DÜŞMAN SEBEBİ İLE
ALIKONMAK / İHSAR
Şafii (Allah'ın rahmeti
ona olsun) dedi ki: Aziz ve celil Allah şöyle buyurdu: "Haccı da umreyi de
Allah için tamamlayın. Eğer alıkonulursanız (ihsara maruz bırakılırsanız) o
halde kolayınıza giden kurbanlardan gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar
başlarınızı tıraş etmeyin?' (Bakara, 196) buyurmaktadır.
Şafii (Allah ondan razı
olsun) dedi ki: Tefsir alanında ilim ehlinden olup kendilerinden ilim
bellediğim kimselerden bu ayet-i kerimenin Nebi (s.a.v.)'ın alıkonulduğu ve
müşriklerin kendisinin Beyte ulaşmasını engellediği zaman Hudeybiye'de nazil
olduğu hususunda farklı bir kanaate sahip bir kimse olduğunu işitmedim.
Rasulullah (s.a.v.), bunun üzerine, Hudeybiye'de kurbanlıklarını kesmiş, tıraş
olmuş ve böylelikle ihramdan çıkmış oldu. Ne kendisi, ne de ashabı Beyte
ulaşamamıştır. Bundan tek istisna yalnızca Osman b. Affan idi. Onun ile ilgili
olayı da biraz sonra söz konusu edeceğiz.
Ayetin zahirinde
anlaşıldığı üzere, aziz ve celil Allah, onlara hediyelik kurbanlıkları kurban
yerine ulaşıncaya kadar tıraş olmamalarını em rettiği gibi, başında herhangi
bir rahatsızlık bulunan bir kimse için de ismini koyduğu bir fidye vermesini de
emr ettiğini görüyoruz.
Aziz ve celil Allah:
"Emin olduğunuz vakit ise kim hac zamanına'kadar umreden faydalanmak
isterse kurbandan kolayına gelenini kessin;' (Bakara, 196) buyurdu. Bundan
sonraki buyruklardan da - elbette Allah en iyi bilen dir- düşman sebebi ile
alıkonulan kimsenin, kaza yükümlülüğü olmayacağı anlaşılıyor gibidir. Çünkü
yüce Allah, böyle birisi için, kaza yapmaktan söz etmemekte, fakat onun
durumunu zikrettikten sonra ihram da farz olan hususları zikretmektedir.
Dedi ki: Benim, megazi
bilginlerinin haberlerinden aklen kavradıklarım da ayetin zahiri hakkında
söylediklerimin bir benzeridir. Çünkü bizler, onların birbirileri ile örtüşen
hadislerinden şunu öğrenmiş bulunuyoruz: Hudeybiye yılında, Rasulullah (s.a.v.)
ile beraber isimleri ile bilinen kimseler vardı. Sonra Rasulullah (s.a.v.) kaza
umresini yaptı, bazıları Hudeybiye'de bildiğim kadarı ile can ve mal hususunda
herhangi bir zorunluluk olmadığı halde geri kalmıştı. Eğer onların kaza
yapmaları gerekmiş olsaydı, Yüce Allah'ın izni ile Rasulullah (s.a.v.) onlara
da kendisinden geri kalmamalarını emrederdi. Rasulullah (s.a.v.)'ın emrinden de
geri kalmazlardı. Fakat megazi bilginlerinin haberleri arasındaki örtüşmede ve
benim Hudeybiye'de Beyte ulaşmaktan alıkonulmuş bazı kimselerin anlattığı
şekilde geri kalışlarında -ki Hudeybiye'nin bir bölümü Harem bölgesinde ise de
diğer bir bölümü Haremin dışındadır- bize göre, hediyelik kurbanlıkları ancak
Haremin dışında kesmiştir. Burada da Rasulullah (s.a.v.)'a ağacın altında beyat
edilen yerde Rasulullah (s.a.v.)'ın mescidi de bulunmaktadır. Aziz ve celil
Allah da: "Andolsun ki ağacın altında sana beyat ederlerken' Allah
müminlerden razı olmuştur ... " (Fetih, IS) buyruklarını indirdi. Biz de
bütün bunların gereği neyse onu söylüyoruz.
Ve diyoruz ki: Bir
düşman sebebi ile Beyte ulaşması alıkonulan kimse, alıkonulduğu yerde, ihramdan
çıkar. İster Harem bölgesi dışında olsun, ister Haremin içinde olsun. Bir de ya
hediyelik büyük baş boğazlar ya da keser. Kesilecek en asgari kurbanlık bir
koyundur. Yedi kişi bir deveye yahut bir sığıra ortak olurlarsa, bu onlar için
yeterli olur. Bu kurbanlığın bedelini hep beraber ya da onlardan birisi verir
ve kesmeden önce de onların o kurbanlıktaki paylarını onlara bağışlar ve sonradan
onu keserler. Ama önce kurbanlık kesildikten sonra, onların o kurbanlıktaki
paylarını onlara bağışlayacak olursa, bu kurbanlık yalnızca onun olur ve onlar
adına kurban olmaz.
Düşman sebebi ile muhsar
(Beyt'e ulaşması engellenen) bir kimseye, ihramından çıktıktan sonra, ihsar
hali devam ediyorsa, kaza yapmak yükümlülüğü yoktur. ihramından çıktığı halde
düşman da önceki durumunda ise, sonra kendisi ayrılmadan düşman gitmiş olsa ve
düşmanın onlara izin vermesi ile yahut Beytin önünden engeloluşlarının son
bulmasıyla Beyte ulaşma ümidine sahip olurlarsa, ihramdan çıkmakta acele
etmemelerini daha çok severim (müstehab görürüm.) Bununla birlikte acele edip
bunu beklemeyecek olurlarsa, yüce Allah'ın izni ile yine bu onlar için caizdir.
Her ne sebeple olursa
olsun, muhsar / Beyte varması alıkonulan kişi, ihramdan çıkmak hususunda teenni
ile hareket etse yahut işi ağırdan alsa, yapması halinde fidye vermesi gereken
bir işe ihtiyaç duyup da o işi yaparsa, fidye öder. Çünkü rahatsızlık sebebi
ile fidye, muhsar vaziyette bulunan Kab b. Ucre hakkında inmiştir. Birisi:
- Yüce Allah'ın
Hudeybiye hakkındaki: "Kurban yerine varıncaya kadar" (Bakara, 196)
buyruğu ne demektir, derse ona şöyle cevap verilir:
- Allah elbette en iyi
bilendir.
- Sünnet, onun varacağı yerin
kurbanın orada kesilmesi demektir. Çünkü
Rasulullah (s.a.v.),
Harem bölgesi dışında kurbanını kesmişti. Eğer: Allah büyük başlar hakkında:
"Sonra onların varacağı yer Beyt-i Atik'tir" (Hac, 33) buyurmaktadır,
derse ona da şöyle denilir:
- O, Beyt-i Atik'in
yanında kesmeye gücü yetmesi halinde varacağı (kesileceği) yer orasıdır,
demektir. Dese ki:
- Muhsar kimsenin
kurbanlığı hususunda kimse sana muhalefet etmiş midir?
- Evet, denilir. Ata b.
Ebu Rebah, Nebi (s.a.v.)'ın Harem bölgesi içerisinde kurban kestiğini söylerdi.
Eğer birisi:
- Sen bunu neyle
reddettin? Atanın haberi her ne kadar munkatı ise de senin meğazi
bilginlerinden naklettiğin haberinin bir benzeridir, dese derim ki:
- Ata ve başkaları
hediyelikkurbanının mahalli -ve ondan başka bize muhalefet edenler- der ki:
Düşman sebebi ile olsun hastalık sebebi ile olsun muhsar bir kimse hediyelik
kurbanlık Haremin içerisine ulaşıp orada kesilmediği sürece, ihramdan çıkmaz.
Buna sebep ise onların belirttiğim gibi Nebi (s.a.v.)'ın kurbanlık develerini
ancak Harem içerisinde kestiğine dair anlattıklarıdır. (Birisi):
- Bu söylediklerine
açıklık getiren bir şey var mı? Dese, derim ki:
- Evet. Eğer onlar ya da
bizler, durum ne olursa olsun, Harem; hediyelik
kurbanlığın nihai olarak
varacağı yerdir. Eğer Haremin içerisinde kesilirse, artık o yeterli olur,
diyoruz. Kur'anda -Allah elbette en iyi bilen dir- Nebi (s.a.v.)'ın hediyelik
kurbanlıklarının Hareme ulaşmamış olduğuna delildir. Eğer: Bu nerede geçiyor,
derse derim ki:
- Aziz ve celil Allah: "Onlar
kafir olanlar, sizleri Mescid-i haramdan, bekletilen kurbanlarınızı yerlerine
varmaktan alıkoyanlardır:' (Feth, 25) buyurmaktadır. Birisi:
- Şüphesiz aziz ve celil
Allah: "Kurban yerine varıncaya kadar" (Bakara, ı 96) buyurmaktadır
derse derim ki:
- Yerinin neresi
olduğunu bilen Allah'tır. Burada buyruğun şu anlamda olma ihtimali vardır:
Sizler, Beyte ulaşmaktan alıkonulacak olursanız, kurbanlığın kesilmesi
-açıkladığım gibi- alıkonduğunuz yerde olur. Ama alıkonulma hali dışında
varacağı yeri Haremdir ve kurbanın kesilme yeridir. -buyruk Arapça ve oldukça
geniş kapsamlı bir ibaredir-
Ama bazı kimseler bize
muhalefet ederek dedi ki: Düşman ve hastalık sebebi ile alıkonulan kimseler
arasında fark yoktur. Her ikisine de kaza yapmak düşer ve her ikisi de ihramdan
çıkabilirler. Bu kişi devamla dedi ki: Nebi (s.a.v.)'ın alıkonulduktan sonra,
yaptığı umre alıkonulduğu umresinin kazasıdır. Nitekim bu umreye
umretü'l-kazıyye (kaza umresi) ve umretü'l-kısas (kısas umresi) denildiğini
görüyoruz. İşte böyle diyenlere şöyle denilir: Arap dili oldukça geniş bir
dildir. Bu sebeple Araplar: Bana yapılanın kazasını yaptım ve bana yapılanın
kısasını yaptım. Böylelikle 'benim için hak olduğu halde alıkonulduğum ve benim
için hak olduğu halde elde etmem bana göre olmayan şeyleri elde ettim: denilir.
Şafii (Allah'ın rahmeti
ona olsun) dedi ki: İşte bundan dolayı bizim benimsediğimiz kanaat şudur: O
umreye; kısas umresi ile kaziye umresi deniliş sebebi şudur. Aziz ve celil
Allah, Rasulullah (s.a.v.)'ın lehine kısas uyguladı ve böylelikle onun Beyte
girmesine engel olmalarının kısası olarak onlara rağmen Mekke'ye girdi. Yoksa
onun bu şekildeki girişi ona vacip oluşundan dolayı değildi.
Peki, bu hususta bir şey
(delil) zikredebilir misin, dedi. Ben evet, dedim.
[1110] Bize (bunu)
Süfyan, Mücahid'den haber verdi.
Şafii dedi ki: O dedi
ki:
- Bu sözü beni
bağlamayan bir kişinin görüşüdür. Ben dedim ki:
- Şayet Kur'an'ın,
meğazi bilginlerinin haberlerinin delaleti ile sünnetin buna delaleti olmasaydı
onun sözlerinin seni bağladığını söylemezdik. Dedi ki:
- Senin sünnetten
zikrettiklerini dinledim. Fakat bu hususta açık seçik bir hadisi isnadı ile
zikredemedn. Derim ki:
- Sen de bu hususta Nebi
(s.a.v.)'ın umresine kaza umresi denildiğine dair senedi ile bir şey zikredemedin.
Bu hususta sende bulunan onların buna dair haberlerinden başka bir şey
değildir. O halde ben, senin bildiğini reddetmek hakkına sahibim. Çünkü sen bu
hususta tek başına ispat edici bir özelliğe sahip müsned bir hadis ortaya
koyamıyorsun ve senin söylediklerin meğazi bilginlerinin bazıları arasında
ittifak edilmiş ve bilinen bir husus da değildir. Eğer ben bu yolla senin
kanaatini red edemiyorsam sen de benim söylediğim Nebi (s.a.v.)'ın ashabı
arasından Hudeybiye'de bulunanların bir kısmının kaza umresinde
bulunmadıklarını söylediğimi red edemezsin. Dedi la:
- Bu cevabın beni ikna
etmiyor. Bu sebeple sen bana, Kur'an-ı Kerim'den buna nasıl delil olduğunu
göster. Dedim ki:
- Aziz ve Celil Allah:
"Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıkhdır (kısastır). Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların saldırdıkları gibi karşılık
verin?' (Bakara, 194) buyurmuştur. o:
- Benim delilimin yönü
de aziz ve Celil Allanın: "Kısastır?' buyurmuş olmasıdır. Kısas ise ancak
vacip olan bir şeye karşılık olarak söz konusu olur.
Şafii (Allah'ın rahmeti
ona olsun) dedi ki: Ona dedim ki:
- Kısas, her ne kadar
lehine kısasın gerektiği kimsenin bir hakkı ise de kısas uygulaması, onun
üzerine bir görev değildir. O:
- Bunun delili nedir,
dedi. Ben:
Aziz ve Celil Allah:
"Yaralamalar ise kısastıl?' (Maide, 145) buyurmaktadır.
Peki, yaralanan kimseye
kendisini yaralayana kısas uygulaması bir görev midir yoksa kısas uygulaması
onun için mubah olup affetmesi hayırlı mıdır, dedim. o:
- Affetme hakkı vardır,
kısas yapması mubahtır. Ona dedim ki:
- Aziz ve Celil Allah
da: "Onun içiz size kim saldırırsa siz de tıpkı onların
size saldırdıkları gibi
karşılık verin?' (Bakara, 194) buyurmuştur. Eğer müşrik bir saldırgan bize bir
haksızlık yapacak olursa, onun bize yaptığı haksızlığın misli ile bizim ona
karşılık verme hakkımız vardır. Fakat bizim bunu yapmamız üzerimize bir vazife
değildir. o:
- Bu benim de
açıkladığım gibidir, dedi. Dedim ki:
- İşte bu sana benim
anlattığımın delilidir. Yine Mücahid'in söylediği aziz
ve celil Allah,
Nebisinin onlara kısas uygulamasını sağladı (yaptıklarının mislini yapmasını
temin etti.) O(Nebi) da onların kendisini çevirdiği aynı ayda şehirlerine
girdi. Bunda ibadetin kazasını yapmak ciheti itibari ile onun o girişinin
üzerine vacip / bir vazife olduğuna dair bir delalet bulunmaktadır. -Elbette
Allah en iyi bilendir- Bu hususta vacip olanla olmayan, haber yoluyla
anlaşılabilir. Haber de bizim açıklamalarımızın bir benzeri olarak bunun vacip
olmadığına delildir.
Şafii dedi ki: Bir yerde
muhsar kalan (Beyte ulaşması engellenen) bir kimsenin engellendiği yerden dönüp
ihramdan çıkma hakkı olur. Eğer oradan geri döndükten sonra, güven duyacak hale
gelirse, geri dönüşünü -yakın ya da uzak olsun- tamamlayabilir. Şu var ki; ben
böyle bir kimseye ihramından çıkmasını emrettiğim takdirde bu kişi artık hiç
ihrama girmemiş gibi olur. Ancak ben eğer yakın ya da uzak dahi olsa ulaşması
engellenen eve (Kabe'ye) ulaşıncaya kadar geri dönmesini müstehab görürüm ve bu
hususta benim onun için tercihim yakınlık ile alakalıdır. Yani dönüşü mubah
olmakla beraber, onun dönüşünde bu mana (sebep) itibari ile daha çok bir zorluk
vardır. Bununla beraber, bundan güven duymasından sonra dönen kimsenin ecri,
daha büyük olur. Her ne kadar ona kurbanını kesip tıraş olup ihramdan çıkarak
geri dönmesini mubah gördü isem de kurbanını kesmekle birlikte, düşman
çekilinceye kadar tıraş olmamış ise artık tıraş olamaz ve başladığı ibadetini
tamamlamakla yükümlüdür. Çünkü o, muhsar halinden çıkıncaya kadar, ihramdan çıkmamıştır.
Bu durumda, Allanın izni ile kestiği kurbandan dolayı da ecir alacaktır. Bu
aynı zamanda:
İhramlı kimsenin,
ihramdan çıkması ancak tıraş olmakla olur, diyenlerin de görüşüdür. Kişinin
ihramdan çıkması tıraş olmadan önce tamam olur. Tıraş olmak da ihramdan çıkışın
ilk işidir, diyen kimseler ise şöyle derler: Kurbanını kesti mi ihramdan çıkmış
olur ve artık kurbanını kestikten sonra ibadetini tamamlamak için devam etmek
yükümlülüğü yoktur.
İhsarla karşılaşmadan
önce, nafile olarak yahut üzerine vacip olduğu için beraberinde kurbanlıklarla
birlikte muhsar olan bir kimsenin, Rasulullah (s.a.v.)'ın Hudeybiye'de -muhsar
olmadan önce kendisi için vacip kıldığı- kurbanlıklarını kestiği gibi aynı
yerinde kurbanlıklarını kesebilir. Eğer onun Beytte ihramdan çıkma yükümlülüğü
olup -alıkonulduğu için mazereti sebebi ile- varmadan ihramdan çıkabildiğine
göre, alıkonulduğu yerde, hediyelik kurbanlıklar için durumun böyle olması
öncelikle söz konusudur. Ayrıca muhsar olmadan önce, durum ne olursa olsun,
kendisine vacip olan hediyelik kurbanlıkların dışında da muhsar oluşu sebebi
ile hediyelik kurban kesmekle yükümlüdür.
Şafii (Allah ondan razı
olsun) dedi ki: Eğer, o halde iken, ona hediyelikkurban vacip olmakla birlikte
beraberinde kurbanlık yoksa bulunduğu yerde onu satın alıp kesme imkanı vardır.
Eğer bundan önce kurban ona vacip olmuş ise, yine onun buna hakkı vardır. Şayet
hediyelik kurbanlığı engellenme hali gittikten sonra onu (kesim yerine)
gönderebileceği vakte kadar ertelerse, bunu daha çok severim. Çünkü bu kurban
kesme işi, ona derhal vacip olan bir şey değildir. Onu, derhal kesmeyerek,
ertelemesi kendisine vacip olduktan sonra ertelemesi gibidir.
Dedi ki: Beraberinde
hediyelik kurbanlık olmadığı halde alıkonulsa, bulunduğu yerde bir kurbanlık
satın alır, onu keser ve ihramdan çıkar. Ona hibe edilse yahut da herhangi bir
yolla böyle bir kurbanlığı mülk edinip onu kesse, bu da onun için yeterlidir.
Eğer hediyelik kurban satın alabilecek imkanı olmakla birlikte bulunduğu yerde
kurbanlık bulmazsa yahut da muhsar iken hediyelik kurban bedelini bulamıyorsa
bu hususta iki görüş vardır:
Bir görüşe göre; ancak
kurbanlığı keserek ihramdan çıkabilir.
Diğerine göre; o gücünü
yettiği kadarını yapmakla emr olunmuştur. Eğer hiçbir şeye gücü yetmiyorsa,
üzerindeki sorumluluktan kurtulur. Çünkü ona düşen, gücünün yettiği kadarını
yapmaktır. Bu kanaati kabul edenler, ayrıca şöyle der: Böylelikle bulunduğu
yerde ihramdan çıkar ve gücü yeterse kurbanlık keser. Eğer kurbanlığı Mekke'de
kesme (kestirme) imkanı varsa başka bir yerde kesmesi caiz değildir. Buna gücü
yetmezse gücü yettiği yerde keser.
Dedi ki: Bir başka
görüşe göre ise; kurbanlık kesmekten başka hiçbir şey yeterli olmaz. Eğer
kurbanlık bulamayacak olursa, yemek yedirmek yahut oruç tutmak da onun için yeterli
olur görüşü de vardır. Buna göre eğer yemek yediremeyecek olursa hediyelik
kurbanlığı bulamayan kişi gibidir. Şayet oruç tutamıyorsa, bu durumda hediyelik
kurban ve yemek yedirmek imkanını bulamayan gibidir. İmkan olursa bunların
hangisi onun tarafında yerine getirilmesi gerekiyorsa onu eksiksiz yerine
getirir.
Efendisinin kendisine
hac etmesine izin verdiği bir köle, eğer alıkonulursa, kölenin malı olmayıp
oruç tutma yükümlülüğü varsa o vakit onun adına bir koyuna dirhem türünden
kıymet biçilir. Sonra o dirhemlerin yiyecek değeri tespit edilir. Sonra da her
bir müd (509 gr.) için bir gün oruç tutar. Oruç tutmadan önce ihramdan
çıkabileceği görüşü ise bu husustaki iki görüşten birisidir.
Bir görüşe göre; oruç
tutmadan Önce ihramdan çıkabilir.
Diğerine göre ise; oruç
tutmadıkça ihramdan çıkamaz. Ama birinci görüş kıyasa daha uygundur. Çünkü ona
ihramdan çıkıp korkma haline dönmesinin emredilmesi de oruç sebebi ile korkulu
hal üzere kalmasının emredilmemesine benzer. Halbuki nerede tutarsa tutsun, oruç
onun için yeterli olur.
Bir erkek, bir kadın ya
da çok sayıda bir topluluk Rasulullah (s.a.v.)'ın ve ashabının Hudeybiye
senesinde muhasara edildiği, düşman gibi, -müşriklerden oluşan bir düşman
tarafından alıkonulacak olursa- onlarla savaşabilecek güçleri olsun yahut
olmasın geri dönme hakları vardır. Çünkü onların nefir (savaş) çağrısı olması
hali dışında yahut da düşmanın kendilerine savaşa başlatmaları hali dışında
savaşmama hakları vardır. Eğer Müslümanların görüşü, onların bırakıp geri
dönmek noktasında ise, onların bu haklara sahip olduğu görüşü benim
tercihimdir. Şayet Müslümanlar, onlarla savaşmayı uygun görürlerse,ıo takdirde
ben de onların savaşmalarını silahlarını kuşanmalarını ve fidye vermelerini
tercih ederim.
Müşrik olmayanlar sebebi
ile alıkonulacak olurlarsa, bu ihsar halinden ihramdan çıkışlarından sonra
durum ne olursa olsun geri dönmelerini tercih ederim. Birisi dese ki:
- Müslümanlar sebebi ile
alıkonulmak ihramlı kimsenin ihramdan çıkmasına sebep olduğunu nasıl
söyleyebilirsin? Çünkü Rasulullah (s.a.v.) ancak müşrikler tarafından
alıkonulmuştur.
Yüce Allah'ın izni ile
ona şöyle denilir:
- Allah, düşman
tarafından alıkonulma halini mutlak olarak zikretmiş ve bu hususta Müslüman
kimseyi dışarıda tutarak özellikle kafir tarafından ihsarı söz konusu
etmemiştir. Bu durumda alıkonulan kimsenin, ihramdan çıkmak sureti ile helal
olan alıkoyan müşriğin bu özelliği düşmanın ihramlı olana onun düşmanı olan
kimsenin verebileceği zararı vermesinden korkmak özelliğidir. O halde, sünnetin
nassı gereğince, aklen kabul edilmesi gereken şudur: Böyle bir durumun söz
konusu olması halinde bu ihramlı bir kimse için bu sebepten ötürü, ihramdan
çıkmasına bir mazeret teşkil eder.
[1111] Bize Malik, N
afi'den haber verdi. Onun İbn Ömer'den haber verdiğine göre, fitne zamanında
Mekke'ye umre yapmak üzere çıkmıştı. Şöyle demişti:
Eğer Beyte varmaktan
alıkonulacak olursam, tıpkı Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte yaptığımız gibi
yaparız.
Şafii (Allah ondan razı
olsun) dedi ki: Hudeybiye yılı, Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte ihramdan
çıktığımız gibi çıkarız, demek istiyor. İbn Ömer'in bu sözü ise bu hususta
benim söylediklerim ile aynı anlama gelir. Çünkü o zaman Mekke'de İbn ez-Zübeyr
ile Şamlılar vardı. Onun bu durumdaki kanaati de şu idi: Eğer kendisini
engelleyecek olurlarsa yahut da engellemeseler dahi seviyesiz insanların ona
olumsuz türden tepkiler vereceklerinden çekinirse, o böyle bir durumda muhsar
kimsenin durumunda olur. Bu sebeple ihramdan çıkma hakkı olur.
Müşrikler tarafından ya
da başkaları tarafından alıkonulacak olup ihramdan çıkmaları hususunda
kendilerine izin vereceklerine dair eman verecek olurlarsa, geri dönme hakları
yoktur ve muhsar olmayanlar gibi olurlar. Verecekleri emana güvenilmeyen ve
sözlerinde durmamakla tanınan kimseler olmaları hali müstesna. Eğer böyle
iseler, ihramdan çıktıktan sonra geri dönebilirler. Ama bundan sonra emanlarına
güvenilen kimseler olup az ya da çok bir bedel karşılığında ona girip ihramdan
çıkma imkanını verirlerse, görüşüme göre, onlara bir şey vermezler. Çünkü
onların bu engellenme (ihsar) halinde bir mazeretleri bulunmaktadır ve bu
mazeretleri sebebi ile ihramdan çıkmaları onlara helaldir. Ve ben, müşrik
kimsenin, Müslüman kimseden bir şeyler almasından da hoşlanmıyorum. Çünkü
müşriklerden alınan ve kabul edilen onların küçülmeleridir. Bununla birlikte
böyle bir şey yapacak olurlarsa (şart koşulan meblağı öderlerse) bu onlara
-kendileri için bunu mekruh görsem bile- haram olmaz. Tıpkı mallarından
müşriklere bir şeyler bağışlamalarının haram olmayışı gibi.
Engellenen bir kimsenin
kendisini Beyte ulaşmaktan alıkoyan müşriklerle savaşması mubah olduğu gibi
onları bırakıp dönmesi de mubahtır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) her iki işi de
yapmıştır. Onlarla (yeri gelmiş) savaştığı gibi onları bırakıp gittiği de
olmuştur.
