SAHİH-İ MÜSLİM |
İMAN |
باب
بيان الإيمان
والإسلام
والإحسان
ووجوب الإيمان
بإثبات قدر
الله سبحانه
وتعالى.---وبيان
الدليل على
التبري ممن لا
يؤمن بالقدر،
وإغلاظ القول
في حقه
1- İMANıN, İSLAM'IN VE İHSANIN
BEYANI, ŞANI YÜCE ALLAH'IN KADERİNİ KABUL ETMEK SURETİYLE İMAN ETMENİN VUCUBU,
KADERE İMAN ETMEYEN KİMSELER'DEN UZAK OLMA GEREĞİNİN DELİLİNİN VE BÖYLESİ
HAKKINDA AĞIR SÖZLER SÖYLEMENİN BEYANI BABI
Bu başlıkta sözkonusu
edilecek en önemli mesele, ilim adamlarının iman, İslam, bunların genel ve özel
kapsamları ile ilgili görüş ayrılıkları nelerdir? lman artar mı? Eksilir mi?
Ameller imandan mıdır, değil midir hususlarıdır.
Mütekaddimin (Önceki) ve
müteahhirin (sonraki) ilim adamları -Allah Teala'nın rahmeti üzerlerine olsun-
sözünü ettiğimiz bütün bu hususlarda pek çok açıklamalarda bulunmuşlardır. Ben
onların dağınık şekildeki açıklamalarından sözünü ettiğim maksadın pek çok
fazlalıklarla birlikte elde edileceği şekilde belli bazı kısımları nakletmekle
yetineceğim.
İMAN VE İSLAM:
Şafii alimlerinden
fakih, edip, muhakkik (araştırmacı), İmam Ebu Süleyman Ahmed b. Muhammed b.
İbrahim el-Hattabi el-Busti (rahimehuIlah), Mealimu's-Sünen adlı eserinde diyor
ki: İnsanlar bu meselede hayret edecek kadar çok hata ederler. Zühri, İslam
söylenen bir sözdür, iman ise ameldir demiş ve ayeti delil göstermiştir.
Bununla da şanı yüce Allah'ın: "Bedevi Araplar: İman ettik dediler. Deki:
Siz iman etmediniz fakat teslim olduk deyin (çünkü) iman henüz kalplerinize girmemiştir."
(Hucurat, 14) ayetini kastetmektedir. Başkaları ise İslam'ın ve iman'ın aynı
şey olduğu kanaatindedir. Bu kanaat'te olanlar da yüce Allah'ın: "Biz de
orada bulunan mu'minleri çıkardık ama orada Müslümanlar'dan bir ev halkından
başkalarını bulmadık." (Zariyat, 35-36) buyruğunu delil göstermiştir.
Hattabi dedi ki: Bu
hususta ilim ehli büyüklerinden iki adam söz söylemiş, onların her biri bu iki
görüşten birisini kabul edip, biri ötekinin görüşüne cevap verip, reddetmiştir.
Bu hususta da yaklaşık iki yüz yaprağı bulan bir de kitap tasnif etmiştir.
Hattabi dedi ki: Bu
hususta doğru olan ise bu alanda sözün mutlak olarak değil de, kayıtlı bir
şekilde söylenmesidir çünkü Müslüman bazı hallerde mu'min olmakla birlikte,
bazı hallerde mu'min olamayabilir ama mu'min bütün hallerde müslümandır. Her
mu'min teslimiyet gösteren (bir Müslüman) olmakla birlikte her Müslüman mu'min
değildir. İşte meseleyi buna göre ele alacak olursak ayetlerin te'vilini de
doğru bir şekilde yapmak imkanını buluruz. Bu ayetler hakkında söylenecek söz
de itidalli olur ve bunların herhangi birisi arasında ihtilaf ve aykırılık
olmaz. İman'nın aslı tasdik, İslam'ın aslı ise teslimiyet göstermek ve boyun
eğip, itaat etmektir. Kişi zahiren teslimiyet göstermekle birlikte içten içe itaat
edip, boyun eğmemiş olabilir. Bazı hallerde içinde doğru olmakla birlikte
zahirinde itaat edip, boyun eğmeyebilir.
Yine Hattabi, Nebi
(s.a.v.)'in: "İman yetmiş küsur şubedir" buyruğu hakkında şunları
söyler: Bu hadiste şer'i anlamıyla imanın, çeşitli şubeleri ve parçaları
bulunan, en alt mertebesi ve en üst mertebesi olan bir mana'nın adı olduğu
beyan edilmektedir. Aynı şekilde iman isminin bunların tamamı ile alakalı
olduğu gibi bir kısmı ile de alakalı olabileceğini de ifade etmektedir. Gerçek
anlamı ise bütün şubelerinin bir arada olmasını ve bütün bölümlerinin tamamen
eksiksiz yerine getirilmesini gerektirmektir. Tıpkı şer'i çerçevesi ile namazın
birtakım şubelerinin ve parçalarının, cüzlerinin olması gibi. Bununla birlikte
namaz (salat) ismi onun bir kısmı ile de alakalı olmaktadır. Hakikat anlamı ise
onun bütün parçalarının tamamını gerektirmekte ve onların hepsini eksiksiz
ihtiva etmektedir. Buna da Nebi (s.a.v.)'in: "Haya imandan bir
şubedir" buyruğu delildir. Yine bu buyrukta iman bakımından fazilet
(üstünlük) farkı ve iman derecelerinde mu'minlerin birbirlerinden farklı
olabilecekleri de tespit edilmektedir. -Hattabi'nin ifadeleri burada sona
ermektedir.-
İmam Ebu Muhammed
el-Huseyn b. Mes'ud el-Beğavi eş-Şafii (rahimehullah) Cebrail (aleyhisselam)'ın
imana ve İslam'a dair soru sorması ve ona verilen cevapların yer aldığı hadis
hakkında şunları söylemektedir: Nebi (s.a.v.) İslam'ı açığa çıkan amellerin
adı, imanı da içte saklı bulunan itikadın adı olarak tespit etmiştir.
Bu amellerin iman'dan
olmadığından kalp ile tasdikin de İslam'dan olmadığından dolayı değildir.
Aksine bu hepsi de aynı şey olan ve toplamı din'in kendisini ifade eden toplu
bir anlamın bir tafsilatından ibarettir. Bundan dolayı Nebi (s.a.v.): "o,
Cebrail idi, size dininizi öğretmek için geldi" buyurmuştur.
Tasdiki ve ameli aynı
zamanda iman ve İslam isimleri kapsar. Buna da yüce Allah'ın: "Şüphesiz
Allah yanında geçerli din İslam'dır." (AI-i İmran, 19); "Sizin için
din olarak İslam'ı beğenip seçtim." (Maide, 3); "Kim İslam'dan başka
bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz." (AI-i İmran, 85) buyrukları
delildir. Şanı yüce Allah bu buyruklarıyla beğenip seçtiği, hoşnut olduğu
kullarından kabul edeceği din'in İslam olduğunu haber vermektedir. Din'in kabul
edilebilir ve hoşnut olunup, beğenilen bir konumda olması ise ancak tasdikin
amele katılması ile mümkün olur. -Bunlar da Beğavi'nin sözleridir.-
Şafii İmam Ebu Abdullah
Muhammed b. İsmail b. Muhammed b. el-Fadl et-Temimi el-Asbahani de
(rahimehullah) "et-Tahrir fi Şerhi Sahih-i Müslim" adlı eserinde
şöyle diyor (11145): İman sözlükte tasdik etmek / doğrulamak demektir. Eğer
iman ile bu kastedilecek olursa ne artar, ne eksilir çünkü tasdik bölümlere
ayrılan bir şey değildir ki onun bazen kemal derecesinde olduğu, bazen de eksik
olduğu düşünülebilsin. Şeriat dilinde (şer'i bir terim olarak) iman ise kalp
ile tasdik etmek (doğrulamak) (İslam'ın) rükünlerini de amelen yerine
getirmektir. İman bununla açıklanacak olursa o takdirde artması ve eksilmesi
sözkonusu olur. Ehl-i sünnetin kanaati de budur. (Devamla) dedi ki: O halde bu
husustaki görüş ayrılığı(nın çözümü) tahkike binaen şöyledir:
Kalbiyle tasdik eden bir
kimse eğer tasdiki ile birlikte iman'ın gereklerini amelen yerine getirmeyecek
olursa, ona mutlak olarak m'umin adı verilir mi, verilmez mi? Bize göre tercih
edilen kanaat ona bu adın verilmeyeceğidir çünkü Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Zina eden, zina ettiği zaman mu'min olarak zina etmez"
çünkü o bu haliyle imanın gereği olan bir amel'de bulunmuyor ki, bu şekilde bu
ifadenin hakkında mutlak olarak kullanılmasını hak etsin. -et-Tahrir sahibinin
(İmam Ebu Abdullah Muhammed'in) sözleri burada sona ermektedir.-
Maliki alimi Mağribli
İmam Ebu'l-Hasan Ali b. Halef b. Battal, Şerhu Sahihi'l-Buhari adlı eserinde
şöyle diyor: Ümmetin selefiyle, halefiyle ehl-i sünnet cemaatinin mezhebi
(benimsediği kanaat) imanın söz ve amel olup, artıp eksildiği şeklindedir.
Artık eksildiğinin delili Buhari'nin kaydetmiş olduğu ayet-i kerimelerdir.
Bununla aziz ve celil Allah'ın: "İmanlarıyla birlikte imanlarının artması
için" (Feth, 4); "Biz de onların hidayetlerini arttırdık."
(Kehf, 13); "Ve Allah hidayet bulanların hidayetlerini arttırır."
(Meryem, 76); "Hidayet bulanların da hidayetlerini arttırdı."
(Muhammed, 17); "İman edenlerin de imanı artsın." (Müddessir,31);
"Bu hanginizin imanını arttırdı derler. İman etmiş olanlara gelince, hep
onların imanını arttırmıştır." (Tevbe, 124); "Onlardan korkun
(denilmesi) onların imanlarını arttırdı." (Al-i İmran, 173); "Ve
onların iman teslimiyetlerinden başka bir şeylerini arttırmadı." (Ahzab,
22) buyruklarını kastetmektedir.
İbn Battal (devamla)
dedi ki: Buna göre iman artışı gerçekleşmeyen kimsenin imanı eksik demektir.
Şayet iman sözlükte tasdik etmek, doğrulamaktır denilecek olursa şöyle cevap
verilir: Tasdik bütün itaatler ile kemal bulur. Buna göre mu'minin iyi amelleri
arttıkça imanı da daha mükemmel olur. Bu amellerin yapılmasıyla iman artar,
eksilmesiyle eksilir. İyilik amelleri ne zaman azalırsa, imanın kemali de
eksilir, artarsa imanın kemali de artar. İşte iman hususunda mutedil, orta
yollu görüş budur. Yüce Allah'ı ve Rasulünü (s.a.v.) tasdik ise asla eksilmez.
İşte bundan dolayı İmam Malik (rahimehullah) bazı rivayetlerde iman'ın eksildiğini
söylemeye yanaşmamıştır çünkü tasdikin eksilmesi caiz olamaz. Eğer eksilecek
olursa şüphe olur ve iman adının dışına çıkar.
Bazıları da şöyle
açıklamıştır: Malik'in iman'ın eksildiğini söylemeye yanaşmayış sebebi masiyet
ehli mu'minlerin günah işlemeleri sebebiyle kafir olduklarını söyleyen
haricilere uygun kanaat taşıdığı şeklinde bir yorumun yapılabileceği korkusu ve
endişesidir çünkü Malik ehl-i sünnet ve'l-cemaatin dediği gibi iman'ın
eksildiğini kabul etmiştir. Abdurrezzak dedi ki: Ben hocalarımızdan ve
arkadaşlarımızdan yetiştiğim kimseler Süfyan es-Sevri, Malik b. Enes,
Ubeydullah b. Ömer, el-Evzai, Ma'mer b. Raşid, İbn Cureyc ve Süfyan b.
Uyeyne'yi şöyle derken dinledim: İman söz ve ameldir, artar ve eksilir. Bu aynı
zamanda İbn Mes'ud'un, Huzeyfe'nin, Nesai'nin, Hasan-ı Basrı'nin, Ata, Tavus,
Mücahid ve Abdullah b. el-Mübarek'in de görüşüdür. O halde kul'un kendisi
sebebiyle övülmeyi ve mu'minler tarafından veli edinilmeyi hak etmesini
sağlayan anlam, onun şu üç hususu yerine getirmesiyle mümkün olur: Kalp ile
tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel etmek çünkü hiç kimsenin ihtilaf etmediği
konulardan birisi şudur: Eğer bir kimse ikrar etmekle birlikte Rabbini bilip,
tanımadan amelde bulunacak olursa mu'min adını almayı hak etmez. Eğer onu bilip
tanımakla birlikte kabul ettiği tevhidi dili ile inkar edip, yalanlayacak
olursa yine mu'min adım almayı hak etmez. Aynı şekilde yüce Allah'ı ve
rasullerini (sallallahu aleyhim) ikrar ve kabul etmekle birlikte farz amelleri
yapmayacak olursa ona da mutlak olarak (kayıtsız şartsız) mu'min adı verilmez.
Arapçada sadece tasdik ile birlikte ona mu'min denilse bile bu böyledir. Böyle
bir kimse aziz ve celil Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla yüce Allah'ın kelamı
gereğince bu ismi hak etmemektedir: "Gerçek mu'minler ancak o kimselerdir
ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, ayetleri karşılarında okunduğu zaman
(bu) onların imanını arttırır ve onlar ancak Rablerine dayanıp, güvenirler.
Onlar namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de
infak ederler. İşte onlar gerçek mu'minlerin ta kendileridir." (Enfal,2-4)
Böylelikle şanı yüce Allah bizlere mu'minin bu niteliklere sahip kimse olduğunu
haber vermektedir.
Yine İbn Battal
"iman amelin kendisidir" diyenler ile ilgili babta şunları söyler:
Şayet siz daha önce iman tasdikin (doğrulamanın) kendisidir demiştiniz
denilecek olursa şöyle cevap verilir: Tasdik iman konaklarının ilkidir. Tasdik
edenin ise içine girmesini gerektirir ama onun bütün konaklarını tamamlamış
olmasını gerektirmez. Kayıtsız şartsız olarak da ona mu'min denilmez. İşte
ehl-i sünnet cemaatinin benimsediği kanaat, iman söz ve ameldir şeklindedir.
Ebu Ubeyd dedi ki: Bu
aynı zamanda Malik'in, Sevri'nin ve Evzai'nin ayrıca onlardan sonra gelip,
hidayet kandilleri ve dinin imamları olan ilim ve sünnet erbabı, Hicazlı,
Iraklı, Şamlı ve daha başka diğer alimlerin de görüşüdür.
İbn Battal (devamla)
dedi ki: İşte iman kitabında (bölümünde) Buhari (rahimehullah)'ın tespit etmek
istediği anlam budur ve bu bölümün bütün bablarını da bu maksatla açmıştır. O
şöyle demiştir: İman ile ilgili hususlar babı, namazın imandan olduğu babı,
zekatın imandan olduğu babı, cihadın imandan olduğu babı ve diğer babları da bu
şekildedir. O bunlarla Mürcie'nin:
İman amel sözkonusu
olmaksızın sözden ibarettir şeklindeki görüşlerini reddetmek, onların
yanlışlıklarını, kötü inanışlarını, kitaba, sünnete ve imam ların mezheplerine
muhalefetlerini açıklamak istemiştir. Sonra İbn Battal bir başka babta şunları
söylemektedir: el-Mühelleb dedi ki: Hakikati üzere İslam, yüce Allah nezdinde
başka türlüsünün fayda vermeyeceği, dilin yaptığı ikrarı tasdik eden kalbin
kesin inancı demektir.
Kerramiyye ve Mürcie'nin
bazıları da iman kalbin itikadı sözkonusu olmaksızın sadece dil ile ikrar
etmekten ibarettir demişlerdir. Onların bu kanaatlerini reddedecek en güçlü
delillerden birisi de ümmetin dışa şahadet kelimelerini getirdiklerini
açıklasalar dahi münafıkların kafir oldukları üzerinde icma etmiş olmasıdır.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını
asla kılma, kabrinin başında da durma çünkü onlar Allah'a ve Rasulüne kafir
oldular ve fasık olarak öldüler ... ve canlarının kafir oldukları halde
güçlükle çıkmasını ister." (Tevbe, 84-85) İbn Battal'ın sözleri burada
sona ermektedir.
Şeyh, İmam Ebu Amr b.
es-Salah (rahimehullah) der ki: Nebi (s.a.v.)'in: "İslam Allah'tan başka
hiçbir ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahôdet etmen,
namazı dosdoğru kılman, zekatı vermen, (1/147) ramazan orucunu tutman, oraya
gitmek için yol bulabilirsen Beyti haccetmendir. İman ise Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, rasullerine ve ahiret gününe inanman, hayrıyla, şerriyle kadere
inanmandır" buyruğu ile ilgili olarak (İbnu's-Salah) dedi ki:
İşte bu, imanın aslına
dair bir açıklamadır. O ise içteki bir tasdiktir. İslam' ın aslını da
açıklamaktadır. O da zahiren teslimiyet gösterip, boyun eğerek itaat etmektir.
Zahirde İslam hükmü iki şahadet ile sabit olur. Bu iki şahadete namazı, zekatı,
haccı ve orucu eklemesi ise İslam'ın şiarlarının en üstün ve en büyükleri
olmasından dolayıdır. Kişi bunları yerine getirmekle onun teslimiyeti
tamamlanmış olur. Bunları terk etmesi ise onun bağlılığını ortaya koyan bağın
çözüldüğü yahut yerinden oynadığı izlenimini verir. Diğer taraftan iman adı bu
hadiste İslam'ın kendisiyle açıklandığı hususları ve diğer itaatleri de
kapsamına alır. Çünkü bunlar imanın aslını teşkil eden içteki tasdikin
meyveleri, pekiştiricileri, tamamlayıcıları ve onun koruyucularıdır. Bundan
dolayı Allah Rasulü de Abdulkays heyeti ile ilgili hadiste imanı, şahadet
kelimeleri, namaz, zekat, ramazan orucu, ganimetierin de beşte birini (devletin
payı olarak) vermek diye açıklamıştır. İşte bundan dolayı büyük bir günah
işlemiş yahut bir farizayı değiştirmiş bir kişi hakkında "mutlak olarak
mu'min" adı kullanılmaz. Bu ad mutlak olarak bu bakımdan imanı kamil kimse
hakkında kullanılır. Zahiren eksik olan kimse hakkında ise ancak kayıtlı olarak
kullanılır. Bu sebepten dolayı da Nebi (s.a.v.)'in: "Hırsız bir kimse
hırsızlık yaptığı zaman mu'min olarak hırsızlık yapmaz" buyruğunda imanın
mutlak olarak bulunmadığını söylemek caiz (doğru ve mümkün) olmuştur. İslam adı
da aynı zamanda imanın aslını teşkil eden batındaki tasdiki de kapsar,
itaatlerin aslını da kapsar. Bütün bunlar istislam denilen teslimiyet
göstermektir.
Böylelikle
zikrettiklerimizden ve yaptığımız tahkiklerden şu sonuç ortaya çıkmaktadır:
İman ve İslam'ın ortak yönleri de var, ayrı ve farklı yönleri de var. Her
mu'min bir müslümandır ama her bir Müslüman bir mu'min değildir. İşte bu tahkik
ile bu işe dalanların çokça yanlışa düştükleri, iman ile İslam hakkında varid
olmuş değişik ve dağınık bulunan kitap ve sünnetteki naslar arasında uyumlu bir
açıklamayı ortaya koymaktadır. Bizim bu husustaki tahkikimiz aynı zamanda hadis
ehlinden olsun, diğerlerinden olsun ilim adamlarının büyük çoğunluğunun
kanaatlerine de uygundur. -Şeyh Ebu Amr b. es-Salah'ın sözleri burada sona
ermektedir.-
Selefin mezheplerinden
ve halefin imamlarından zikrettiğimiz bu hususlar iyice anlaşıldığına göre,
şunu da görüyoruz ki, bunlar imanın artıp eksildiği hususunda birbirleriyle
örtüşen ve biri diğerini destekleyen açıklamalardır. Selefin, muhaddislerin ve
kelamcılardan bir topluluğun benimsediği kanaat (mezhep) da budur. Ancak
kelamcıların çoğunluğu imanın artıp, eksileceğini kabul etmeyerek şöyle
demişlerdir: İmanın artışı ne zaman mümkün olursa o şüphe ve küfür olur.
Ancak Şafii mezhebine
mensup muhakkik kelamcılar şöyle demişlerdir:
Tasdikin bizzat kendisi
ne artar, ne eksilir ama şer'i anlamıyla iman amellerden ibaret olan
meyvelerinin artmasıyla artar, eksilmesiyle eksilir. Devamla derler ki: Bu
açıklama ile imanın arttığını ortaya koyan nasların zahir anlamları ile selefin
sözleri ve dildeki asıl anlamı ve kelamcıların benimsedikleri kanaat telif
edilmiş olur.
Ancak bunların
yaptıkları bu açıklama, zahiren güzelolmakla birlikte, bundan daha güçlü -Allah
en iyi bilendir- kanaat şudur: Tasdikin bizzat kendisi tefekkürün çokluğu ve
delillerin birbirlerini desteklemesi ile de artar. Bu sebeple sıddiklerin
imanı, hiçbir şekilde şüphe ile karşı karşıya kalmamaları ve arızi herhangi bir
sebeple imanlarının sarsılmaması sebebiyle başkalarının imanından daha
güçlüdür. Bu gibi hallerde imanları sarsılacak yerde aksine karşı karşıya
kaldığı durumlar farklılaşsa bile hep kalpleri geniş ve nurlu kalmaya devam
eder. (1/148) Kalpleri telif edilen yahut onlara yakın ve onlara benzer
diğerlerinin durumu ise böyle değildir. Bu ise inkar edilmesi imkansız bir
husustur. Aklı başında hiçbir kimse de Ebu Bekr es-Sıddık (radıyallahu anh)'ın
tasdikine herhangi bir insanın tasdikinin eşit olamayacağında şüphe etmez.
Bundan dolayı Buhari Sahih'inde şöyle demiştir: İbn Ebi Muleyke dedi ki: Nebi
(sallallahu aleyhi ve sellem)'in ashabından otuz kişiye yetiştim. Hepsi de
kendi adına münafıklıktan korkardı. Aralarından Cebrail'in ve Mikail'in imanı
gibi bir imana sahip olduğunu söyleyen bir kişi dahi yoktu. Allah en iyi
bilendir.
Amellere İman Denir mi?
İman adının ameller için
kullanılmasına gelince, bu hususta hak ehli ittifak halindedir. Bunun kitap ve
sünnetteki delilleri de sayılamayacak kadar çok, ayrıca şöhrete ihtiyacı
olmayacak kadar da yaygındır. Nitekim yüce Allah: "Allah sizin imanınızı
boşa çıkaracak değildir." (Bakara, 143) buyurmaktadır. İlim adamları
buradan maksadın "namazınızı" olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Bu
husustaki hadislere gelince, bunların çok sayıda bir bölümünü bu kitapta
göreceğiz. Allah en iyi bilendir.
Ehl-i sünnetin muhaddis,
fukaha ve kelamcıları kıble ehlinden olduğuna ve cehennemde ebediyen
kalmayacağına hüküm verilen mu'minin, ancak kalbiyle her türlü şüpheden uzak,
kesin bir şekilde İslam dinine inanan ve şahadet kelimelerini diliyle söyleyen
kimse olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Eğer bunlardan sadece birisini yerine
getirecek olursa kesinlikle kıble ehlinden olmaz. Dilindeki bir rahatsızlığı
yahut ölüm halinde olduğu için imkan bulamadığı ya da başka bir sebepten ötürü
dilindeki bir özür dolayısıyla konuşmaktan aciz olması hali müstesnadır. O
takdirde mu'min olur.
Ama şahadet kelimelerini
söyleyecek olursa, onlarla birlikte ayrıca "ve ben İslam'a muhalif her
dinden uzağım" demesi şart değildir. Şu kadar var ki eğer Nebimiz Muhammed
(sallallShu aleyhi ve sellem)'in risaletinin özelolarak Araplara ait olduğuna
inanan kafirlerden birisi ise, böyle bir uzaklaşmayı da ifade etmedikçe
Müslüman olduğuna hüküm verilmez. Bizim yani Şafii (rahimehullah)'ın mezhebine
mensup bazı kimseler kayıtsız ve şartsız olarak başka bütün dinlerden uzak
olduğunu ifade etmesini şart koşmuş ise de bunun bir kıymeti yoktur ama eğer
sadece la ilahe illaIlah deyip, Muhammedurrasulullah demeyecek olursa gerek
bizim mezhebimizde, gerek diğer alimlerin mezheplerinde meşhur olan kanaate
göre Müslüman olmaz.
Mezhebimize mensup ilim
adamları arasında: Müslüman olur ama ikinci şahadeti de eda etmesi istenir.
Eğer kabul etmeyecek olursa mürted olur, diyenler de vardır. Bu görüş sahipleri
lehine Nebi (sallallShu aleyhi ve sellemı'in:
"İnsanlarla la ilah
e illaIlah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Eğer bunu söyleyecek
olurlarsa benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar" buyruğu delil
gösterilebilir. Bu ise büyük çoğunluğa göre iki şahadet kelimesini söylemek
hakkında kabul edilmiştir. Bunlardan birisini zikretmek suretiyle diğerine ihtiyaç
görmemiştir. Çünkü bunların ikisi birbirinden kopmaz ve bir arada olmaları da
zaten meşhur olandır. Allah en iyi bilendir.
Namazın, orucun ya da
İslam rükünlerinden başka bir rüknün farz olduğunu ikrar ve kabul etmekle
birlikte, önceden benimsemiş olduğu dine muhalif bir durumda ise, acaba bununla
Müslüman kabul edilir mi?
Bu hususta mezhebimizin
alimlerinin iki görüşü vardır. Bu fiiliyle onun Müslüman olduğunu kabul eden
alimler şöyle der: Müslümanın inkar etmesi halinde kafir olduğu her bir husus u
kafir bir kimse ikrar edecek olursa Müslüman olur.
Arapça söyleyebilmekle
birlikte şahadet kelimelerini Arapça dışında bir dille ikrar eden bir kimse
bununla Müslüman olur mu? Bu hususta da mezhep alimlerimizin iki görüşü vardır.
Sahih olanına göre ikrann varlığından ötürü Müslüman olacağıdır. Hak olan görüş
budur, diğer bir görüşün açıklanabilir güçlü bir yönü yoktur. (1/149) Ben bu
hususu geniş açıklamasıyla birlikte elMühezzeb şerhinde açıklamış bulunuyorum.
Allah en iyi bilendir.
Seleften olan ilim
adamlan da, başkaları da bir kimsenin mutlak olarak ben mu'minim sözü hakkında
farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim sadece ben mu'minim demekle yetinmemeli,
aksine ben inşallah mu'minim demelidir demiştir.
Mezhebimiz alimlerinden bazıları
bu görüşü mezhebimiz kelamcılarının çoğundan nakletmiş bulunmaktadır.
Daha başkaları ise
mutlak olarak ben mu'minim demenin caiz olduğu ve inşallah demeyeceği
kanaatindedir. Tercih edilen ve tahkik ehlinin görüşü budur.
Evzai ve başkaları ise her
iki durumun da caiz olduğu kanaatindedir. Bununla birlikte hepsi de değişik
itibarlara (bakış açılarına) göre sahihtir. Mutlak olarak kabul eden hali
hazırdaki duruma ve bu durumda iman ile ilgili hükümlerin onun üzerinde
uygulanmakta olduğuna bakar. İnşallah denileceğini kabul edenler de bu hususta:
Ya teberrük için söylenir yahut nihai akıbet ve yüce Allah'ın takdirine bakarak
onu gözönünde bulundurarak söylenir demişlerdir çünkü iman üzere sabit mi
kalacağını yoksa ondan başka tarafa mı döndürüleceğini bilemez. Kişinin deyip
dememekte muhayyer olduğunu kabul etmek görüşü de önceki iki görüşün hareket
noktasını gözönünde bulundurmak ve gerçekte görüş ayrılığını ortadan kaldırmak
bakımından güzeldir ve sahihtir.
Kafire gelince bu
hususta bizim mezhep alimlerinin garip bir görüş ayrılığı vardır. Onlardan
kimileri şöyle der: O kafirdir denilir ama inşallah denilmez, kimileri de
kayıtlı ifade kullanmak hususunda az önce geçtiği gibi Müslüman için
söyleneceği gibi söylenebilir demiştir. Kayıtlı kafir denilebileceğini kabul
edenlerin görüşüne göre onun ölüm hali gözönünde bulundurularak o inşallah
kafirdir denilir. Son hal ise bilinmemektedir. Bazı muhakkikler de bu görüşü
tercih etmiştir. Allah en iyi bilendir.
Günah ve Bid'at
Sebebiyle Kafir Olmak
Şunu bil ki, hak ehlinin
mezhebine (benimsediği kanaate) göre kıble ehlinden kimse bir günah sebebiyle
kafir olmadığı gibi, heva ve bid'at ehli de kafir olmaz. Ancak İslam dininden
olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü inkar eden kimsenin mürted ve kafir olduğuna
hükmedilir. Henüz yeni Müslüman olmuş yahut dinin bu gibi hükümlerini bilmemesi
mümkün olan uzak bir çölde ve benzeri bir yerde yetişmiş birisi olması hali
müstesnadır. O takdirde bu hüküm ona öğretilir. Yine (bunu inkarı) sürdürürse
kafir olduğuna hüküm verilir. Zinanın, içkinin, haksızca öldürülmenin ya da
bunun dışında haram oldukları kesin olarak bilinen haram herhangi bir hükmü n
helal olduğunu söyleyen kimsenin hükmü de böyledir.
İşte bunlar iman ile
ilgili bazı meselelerdir. Bunları bir giriş olmak üzere kitabın baş tarafına
aldım, çünkü bunlara çokça ihtiyaç duyulur ve hadislerde de çokça tekrar
edilirler. Bunları başa alarak bunlara bağlı ele alınacak başka meseleler
geldikçe bunları referans göstermek istedim.
Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır, hamd ve nimet yalnız ondandır, başarı ve hatadan korunmak onun
tevfiki ile mümkündür.
قال أبو
الحسين مسلم
بن الحجاج
القشيري رحمه الله:
بعون الله
نبتدئ. وإياه
نستكفي. وما
توفيقنا إلا
بالله جل
جلاله.
Ebu'l-Huseyn Müslim b.
el-Haccac el-Kuşeyri (rahimehullah) dedi ki: Allah'ın yardımı ile başlıyor,
onun bize yetmesini diliyoruz. Başarımız da ancak şanı yüce Allah iledir.
1 - (8) أبو
خيثمة زهير بن
حرب. حدثنا
وكيع، عن
كهمس، عن
عبدالله بن
بريدة، عن
يحيى بن يعمر.
ح
وحدثنا
عبيدالله بن
معاذ العنبري.
وهذا حديثه:
حدثنا أبي. حدثنا
كهمس، عن ابن
بريدة، عن
يحيى بن يعمر؛
قال: كان
أول من قال في
القدر
بالبصرة معبد
الجهني.
فانطلقت أنا
وحميد بن
عبدالرحمن
الحميري حاجين
أو معتمرين
فقلنا: لو
لقينا أحد من
أصحاب رسول
الله صلى الله
عليه وسلم
فسألناه عما
يقول هؤلاء في
القدر. فوفق
لنا عبدالله
بن عمر بن
الخطاب داخلا
المسجد.
فاكتنفته أنا
وصاحبي. أحدنا
عن يمينه
والأخر عن
شماله. فظننت
أن صاحبي سيكل
الكلام إلي.
فقلت: أبا
عبدالرحمن!
إنه قد ظهر
قبلنا ناس
يقرؤون
القرآن ويتقفرون
العلم. وذكر
من شأنهم
وأنهم يزعمون
أن لا قدر. وأن
الأمر أنف.
قال: فإذا
لقيت أولئك
فأخبرهم أني
بريء منهم،
وأنهم برآء
مني.
والذي يحلف
به عبدالله بن
عمر! لو أن
لأحدهم مثل
أحد ذهبا
فأنفقه، ما
قبل الله منه
حتى يؤمن
بالقدر. ثم
قال: حدثني
أبي عمر بن
الخطاب، قال: بينما
نحن عند رسول
الله صلى الله
عليه وسلم ذات
يوم، إذ طلع
علينا رجل
شديد بياض
الثياب. شديد
سواد الشعر.
لا يرى عليه
أثر السفر.
ولا يعرفه منا
أحد. حتى جلس
إلى النبي صلى
الله عليه
وسلم. فاسند
ركبتيه إلى
ركبتيه. ووضع
كفيه على
فخذيه. وقال:
يا محمد!
أخبرني عن الإسلام.
فقال رسول
الله صلى الله
عليه وسلم:
"الإسلام أن
تشهد أن لا
إله إلا الله
وأن محمدا
رسول الله صلى
الله عليه
وسلم. وتقيم
الصلاة. وتؤتي
الزكاة. وتصوم
رمضان. وتحج
البيت، إن
استطعت إليه
سبيلا" قال:
صدقت. قال
فعجبنا له.
يسأله ويصدقه.
قال: فأخبرني
عن الإيمان.
قال: "أن تؤمن
بالله،
وملائكته،
وكتبه،
ورسله،
واليوم الآخر.
وتؤمن بالقدر
خيره وشره"
قال: صدقت. قال:
فأخبرني عن
الإحسان. قال:
"أن تعبد الله
كأنك تراه.
فإن لم تكن
تراه، فإنه
يراك". قال:
فأخبرني عن
الساعة. قال:
"ما المسؤول
عنها بأعلم من
السائل" قال:
فأخبرني عن
أمارتها. قال:
"أن تلد الأمة
ربتها. وأن
ترى الحفاة
العراة
العالة رعاء الشاء،
يتطاولون في
البنيان". قال
ثم انطلق. فلبثت
مليا. ثم قال
لي: "يا عمر!
أتدري من
السائل؟" قلت:
الله ورسوله
أعلم. قال:
"فإنه جبريل
أتاكم يعلمكم
دينكم".
93- Bana Ebu Hayseme Zuheyr b. Harb tahdis etti, bize Veki',
Kehmes'den tahdis etti. O Abdullah b. Bureyde'den, o Yahya b. Ya'mer'den (H)
Bize Ubeydullah b.
Muaz el-Anberi de tahdis etti -ki bu onun (naklettiği) hadisidir-, bize babam
tahdis etti, bize Kehmes, İbn Bureyde'den tahdis etti. O Yahya b. Ya'mer'den şöyle dediğini nakletti: - Kader
hakkında ilk konuşan kişi Basra'da Ma'bed el-Cuheni oldu. Ben ve Humeyd b.
Abdurrahman el-Himyeri hac -ya da umre- yapmak üzere gitmiştik. Kendi
kendimize: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in ashabından birisi ile karşılaşsak
da bunların kader hakkında söylediklerine dair ona (kanaatini) sorsak, dedik.
Abdullah b. Ömer b. el-Hattab'a mescide girerken rastgeldik. Ben ve arkadaşım
birimiz sağından, diğerimiz solundan olmak üzere etrafında durduk. Arkadaşımın
sözü bana bırakacağını düşünerek:
- Ey Ebu Abdurrahman,
dedim. Bizim oralarda birtakım insanlar çıktı. Bunlar Kur'an'ı okuyorlar, ilmi
araştırıyorlar -ve böyle diyerek onların durumlarını zikretti.- Bununla
birlikte onlar kader diye bir şey olmadığını, olayların (Allah'ın ezeli ilmi
söz konusu olmaksızın) kendiliğinden meydana geldiğini iddia ediyorlar.
(İbn Ömer) dedi ki:
Bunlarla karşılaşacak olursan benim onlardan uzak olduğumu, onların da benden
uzak olduklarını onlara haber ver. Abdullah b. Ömer'in adına yemin ettiği zat
hakkı için eğer onlardan (1/37a) birinin Uhud dağı gibi altını bulunsa ve onu
(Allah yolunda) infak etse kadere iman etmedikçe Allah ondan (infakını) kabul
etmez. Sonra şunları ekledi: -Babam Ömer b. el-Hattab bana tahdis edip dedi ki:
Bir gün Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in huzurunda idik. Birden yanımıza elbiseleri
oldukça beyaz, saçı oldukça siyah, üzerinde yolculuk izleri görülmeyen ve
aramızdan kimsenin de tanımadığı bir adam çıkageldi. Nebi (Sallallahu aleyhi ve
Sellem)'in yanına oturuverdi, dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini
uylukları üzerine koydu ve:
- Ey Muhammed, bana
İslam'dan haber ver, dedi.
RasuluIlah (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "İslam Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına,
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet etmen, namazı dosdoğru kılman,
zekatı vermen, Ramazan ayı orucunu tutman, oraya gitmek için yol bulabildiğin
takdirde beyti haccetmendir" buyurdu.
Adam: Doğru söyledin,
dedi.
(Ömer): Biz onun bu
yaptığına hayret ettik. Hem ona soru soruyor, hem ona doğru söylüyorsun
diyordu, dedi.
Sonra adam: Bana imandan
haber ver, dedi.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): ''Allah'a, meleklerine, kitaplarına, rasullerine, ahiret
gününe iman etmen, bir de hayrıyla, şerriyle kadere iman etmendir"
buyurdu.
(Adam): Doğru söyledin,
dedi. Sonra: Bana ihsandan haber ver, dedi.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): ''Allah'a onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu
görmüyorsan da şüphesiz o seni görür" buyurdu.
Adam: Bana kıyamet'ten
haber ver dedi.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Bu hususta kendisine soru sorulan sorandan daha
bilgili değildir" buyurdu.
Adam: O halde bana onun
alamet(ler)ini haber ver, dedi.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Cariyenin kendi hanımefendisini doğurması, yalınayak,
çıplak, yoksul koyun çobanı kimselerin uzun (yüksek) bina yapmakta
birbirleriyle yarıştıklarını görmendir" buyurdu.
