övgüye, ötekinin de
yergiye maruz kalması nasıl izah edilecektir? Cevap, İmam Malik'in
zikrettiğidir. Burada esbab-ı mfrcibe varken fiilden ya da terkten söz
edilmemesi, sükut geçenin o konuda bir ziyadeye gidilmemesine dair azminin
olduğunu gösterir. Sükuttan amaç budur. İbn Rüşd şöyle der: Bu konunun izahı
şöyle olmalı: O (Malik) onu (yani şükür secdesini) ne farz ne de nafile olarak
dinde meşrfr kılınmış şeylerden görmedi. Çünkü Hz. Peygamber [s.a.v.] onu ne
emretmiş ne de uygulamıştır. Onun iyi birşeyolduğuna dair müslümanlar icma da
etmemişlerdir. Şer! hükümler, ancak bu yollardan biri ile sabit olur. O devamla
şöyle der: 'Onu ne Rasulullah [s.a.v.], ne de ondan sonra gelen müslümanlar
yapmamış lardır; eğer yapsalardı mutlaka nakledilirdi' şeklindeki delil getirme
şekli yerindedir. Çünkü müslümanların tebliğ ile memur iken, şer'i konulardan
birinin naklinin terkini doğuracak bir durum içerisine girmeleri mümkün
değildir. Bu temel esaslardan biridir. Sebze ve baklagillerden zekatın
düşürülmesi bu esasa dayanır. Halbuki Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "Göğün ve
pınarların suladığında; su istemeden yetişen ürünlerde onda bir vardır.
Masraflı yapılan sulamalarda yirmide bir vardır" hadisinin genel kapsamı
içerisine onlar da girmektedir. Ancak bu konuda Hz. Peygamber'den bu ürünlerden
zekat aldığına dair bir naklin bulunmaması, onlara zekatın gerekmeyeceğini
ifade eden bir sünnet (nass) gibi kabul edilmektedir. Aynı şekilde şükür
secdesi konusunda Hz. Peygamber'den [s.a.v.] birşeyin nakledilmemiş olması
(naklin terki) da, şükür secdesi bulunmadığına dair bir sünnet gibi kabul
edilir. İbn Rüşd, sonra İmam Şafii'nin muhalefetini ve görüşlerini nakleder.
İmam Malik'le
naklettiğimiz meseleden maksadımız, onun yolunu, meseleye yaklaşımını ve onun
bidat oluşunun anlamını açıklamasını ortaya koymaktır. Yoksa onun mutlak
surette bidat olduğunu söylemek değildir.
Hulle nikahının
haramlığı ve onun kötü bir bidat olduğu konusunda da bazıları aynı yolu
izlemişlerdir. Şöyle ki: Hz. Peygamber [s.a.v.] zamanında eşlerin birbirlerine
tekrar dönmelerini sağlamak için hulle nikahına cevaz vermek suretiyle
hafifletme ve ruhsat tanımayı gerektiren gerekçe mevcuttu. Rifaa'nın karısının
kocasına tekrar dönme konusundaki ısrarlı talebine rağmen böyle birşey meşru
kılınmadığına göre, bu hulle nikahının ne onun için ne de başkaları için meşru
olmadığım gösterir. Bu yerinde bir esastır ve dikkate alınması durumunda
bidatlerle bidat olmayanlar arasındaki fark ortaya çıkacaktır ve esbab-ı mucibe
varken teşrie gidilmemesi, Şari' Teala'nın maksadının o konuda mevcut üzerine
bir ziyadeye gidilmemesi olduğunu gösteren bir delil olacaktır. Zaid bir
fazlalık olduğuna göre, onun Şari'in kasdına muhalif olduğu ortaya çıkacak ve
dolayısıyla o şey batıl olacaktır.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: