ŞAFİİ el-UMM

USÜL

 

İCTİHAD

 

Muhatabım şöyle sordu: Anlattığın şartlarla birlikte söylediğin ictihadı caiz görüyorsan, onu bana zikreder misin?

Allah'ın aşağıdaki ayetine dayanarak "Evet" dedim: "(Evet Resulüm!) Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çevirin ... " [Bakara,2/150]

Dedi ki: Ayette geçen 'Şatrahu' ne demektir? Dedim ki: 'Ona doğru, onun cihetine' demektir. Nitekim şair şöyle der:

"Devede öyle bir hastalık vardır ki her tarafını kaplamış durumda, İnsan onun tarafına (şatrına) bakınca gözleri şaşıyor. "

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: İlim, yurdu uzakta olan kimsenin Mescid-i Haram cihetine, bir kısım işaretler yardımıyla ictihad yaparak, isabetli bir şekilde yöneldiğini kavrayabilir. Çünkü namaz kılarken Kabe'ye dönmek emredilmiştir. Kabe'den uzakta olan kimse, Mescid-i Haram'a yönelirken tam bir şekilde isabet mi etti, yoksa yanıldı mı bilemez. Bildiği bir kısım işaretlere bakarak, imkanı ölçüsünde ona doğru yönelir. Başka birisi de başka işaretlerden yararlanarak kendi imkanı ölçüsünde Kabe 'ye doğru yönelir, isterse bu iki şahsın yönelişleri farklı olsun.

Dedi ki: Eğer bunu geçerli sayarsam, bazı hallerde senin için ihtilafa

da cevaz vermem gerekir.

Ben de, "Bu hususta istediğin gibi düşünebilirsin." dedim. O da, "O zaman bence bu caiz olmaz." dedi.

Dedim ki: İstediğim gibi düşünebilirsin.

Dedi ki: Bence bu caiz olmaz.

Ona şöyle dedim: Farzedelim ki sen ve ben yolcuyuz, ikimiz de yolu biliyoruz. Ben, "Kıble şurasıdır." desem, sen de bana aykırı bir kanaatte olsan, hangimiz hangimize uyacağız?

"Hiçbirimizin diğerine uyması gerekmez." dedi.

"Bu durumda olan iki şahsın ne yapması gerekir?" dedim.

Şöyle dedi: Onlara, tam olarak kıbleyi tayin edinceye dek namaz farz olmaz dersem, görünmeyen bir şeyi eb edi yen kesinlikle bilemeyecekler ve bu yüzden namazı terk edecekler ya da onlardan kıbleye yönelme farziyeti kalkacak ve istedikleri yöne dönüp namazlarını kılacaklar. Ben bu iki görüşten hiçbirini doğru bulmuyorum ve her birinin kendi ictihadına göre namazını kılmasını kabul etmek zorunda kalıyorum. Onlar da bundan başka bir şeyle yükümlü değiller.

Ya da şöyle derim: Onlardan her biri zahir ve batında doğru olarak Kilbe'ye dönmekle mükelleftir, çünkü zahirde değil de batında yanılmaları affedilmiştir.

Şöyle dedim: Hangisini kabul edersen et, bu senin aleyhine bir delildir. Çünkü sen, batın ve zahirin hükmünü birbirinden ayınp bizi bu konuda kınamadın mı? Yine sen, 'İhtilafa düştüğünüz zaman ikinizden biriniz mutlaka yanılmaktadır.' demedin mi?

"Evet" dedi.

Şöyle devam ettim: Sen, ikisinden birinin yanılmış olduğunu bildiğin halde, namazlarının geçerli olduğunu kabul ettin. Her ikisinin yanılmış olmaları da mümkündür.

Ona, "İşte bunun, şahitlik ve kıyas konusunda da seni bağlaması lazım." dedim.

O da "Bundan kurtuluş yoktur. Fakat ben bunun geçici yanılma (hata) olduğunu söylüyorum." dedi.

Ona şöyle dedim: Allah (c.c) şöyle buyurdu: "İhrambyken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kabe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder ... " [Maide, 5/95]

 

Ayette Allah, onlara dengi bir hayvanı kurban etmelerini emretmiştir.

Hangi av hayvanının, hangi evcil hayvanın dengi olduğunu tayin işini de adil iki kişinin hükmüne bırakmıştır. İhramlıyken av hayvanlarının etleri genel bir ifadeyle haram kılınmıştır. Dengini belirleme işi de bedenlerine göre olur.

Hz. Peygamber (s.a.v)'in sahabllerinden bazıları da bu konuda hakemlik etmişlerdir. Mesela sırtlan için koç, geyik için keçi, tavşan için bir yaşına yaklaşmış dişi oğlak, gelincik için dört aylık küçük oğlak kurban edilmesini hükme bağlamışlardır.

Onların bu denkliği tesbit ederken kıymete göre değil, bedene göre karar verdiklerini ilmen kavramamız mümkündür. Eğer onlar, av hayvanlarının değerlerine göre hükmetselerdi, hükümleri değişirdi. Av hayvanlarının kıymetleri zaman ve mekana göre değiştiği için hükümleri de değişirdi. Ama onlarla ilgili hükümleri birdir. Yine biliyoruz ki gelincik, bedence tıpatıp dört aylık küçük oğlak gibi değildir; fakat ehli hayvanlar arasında ona en çok benzeyen böyle bir oğlaktır; dolayısıyla dört aylık oğlak, gelinciğin dengi olarak kabul edilmiştir. Geyiğin keçiye benzetilişi de böyle bir kıyas sonucudur. Gelincik de dört aylık küçük oğlağa nisbetle biraz ufaktır. Ama burada aslında geyikle keçi arasındaki benzerlik takribidir.

Kuşların dışındaki av hayvanları konusundaki denklik beden yönünden olunca, bu hususla ilgili ancak Hz. Ömer gibi -Allah en doğrusunu bilir- şöyle söyleyebiliriz: Öldürülen av hayvanına bakılır; ceza olarak beden yönünden ona en yakın olan bir hayvan kurban edilir. Aralarındaki ufak tefek farka önem verilmez. En çok benzeyen hayvan ona denk görülür. Mesela, sırtlan keçiye benzediği halde ondan biraz büyük olduğu için koça denk tutulmuştur. Gelincik de, bir yaşına yaklaşmış dişi oğlaktan küçük olduğu için dört aylık küçük oğlakla eşit kabul edilmiştir.

Avlanan kuşların ehll hayvanlar cinsinden benzeri yoktur; çünkü bu hayvanlar yaratılışlan bakımından farklıdırlar. Buna göre durumu, insan için yasak olan bir işe kıyas edilir ve avladığı kuşun kıymetini sadaka olarak vermekle cezalandırılır. Bu, birinin malını telef eden kimsenin onun kıymetini ödemesi gibidir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle devam etti: Kuşun değerine göre verilmiş olan hüküm, zaman ve mekanı aynı ise, onun kıymetinin takdiri de değişmez. Yer ve zamanları değişirse, bu hüküm de değişir. Öyle ki kuşun bir memlekette kıymeti bir dirhem, başka bir memlekette ise bir dirhemden az olabilir.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: Adil kimsenin şahitliğini kabul etmekle emrolunduk. Adil şahidi kabul etmemiz şart koşulduğuna göre, adil değilse onu reddetmemize bir delil teşkil eder.

Adil ile adilolmayanı birbirinden ayırmamızı sağlayan bedeni ve lafzi bir işareti yoktur. Adil kimsenin doğruluğunun işareti, ancak onun şahsi davranışlarının incelenmesiyle elde edilir. Eğer davranışları genellikle zahirde iyiyse, adil olarak kabul edilir; isterse bazı işlerinde kusurlu olsun; çünkü gördüğümüz herkes kusurdan beri değildir. Kusuru ile iyi davranışını birbirlerine karıştırmış ise iyilikleriyle kötülüklerini ayırt etmek suretiyle hangi niteliğin üstün olduğuna ictihad yaparak karar vermekten başka yol yoktur. Hal böyle olunca, onun hakkında ictihad yapanların ihtilafa düşmeleri kaçınılmaz bir durumdur. Zahirde iyi ise biz onun şahadetini kabul ederiz. Başka bir hakim gelir ve onun kötülüğünün zahir olduğuna kanaat ederse şahadetini reddeder. Bir şahıs hakkında iki hakimden biri kabul, diğeri red yönünde karar vermiş olur.

İşte bu, ihtilaftır; yalnız her alim üzerine düşeni yapmıştır.

Dedi ki: Böyle bir ictihadı caiz kılan bir hadis zikredebilir misin? Dedim ki: Evet, Bize Abdülaziz b. Muhammed, Yezid b. Abdullah b. el-Hadi'den, Muhammed b. İbrahim et-Teymi'den, Busr b. Said'ten, Amr b. el-As'ın azatlısı Ebü Kays ve Amr b. el-As yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu haber verdi: "Hakim, ictihad ederek hükmeder ve bunda isabet ederse, onun için iki ecir vardır. Eğer o ictihad ederek hükmeder ve bunda yanılırsa, onun için de bir ecir vardır. " Tahric: Buhari, Günahtan kaçınma 4/372 no: 7352; Müslim, Muhakeme 3/1342 no: 15/1716.