(Ömer) dedi ki: Sonra
adam gitti. Uzunca bir süre bekledim sonra (Allah Rasulü) bana: "Ey Ömer,
o soru soran kimdi biliyor musun" buyurdu. Ben: Allah ve Rasulü en iyi
bilendir, dedim. O: "O (gelen) Cibril'di. Size dininizi öğretmek üzere
gelmişti" buyurdu.
Diğer tahric: Ebu
Davud, 4695; Tırmizi, 2610; Nesai, 5005; İbn Mace, 63; Tuhfetu'l-Eşraf, 10572
2 - (8) حدثني
محمد بن عبيد
الغبري، وأبو
كامل الجحدري،
وأحمد بن
عبدة. قالوا:
حدثنا حماد بن
زيد، عن مطر
الوراق، عن
عبدالله بن
بريدة، عن
يحيى بن يعمر؛ قال:
لما تكلم معبد
بما تكلم به
في شأن القدر،
أنكرنا ذلك.
قال فحججت أنا
وحميد بن
عبدالرحمن الحميري
حجة. وساقوا
الحديث. بمعنى
حديث كهمس وإسناده.
وفيه بعض
زيادة ونقصان
أحرف.
94- Bana Muhammed b. Ubeyd el-Gubara, Ebu Kamil el-Cahderi ve
Ahmed b. Abde tahdis edip dediler ki: Bize Hammad b. Zeyd, Matar el-Varrak'dan
tahdis etti. O Abdullah b. Bureyde'den, o Yahya b.
Ya'mer'den şöyle dediğini nakletti: Ma'bed kader hakkında söylediklerini
söyleyince, biz bunu kabul etmeyip, karşı çıktık. (Yahya) dedi ki: Humeyd b.
Abdurrahman el-Himyeri ile birlikte hacca gitmiştik, sonra da (raviler) hadisi
Kehmes'in rivayet ettiği hadisin manasıyla ve senediyle -ancak bazı fazlalıklar
ile birkaç harf eksiği ile- rivayet ettiler.
Diğer tahric: Ebu
Davud, 4695; Tırmizi, 2610; Nesai, 5005; İbn Mace, 63; Tuhfetu'l-Eşraf, 10572
SENED AÇIKLAMASI: "Bana Muhammed b. Ubeyd el-Guberı, Ebu
Kamil el-Cahderi ve Ahmed b. Abde tahdis etti." Bu senetteki
"el-Guberi" nispeti ğayn harfi ötreli, be harfi fethalıdır.
Mukaddimenin baş taraflarında buna dair net açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
el-Cahderl'nin adı ise el-Fudayl b. Huseyn'dir. "el-Cahderi"
nispetinde cim fethalı, ha sakindir. Mukaddimede de buna dair açıklamalar
geçti. "Abde" isminde be harfi sakindir. Bu da önceki fasıllarda
"Abde ve Ubeyde" ile ilgili açıklamalarda geçti.
Bu isnadda "Matar
el-Verrak" da geçmektedir ki, adı Matar b. Tahman Ebu Reca
el-Horasani'dir. Basra'da yerleşmiştir. Mushaf yazar(ak geçinir)di. Ona
el-Verrak (kağıtçı) denilmiştir.
"Hac etmek için
gitmiştik"teki "(...): Bir hac" lafzı ha harfi hem kesreli, hem
fethalı olarak iki şekilde de söylenir. Kesreli söyleyiş Araplardan işitilmiş
alandır. Fethalı söyleyiş ise kıyasa göredir. Bir vuruş anlamındaki (ve
benzerleri) 'kelimeler için dilciler böyle demişlerdir .
3 - (8) وحدثني
محمد بن حاتم.
حدثنا يحيى بن
سعيد القطان.
حدثنا عثمان
بن غياث.
حدثنا
عبدالله بن
بريدة، عن يحيى
بن يعمر،
وحميد بن
عبدالرحمن؛ قالا:
لقينا
عبدالله بن
عمر. فذكرنا
القدر وما
يقولون فيه.
فاقتص الحديث
كنحو حديثهم.
عن عمر رضي
الله عنه، عن
النبي صلى
الله عليه
وسلم، وفيه
شيء من زيادة،
وقد نقص منه
شيئا.
95- Bana Muhammed b. Hatim de tahdis etti. Bize Yahya b. Said
el-Kattan tahdis etti. Bize Osman b. Ğiyas tahdis etti. Bize Abdullah b.
Bureyde, Yahya b. Ya'mer'den ve
Humeyd b. Abdurrahman'dan şöyle dediklerini tahdis etti.
Abdullah b. Ömer ile
karşılaştık. Kaderi ve (yeni görüş ortaya atanların) kader hakkında
söylediklerini zikrettik. O da hadisi onların naklettikleri gibi Ömer
(radiyallahu anh)'dan, o Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'den bize rivayet
etti, ama onda biraz fazlalık ve bir parça eksik lafızlar bulunabilir.
Diğer tahric: Hadisin
Humeyd b. Abdurrahman yoluyla gelen rivayetini Ebu Davud, 4696;
Tuhfetu'l-Eşraf, 10516'da rivayet etmiştir. Yahya b. Ya'mer tarafından gelen
rivayetinin kaynakları da 93 numaralı hadiste gösterildi.
4 - (8) وحدثني
حجاج بن
الشاعر. حدثنا
يونس بن محمد.
حدثنا المعتمر
عن أبيه، عن
يحيى بن يعمر،
عن ابن عمر، عن
عمر، عن النبي
صلى الله عليه
وسلم، بنحو حديثهم.
96- Bana Haccac eş-Şair de tahdis etti. Bize Yunus b. Muhammed
tahdis etti. Bize el-Mutemir babasından tahdis etti. O Yahya b. Ya'mer'den, o
İbn Ömer'den, o Ömer'den, o Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'den adı geçen
ravilerin hadisi naklettiklerine yakın rivayet etti.
5 - (9) وحدثنا
أبو بكر بن
أبي شيبة،
وزهير بن حرب.
جميعا عن ابن
علية، قال
زهير: حدثنا
إسماعيل بن إبراهيم،
عن أبي حيان،
عن أبي زرعة
بن عمرو بن جرير،
عن أبي هريرة؛
قال : كان
رسول الله صلى
الله عليه
وسلم يوم
بارزا للناس
فأتاه رجل
فقال: يا رسول
الله! ما
الإيمان؟ قال
"أن تؤمن
بالله
وملائكته
وكتابه ولقائه
ورسله وتؤمن
بالبعث
الآخر" قال يا
رسول الله! ما
الإسلام؟
قال" الإسلام
أن تعبد الله
ولا تشرك به
شيئا. وتقيم
الصلاة
المكتوبة. وتؤدي
الزكاة
المفروضة.
وتصوم رمضان".
قال: يا رسول
الله! ما
الإحسان؟ قال
"أن تعبد الله
كأنك تراه.
فإنك إن لا
تراه فإنه
يراك". قال: يا
رسول الله !
متى الساعة؟
قال: "ما
المسؤول عنها
بأعلم من
السائل. ولكن
سأحدثك عن
أشرا طها إذا
ولدت الأمة
ربها فذاك من
أشراطها. وإذا
كانت العراة الحفاة
رؤوس الناس
فذاك من
أشراطها. وإذا
تطاول رعاء
البهم في
البنيان فذاك
من أشراطها.
في خمس لا
يعلمهن إلا
الله" ثم تلا
صلى الله عليه
وسلم: {إن الله
عنده علم
الساعة وينزل
الغيث ويعلم
ما في الأرحام
وما تدري نفس
ماذا تكسب غدا
وما تدري بأي
أرض تموت إن
الله عليم خبير}.
[31- سورة لقمان،
آية 34]
قال ثم أدبر
الرجل. فقال
رسول الله صلى
الله عليه
وسلم "ردوا
على الرجل"
فأخذوا
ليردوه فلم
يروا شيئا.