Muhsar kişi, onlarla
savaşırken -kimisini öldürür kimisini yaralar ve evcil hayvanlara da isabet
ettirerek öldürürse bu sebepten ötürü- 'onun herhangi bir ceza yükümlüğü
yoktur. Onlarla savaşırken onlara ait mülklerindeki av hayvanlarına isabet
ettirirse onun mislini ceza olarak verir fakat onlara bir tazminat ödemez.
Şayet bu av hayvanı müşriklerle savaşmayan aralarındaki Müslümanlardan birisine
ait ise ve o hayvana isabet ettirirse, misli ile onun cezasını verir ve
Müslümanlara da onun tazminatını öder. Çünkü Mekke içinde bulunanların mubah
olduğu daru'l-harp değildir. Eğer evcil olmayan hayvanın sahibi yoksa, ihramlı
kişi dilerse olduğu yerde onun misli ile cezasını öder. Çünkü yüce Allah, başın
tıraş edilmesi fidyesini bulunduğu yerde vermeyi emrettiği gibi Rasulullah
(s.a.v.) da Ka'b'a onu vermesini emretmiş ve hediyelik kurbanı da olduğu yerde
kesmesini istemiştir. Rasulullah (s.a.v.) da tetavvu olarak beraberinde
götürmüş olduğu hediyelik kurbanlıkları olduğu yerde kesmiştir. Bu durumda ihsar
hali (Beyte) ulaşma halinden farklı olur. Bununla birlikte eğer ben, onu Beyte
ulaştırmasını mekruh görmüşsem, mekruh görmemin tek sebebi; onun beklenmedik
bir olayla karşılaşacağı vakit kazasını yapamayacak halde olmasından dolayıdır.
Bir topluluk, düşman
tarafından alıkonulacak olup onlar da ihramdan çıkıp sonra onlarla savaşmak
isterlerse, benim görüşüme göre bunun bir sakıncası yoktur.
Yine bir topluluk,
Mekke'de ya da muhasara altında tutuldukları yerde, ikamet etmeyen bir düşman
tarafından engellenecek olursa, ihramlı kişi onların gideceklerini umuyor ve
olduğu yerde onlardan yana güven altında ise, görüşüm e göre, üç gün boyunca
geri dönmez. Daha fazla kalması bana göre müstehabdır. Üç günü tamamlamadan
ihramdan çıktıktan sonra dönse bu da caizdir. Çünkü düşmanın geri dönme
ihtimali bir gaybtır (bilinmez). Hatta bazen geri dönmek istedikleri halde
dönmeyebilirler. Dönmek istemezken geri dönebilirler. Nebi (s.a.v.)'ın
Hudeybiye'de kalmayı sürdürmesi ise, müşrikler ile aralarında elçilerin gidip
gelmesi ve onlarla barış antlaşma yapması sebebi ile olmuştur.
Bir topluluk, Mekke'den
önce düşman tarafından engellenecek olup hacıların düşman üzerinden geçmeyen
başka bir yolları varsa, görüşüme göre, -güven altında olacaklarsa o yolu izlerler
ve o yolu izledikleri takdirde Beyte güven içinde ulaşacaklarını ve buna güç
yetirebileceklerini umuyorlarsa- ihramdan çıkmalarına ruhsat yoktur. Şayet
güven duydukları yolları kara yolu değil de deniz yolu ise, o yolu izlemekle
yükümlü değildirler. Çünkü denizde telef olma korkusu vardır, ama bunu
yaparlarsa daha hoşuma gider. Yolları karadan olup malları ve bedenleri itibari
ile onu izleyecek güçleri yoksa o takdirde, düşman ile alıkonuldukları için
Beyte ulaşabilecek güçleri olmaması şartıyla ihramdan çıkabilirler. Kara
yolları uzak ise ve malları ve bedenleri itibari ile Beyte ulaşmak kudretleri
de varsa, ihramlı oldukları halde de haccı kaçıracaklarsa, Beyti tavaf edip
Safa ile Merve arasında say yapmadan ihramdan çıkma hakları yoktur. Çünkü hac
için girilmiş ihramdan çıkış ın başlangıcı tavaf etmektir.
Onların haccı iade
etmekle yükümlü olup olmamaları hususunda iki görüşten birisidir.
Birinci görüşe göre;
haccı iade etmekle yükümlü değildirler. Çünkü düşman sebebi ile hac etmeleri
engellenmiştir. Onlar aynı zamanda yapabildikleri iş olan tavafı da
yapmışlardır. Bu görüşte olanlar şunu da söyler: Haccı kaçırmaktan ötürü, bir
kurbanlık kesmekle yükümlüdürler. Kıyasa göre sahih olan budur.