 

Yine bize Abdülaziz b. Muhammed, Yezid b. el-Hadi yoluyla bu hadisi bize Ebu Bela b. Muhammed b. Amr b. Hazm ve Ebu Seleme b Abdurrahman yoluyla Ebu Hureyre'den de nakletti. Tahric: Buhari, Günahtan kaçınma 4/372 no: 7352; Müslim, Muhakeme 3/1342 no: 15/1716.

 

İmam Şafii (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: O şöyle dedi: İşte bu rivayet, haber-i vahid; bazılan, bana da, sana da bu konuda itirazlarda bulunmakta ve bir başkası da senden cevap beklemektedir.

Ben de "Biz ve sen bu rivayetin doğruluğunu kabul etmiyor muyuz?" dedim.

"Evet" dedi.

Ben de "Bu rivayeti reddedenler, haber-i vahid ve diğerlerinin kabulü hakkında anlattığım hususlan biliyorlar ve o halde nereye itiraz ediyorlar?" diye ilavede bulundum.

Senin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v), ictihadın "doğru" ve "yanlış" olabileceğini belirtmiştir, dedi.

"İşte bu, aslında senin aleyhine bir huccettir." dedim. "Nasıl?" diye sordu.

Şöyle dedim: Hz. Peygamber (s.a.v), iki çeşit ictihaddan; biri için diğerine nisbetle daha çok mükafat verileceğini bildirmiştir. Elde olmayan işlerden dolayı mükafat verilmeyeceği gibi, affedilmiş bir hatadan dolayı da mükafat söz konusu değildir. Çünkü ona, hata üzerine de olsa ictihad yap denildiğinde, o emrolunduğu gibi zahire göre ictihad yapsa, söylediğin şekilde affedilmiş bir hata işlemiş olup bu hatalı ictihadından dolayı cezalandırılması, -Allah en doğrusunu bilir- kanaatimizce daha iyidir; fakat en çok o bağışlanabilir ve elinde olmayan bir hatadan dolayı ona sevap yazılması söz konusu olmaz. Bunda söylediğimiz husus için bir delil vardır; yani o, gözükmeyen şeye göre değil, zahire göre ictihad yapmakla yükümlüdür. En iyisini Allah bilir.

Adam şöyle dedi: Bu, söylediğin ihtimal dahilindedir; fakat "doğruluk" ve "yanılma" manası nedir?

Ona şöyle dedim: Kıbleye dönmenin manası gibidir. Kftbe'yi gören ona tam olarak yönelir. Az veya çok ondan uzakta bulunan kimseler de araştırma yaparlar; kimisi ona doğru olarak yönelir, kimisi de yanılır. "Falan kimse istediği yöne doğru olarak döndü, yanılmadı; falan kimse de istediği yöne dönme hususunda elinden gelen çabayı gösterdiği halde yanıldı." dediğin zaman, aynı yönelişin doğru olması da, yanlış olması da mümkündür.

O da şöyle dedi: Bu işte de böyledir. Sana göre ictihad da bu mananın dışında olmak üzere "doğru"dur denilebilir mi?

Ben de dedim ki: Evet, bir kimse, uzağında bulunduğu Kftbe hakkında birtakım şeyleri yerine getirmekle yükümlü kılınmıştır; eğer onlan yerine getirmiş ve kıbleyi tayin etmişse, kendine göre, zahirde doğru hareket etmiştir. Batını ancak Allah bilir. Biz biliyoruz ki kıbleyi tayin konusunda ihtilaf halinde olan iki kişi, ictihadla isabetli karar vermiş olsalar bile, hiçbir zaman Kftbe'ye gözle görür gibi dönmüş olmazlar; sadece ictihad bakımından isabetli bir şekilde yönelmiş olurlar. İşte bu, tıpkı şahitler ve benzeri hakkında anlattığım şeyler gibidir.

Dedi ki: Şöyle demek caiz midir? Bir yönüyle doğru, diğer yönüyle

hatadır?

Dedim ki: Evet, Bu, zahir olmayan her meselede öyledir. "Bir örnek verebilir misin?" dedi.

"Bence bundan daha açıklayıcı örnek olmaz." dedim. "Başka örnek veremez misin?" dedi.

Şöyle dedim: Allah, bize ikişer, üçer, dörder kadınla evlenmemizi ve cariyelerimizi helal kılmış; analanmızı, kızlanmızı ve kız kardeşlerimizi de haram kılmıştır.

"Evet" dedi.

Ben de, "Mesela, bir kimse bir cariye satın alıp istibra etmesini (ay hali görerek hamile olmadığının açığa çıkmasını) beklese, onunla cinsi ilişkide bulunması helal olur mu?" diye sordum.   "Evet" dedi.