فقال رسول
الله صلى الله
عليه وسلم "هذا
جبريل. جاء
ليعلم الناس
دينهم"
97- Bana Ebu Bekr b. Ebi Şeybe ve Zuheyr b. Harb beraberce İbn
Uleyye'den tahdis etti: Zuheyr dedi ki: Bize İsmail b. İbrahim, Ebu Hayyan'dan
tahdis etti. O Ebu Zur'a b. Amr b. Cerir'den, o Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini nakletti: Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
bir gün insanlar arasına çıkmıştı. Yanına bir adam gelerek: Ey Allah'ın Rasulü,
iman nedir, dedi.
O: ''Allah'a,
meleklerine, kitabına, ona kavuşmaya ve rasullerine iman etmendir. Bir de
ölümden sonra dirilişe de iman etmendir" buyurdu. Adam: Ey Allah'ın Resulü
İslam nedir dedi.
O: "İslam Allah'a
ona hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmen, farz namazı dosdoğru kılman,
farz zekatı tam olarak vermen ve ramazan orucunu tutmandır" buyurdu. Adam:
Ey Allah'ın Resulü, ihsan nedir, (diye) sordu.
O: ''Allah'a onu
görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen onu görmüyorsan dahi o seni görür"
buyurdu. Adam: Ey Allah'ın Rasulü (kıyametin) saat(i) ne zaman, dedi.
Allah Rasulü:
"Hakkında soru sorulan kişi sorandan bilgili değildir ama ben sana onun
şartlarını söyleyeyim. Cariye efendisini doğuracak olursa işte bu onun
şartlarından (alametlerinden) dir. Çıplak ve yalınayak kimseler insanların başı
olurlarsa işte bu onun şartlarındandır. Dilsiz davar çobanları uzun bina yanşma
girişirlerse işte bu onun şartlarındandır. (Yoksa kıyametin ne zaman kopacağı}
Allah'tan başka kimsenin bilmediği beş husus arasındadır" buyurdu. Sonra
da: "Saatin ilmi muhakkak Allah'ın yanındadır. Yağmuru o indirir, rahimlerde
olanı o bilir. (Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiçbir nefis de
hangi yerde öleceğini bilemez.) Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden
haberdardır. " (Lokman, 34) buyruğunu okudu.
(Ebu Hureyre) dedi ki:
Sonra adam dönüp gitti. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "O adamı
bana getiriniz" buyurdu. Onu geri çağırmak için harekete geçtilerse de
hiçbir §ey göremediler. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'de: "Bu
Cibril'di. İnsanlara dinlerini öğretmek için geldi" buyurdu.
Diğer tahric: Buhari,
50 ve 4777; İbn Mace, 64 ve 4044'te kısmen; Tuhfetu'I-Eşraf, 14929
6 - (9) حدثنا
محمد بن
عبدالله بن
نمير. حدثنا
محمد بن بشر.
حدثنا أبو
حيان التيمي،
بهذا
الإسناد، مثله.
غير أن في
روايته "إذا
ولدت الأمة
بعلها" يعني
السراري.
98- Bize Muhammed b. Abdullah b. Numeyr tahdis etti. Bize
Muhammed b. Bişr tahdis etti. Bize Ebu Hayyan et-Teymi bu isnad ile aynısını
tahdis etti. Şu kadar var ki o, rivayetinde "erne kocasını doğurursa"
demiştir ki (erne lafzından) kastı cariyelerdir.
97 numaralı hadisin
kaynakları ile aynı
SENED AÇIKLAMASI (95,
96, 97 ve 98): "Osman b.
Ğıyas" Ğıyas ismi noktalı ğayn iledir. "Haccac b. eş-Şair" de
Haccac b. Yusuf b. Haccac es-Sekafi Ebu Muhammed el-Bağdadi'dir. Kitabın baş
taraflarında buna dair açıklama ve isminin zulmüyle tanınan vali Haccac b.
Yusuf ile uyum gösterdiğini ama bunların farklı kimseler olduklarını
belirtmiştik.
Senette
"Yunus" da geçmiş bulunmaktadır. Yunus lafzında nun harfi ötreli,
kesreli ve fethalı olmakla birlikte hepsinde de ayrıca hemzeli de, hemzesiz de
söyleneceğine dair açıklama geçmiş bulunmaktadır.
Diğer senetteki Ebu Bekr
b. Ebu Şeybe ile İsmail b. Uleyye'ye gelince, diğer rivayet yolunda ise İsmail
b. İbrahim olarak geçmektedir. Hem ona dair açıklama ve hem Ebu Bekr b. Ebu
Şeybe ve onun kardeşi Osman ile ikisinin babası Muhammed ve dedeleri Ebu Şeybe
İbrahim ve ikisinin kardeşi Kasım, Ebu Bekr'in adının da Abdullah olduğuna dair
açıklamalar hep geçmiş bulunmaktadır. Allah en iyi bilendir.
Yine bu isnatta Ebu
Hayyan, Ebu Zur'a b. Amr b. Cerir b. Abdullah el-Beceli'den rivayet
nakledilmiştir. Ebu Hayyan et-Teymi'dir. Buradaki Teym kabilesi Teym
er-Rebab'dır. Kufe'ye nispetle "el-Kufi"dir.
Ebu Zur'a'nın adı ise
Herim'dir. (1/161) Amr b. Amr olduğu, Ubeydullah olduğu, Abdurrahman olduğu da
söylenmiştir.
METİN AÇIKLAMASI (93’ten
98’e): "Bir gün Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) insanlar arasına
çıkmıştı." Yani onlar arasında görünmüştü.
Yüce Allah'ın: "Ve
sen yeryüzünü çırılçıplak (açığa çıkıp görünmüş) göreceksin." (Kehf,47);
"Hepsi toplanıp Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 21);
"Cehennem açılıp, gösterilir." (Şuara, 91); "Callut'a ve
askerlerine karşı çıktıklarında" (Bakara, 250) buyruklarında da aynı
kökten gelen ... kullanılmıştır.
"Allah'a ona kavuşmaya
iman etmen, son dirilişe inanman" ifadesindeki "son" anlamındaki
kelimenin hı harfi kesrelidir. Yüce Allah'a kavuşmak ile ölümden sonra dirilişe
imanın bir arada zikredilmesinden maksadın ne olduğu hususunda görüş ayrılığı
vardır. Bir görüşe göre kavuşmak, amellerin karşılıklarının görüleceği ahiret
yurduna geçmek ile gerçekleşir. Ölümden sonra diriliş ise ondan sonra kıyametin
kopacağı zaman gerçekleşecektir. Bir diğer görüşe göre kavuşmak ölümden sonraki
diriliş akabinde hesabın görüleceği esnada olacak şeylere denilir. Diğer
taraftan kavuşmaktan kasıt yüce Allah'ın görülmesi değildir çünkü hiçbir kimse
kendi adına yüce Allah'ı göreceğini kesin olarak söyleyemez çünkü Allah'ın
görülmesi müminlere özeldir. Hiçbir insan da son nefesini ne halde vereceğini
bilemez. Ölümden sonra diriliş (ba's)in son ile nitelendirilmesine gelince,
bunun beyan ve açıklamada bir mübalağa (abartı) olduğu söylenmiştir. Bu
abartının sebebi ise ona ileri derecede ihtimamın gösterilmesi gereğidir. Bir
diğer açıklama da şöyledir: Bunun sebebi şudur: İnsanın dünyaya gelişi
rahimlerden ba'sı (gönderilişi) demektir. Haşredilmek için kabirden çıkışı ise
yerden ba'sı (diriltilmesi, gönderilmesi) dır. Bunların birbirlerinden ayırt
edilmesi için ölümden sonra dirilişi "son" ile kayıtlamış
bulunmaktadır.