İkinci görüşe göre ise;
hem haccı yapmakla hem kurban kesmekle yükümlüdürler ve bunlar düşmandan başka
bir sebeple engellendiği için haccı kaçırdıktan sonra Beyte ulaşabilen kimseler
durumundadırlar. Bunun da uygun bir açıklaması vardır.
Mekke'ye ulaşıp sonradan
alıkonulacak olup Arafat'a varmaları engellenecek olursa, bu sefer tavaf, say,
tıraş ve kurban kesmek suretiyle ihramdan çıkarlar. Bu durumdaki görüşler ise
bundan önceki mesele hakkındaki görüşler gibidir. Engellenen kimse, Mekkeli
olup Mekke'nin dışından ihramlı olarak gelmesi ile Mekkeli olmaması arasında
bir fark yoktur. Onların her birisi hakkında sözü geçenler için yapılması
gereken ne ise bunlar için de gereklidir. Mekkeli bir kimse, Mekke'de Arafat'a
gitmekten alıkonulacak olursa o tıpkı Mekke'den Arafat'a gitmekten alıkonulan
yabancı gibidir.
Bunların hepsi
kurbanlıklarını keser, Beyti tavaf eder, say yapar ve ihramdan çıkarlar.
Bunların hadarını kaza etmeleri ile ilgili görüş de bunlarla ilgili meseleden
önceki iki mesele hakkındaki görüş gibidir. Bunların hiçbirisi eğer hac
niyetiyle ihrama girmiş ise Mekke'den çıkmazlar. Şayet Mekke'den ihrama girmiş
iseler, tavaflarını yapmadan Mekke'den çıkartılırlarsa yahut da Mekke'nin bir
tarafında alıkonulup tavaf etmelerine engelolunursa, bunlar da kıyas itibari
ile Mekke'nin dışında alıkonulan muhsarlar gibi olurlar. Şayet tavaf
yapabilirler ümidi ile beklerlerse bu güzel bir ihtiyat olur.
Hac eden bir kimse,
Arafat'tan sonra Müzdelife'de yahut Mina'da ya da Mekke'de alıkonulup
Müzdelife, Mina ve tavafta yapacaklarına engelolunursa, onun kurbanını kesmek,
tıraş olmak yahut saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmak hakkı olur. Onun ihramın
tamamından çıkma hakkı olduğuna göre, kısmen ihramdan çıkma hakkı da vardır.
Şayet bu haccı farz hac ise kadınlar müstesna diğer yasaklar ona helal olur.
Farz olan haccın da kazasını yapar. Eğer bu haccı farz hac olmayıp (nafile hac)
ise kaza yükümlülüğü yoktur. Çünkü o bir düşman sebebi ile muhsardır /
engellenmiştir.
Eğer Müzdelife'de,
gecelemeyi terk ettiği için bir kurban, cemrelere taş atmayı terk ettiğinden
bir kurban, Mina gecelerinde Mina'da gecelemeyi terk ettiği için bir kurban
kesip Beyte varıp orayı da tavaf edinceye kadar ihramdan çıkmamak isterse, bunu
yapması farz olan haccı için yeterli olur. Beyti ne zamana tavaf ederse etsin
ve bu süre ne kadar uzarsa uzasın. Çünkü engellenmesinden sonra bütün bunları
yapsa ve arkasından bir kurban kesse, o takdirde bu onun farz haccı için yeter.
Aynı şekilde bir av hayvanını öldürse, onun fidyesini verir. Onun farz haccını
bozan sadece kadınlar (cima)dır. Çünkü haccı ifsad eden yalnızca budur. Bunun
dışında ihramlı iken yaptığı başka hususlar değildir.
Düşman sebebi ile
alıkonulan bir kimse ile herhangi bir şekilde hapsedilmiş bir kişiye o
hapsinden çıkmasını emretmeyiz. Şayet hac için telbiye getirip ihrama girmiş olup
ihramdan çıkmadan önce kadınlara yaklaşacak olurlarsa, o zaman onlar hadarını
ifsad etmiş olurlar ve hepsine o if sad ettikleri hacdan sonra bir büyükbaş
kurbanlık ve bir hac yapmaları gerekir. Eğer fidye verilmesi gereken bir iş
yapacak olurlarsa, ihramdan çıkmadıkları sürece onlara fidye düşer. Fakat
ihramdan çıktıkları takdirde o zaman ihrama girmemiş kimseler gibidirler.
Sonraki için tıkla:
DÜŞMANıN
ALIKOYMASINDAN BAŞKA BİR SEBEPLE iHSAR / ENGELLENMEK ALIKONULMAK