"Onunla bir süre cinsı ilişkide bulunduktan sonra, ondan bir çocuk dünyaya getirse, sonra da onun kendi kız kardeşi olduğunu öğrense bu konu ile ilgili ne dersin?" dedim.

Dedi ki: Bu durumu öğreninceye kadar o, kendisine helal idi. Ama bunu öğrendikten sonra artık onunla cinsı ilişkide bulunamaz.

Dedim ki: Kendisine helal olan aynı kadın için, hiçbirinin elinde olmayan bir sebepten dolayı şimdi haramdır, denilmiş olmuyor mu?

Şöyle dedi: Batında, söz konusu cariye onun fiilen kız kardeşidir. Zabirde ise durumu bilmediği sürece kendisine helaldİr. Ama işin iç yüzünü öğrenince de haram olur.

Ayrıca dedi ki: Bizim dışımızda bazılan, onunla cinsı ilişkide bulunduğu için o şahıs günahkar olur; fakat onun bu günahı bağışlanır.

 

Ben de şöyle dedim: Allah en doğrusunu bilir. Ama ne olursa olsun, onlar da bu konuda zahir ile batının hükmünü birbirinden ayırmışlardır; zahire göre ictihad yapan kimse, yanılsa bile günahının olmadığını, kasten hareket eden kimsenin de günahkar olduğunu söylemişlerdir.

"Doğrudur." dedi.

Ben ona şöyle dedim: Bir kadınla mahremi olduğu halde, bilmeden evlenen kimsenin durumu yahut dördüncü kansının ölüm haberini alıp (gerçekte sağ olduğunu bilmediği için) beşinci hanımla evlenen kimse ve benzerinin durumlan da böyledir.

"Evet, bunun benzeri çoktur." dedi.

 

İmam Şafil (Allah rahmet etsin) şöyle dedi: O devamla dedi ki: Sizden rivayet açısından emin olan kimselere göre açıktır ki mutlaka ictihad, bilinmeyen muayyen bir şeyi bir delalet yoluyla öğrenmek için olur ve ictihad yapan kimselerin ihtilafa düşmeleri de mümkündür.

"O halde ictihad nasıldır?" diye de sordu.

Şöyle dedim: Yüce Allah, kullarına akıl vermekle ikramda bulunmuştur, onunla değişik şeyler arasındaki farkı göstermiştir, onlan hak yoluna nas ve delalet ile iletmiştir.

"Bu konuda bİr örnek verir misin?" dedi.

Şöyle dedim: Allah, Beytu'l-Haram'ı bina ettirmiş ve kullarının (namaz kılarken) gördükleri zaman ona dönmelerini, uzakta bulundukları zaman da araştırarak, ona doğru yönelmelerini emretmiştir. Onlar için yer, gök, güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar ve rüzgarlar yaratmıştır.

Allah (C,i~.) şöyle buyurdu: "O, kara ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır ... " [En'am, 6/97]

 

Yine yüce Allah, "Daha nice alametler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını doğrulturlar." [Nalıl, 16/16] buyurmuştur.

 

Allah, insanların yıldızlarla ve birtakım alametlerle yollarını bulduklarını bildirmiştir.

İnsanlar, Allah'ın lütufve yardımıyla Kabe'nin ne tarafta olduğunu biliyorlardı. Bir kısmı onu yerinde görerek, bir kısmı da görenlerin verdikleri bilgiler sayesinde ona yönelmektedir. Bu işi yaparken dağdan, yıldızdan, kuzey ve güneyden, doğuş ve batış yerlerine göre güneşten yararlanmaktalar. Namaz kılan kimse, akşam vakti güneşin nerede olduğunu göz önüne alarak da yönünü tayin etmektedir. Aynı şekilde bu konuda denizlerden de yararlanmaktadır.

İnsanlara düşen, dönmeleri farz olan Kabe'ye yönelmek için Allah'ın kendilerine vermiş olduğu akıl yardımıyla bu alametlerden yararlanmaktır. Onlar, Allah'tan yardım ve muvaffakiyet dileyip akılları ve alametlerle ilgili bilgileriyle ictihad yaparak kıbleyi tayin etmeye çalıştıkları zaman, üzerlerine düşeni yerine getirmiş olurlar.

 

Yüce Allah, onlara Mescid-i Haram cihetine dönmeyi farz kıldığını açıklamıştır. Mescid-i Haram cihetine dönmek, her durumda bizzat Kabe'ye tam ve doğru bir şekilde isabet ettirmek değildir.

 

Sonraki için tıkla:

 

İSTİHSAN