İbadet-----:
"İslam Allah'a ona
hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmen, namazı dosdoğru kılman ...
dır." İbadet, boyun eğmekle birlikte itaat demektir. Burada ibadet ile
yüce Allah'ı tanıyıp, onun vahdaniyetini kabul etmek anlamı da kastedilmiş
olabilir. Buna göre namaz, orucun, zekatın ona atfedilmesi bunların da İslam'ın
kapsamına alınması içindir. Böylelikle bunlar ibadetin kapsamı içerisine
girmemiş olurlar. Buna göre sadece bu üçünü zikretmekle yetinmesi bunların
İslam'ın rükünlerinden ve İslam şiarının en göze çarpanlarından olması
dolayısıyladır. Diğerleri ise bunlara katılır.
Bir diğer ihtimale göre
ibadetten maksat, mutlak olarak itaat etmektir. O takdirde İslam'ın bütün
görevleri onun kapsamına girer. Buna göre de namazın ve diğerlerinin ona
atfedilmesi şerefine ve meziyetine dikkat çekmek maksadı ile genelden sonra
özelin sözkonusu edilmesi türünden olur. Yüce Allah'ın: "Hani biz
nebilerden (özellikle de) senden, Nuh'tan ... ahidlerini almıştık."
(Ahzab, 7) buyruğu ve benzerlerinde olduğu gibi.
"Ona ortak
koşmamayı ibadetten sonra sözkonusu etmesinin sebebi ise katirlerin şanı yüce
Allah'a şeklen ibadet etmelerinden dolayıdır. Onlar onunla birlikte Allah'a
ortak olduklarını ileri sürdükleribirtakım putlara da tapıyorlardı. İşte
bununla böyle bir ibadeti reddetmektedir. Allah en iyi bilendir.
"Farz olarak
yazılmış namazı dosdoğru kılman, farz olan zekatı tastamam ödemen ve ramazan
orucunu tutman" Namazın "yazılmış" ile kayıtlanmasının sebebi
yüce Allah'ın: "Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir
farzdır." (Nisa, 103) buyruğundan dolayıdır. Çeşitli hadislerde de namaz
(farz olarak) yazılmış niteliği ile zikredilmiş bulunmaktadır. Şu buyruklarda olduğu
gibi: "Namaz için kamet getirildiğinde yazılmış olandan başka namaz
yoktur.", "Yazılmış olandan sonra en faziletli namaz gece
namazıdır" ve "Allah' ın (farz olarak) yazdığı beş vakit namaz"
hadisleri buna örnektir.
Zekatın "farz
olan" ile kayıtlanmasına gelince, bu miktarı belli olan zekat demektir.
Senesi dolmadan önce peşin olarak verilen (muaccel) zekatı dışarıda tutmak için
geldiği de söylenmiştir. Bu elbette ki zekattır ama farz olan zekat değildir.
Namaz ile zekat ile ilgili sözkonusu edilen kayıtlarda farklı lafızlar
zikredilmesi aynı lafzın tekrarı hoş olmadığından dolayı olduğu da
söylenmiştir. Zekatın "farz" olmakla kayıtlanmasının tatawu (nafile)
olarak verilen sadakayı dışarıda tutmak için olma ihtimali de vardır çünkü o da
sözlük anlamı itibariyle bir zekattır.
Namazın ikame edilmesi
{dosdoğru kılınması)nın anlamına gelince, bu hususta iki görüş vardır.
Birincisine göre bundan maksat namazın devamlı kılınması ve ona dikkat edilerek
gereği gibi korunmasıdır. İkinci görüşe ise gerektiği gibi tam ve eksiksiz
kılınmasıdır. Ebu Ali el-Farisi birincisinin doğru olma ihtimali daha
yüksektir, demektedir.
(Nevevi:) Derim ki:
Sahih'te sabit olduğuna göre Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Saflarda dosdoğru durunuz çünkü safları düzgün tutmak namazı
ikame etme (dosdoğru kılma)nın bir parçasıdır." Bunun anlamı ise -Allah en
iyi bilendir- yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılmız" (Bakara, 83)
buyruğunda emredildiği üzere ikame edilmesi {dosdoğru kılınması)dir. Bu da ikinci
görüşe ağırlık kazandırmaktadır. Allah en iyi bilendir.
"Ramazan orucunu
tutman" ifadesinde ise çoğunluğun görüşü lehine bir delil vardır. Bu da
doğru ve tercih edilen görüştür. Bu ise "ay / şehr" kaydını sözkonusu
etmeksizin ramazan denilmesinde -bunu mekruh kabul edenlerin görüşünün aksine-
bir kerahet olmadığıdır. Bu mesele yüce Allah'ın izniyle oruç bölümünde delil
ve tanıklarıyla açıklanmış olarak gelecektir.
Kıyamatin Şartları
(Alametleri) -------:
"Sana şartlarını
söyleyeyim" buyruğundaki "eşrat (alametler)" başındaki hemze
fethalı olarak söylenir, tekili şın ve ra harfi fethalı olarak
"şarat"tır. Şartlar, alametler demektir. Bundan önceki olaylar diye
açıklandığı gibi, tam olarak gerçekleşmeden önce onun ile ilgili küçük haller
olduğu da söylenmiştir. Bütün açıklamalar birbirine yakındır.
"Dilsiz hayvan
çobanları ... uzun bina yapımında birbirleriyle yarışırlarsa" Bu buyrukta
geçen: "(...): Dilsiz hayvanlar" lafzı be harfi fethalı, he harfi
sakin olarak telaffuz edilir, koyun ve keçi türüyle küçükbaş hayvanların
yavrularının küçüklerine denilir. Özelolarak koyun türünün yavruları
(oğlakları) kastedildiği de söylenmiştir. Cevheri, Sıhah'ında sadece bu anlamı
vermiştir. Tekili "behme" diye gelir. Cevheri: Müzekker ve müennes
hakkında da kullanılır. (Sahı'in çoğulu olan) sıhal ise keçi yavruları
(oğlakları) hakkında kullanılır. (l/163) Eğer her iki tür bir arada ise
"beham" da denilir, "behm" de denilir. "Behm"in
sadece keçi oğlakları hakkında kullanılacağı da söylenmiştir.
Kadı Iyaz: Bazı hallerde
özel olarak keçi türü için de kullanılır, sözüyle buna işaret etmiştir. Asıl
anlamı "müphem söz" den gelmektedir. "Beh'ime (dört ayaklı
dilsiz davar)" de buradan gelmektedir. Buhari'deki rivayette ise be harfi
ötreli olarak "(......): Dilsiz develerin çobanları" şeklindedir.
Kadı Iyaz -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bazıları bunu be harfi
fethalı olarak da rivayet etmiş olmakla birlikte, develerin zikredilmesiyle
birlikte bunun açıklanabilir bir tarafı yoktur. (Kadı devamla) dedi ki: Biz bu
ibareyi sondaki mim harfini hem merfu, hem mecrur (kesreli) olarak rivayet
etmiş bulunmaktayız. Bunu merfu olarak rivayet edenler bunu çobanların niteliği
(sıfatı) yapmış olurlar. Yani o çobanlar siyah'i kimselerdir. Hiçbir şeyleri
olmayanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Hattabi de şöyle demektedir:
Bu takdirde
"beh'im"in çoğulu olur, bu da tanınmayan meçhul kişi demektir. Durumu
"müphem (bilinmeyen)" ibaresi de bu türden olan kişi hakkında
kullanılır. Mim harfinin kesreli okunması halinde ise bu kelime develerin sıfatı
olur. Değersiz olduklarından ötürü siyah olmakla nitelendirilmiş oldukları
anlamına gelir.
"O serarl'yi
kastediyor" ifadesinde seran kelimesindeki ye harfi şeddelidir. Şeddesiz
okunması da mümkündür, her ikisi de bilinen söyleyişlerdir. Tekili ye harfi
şeddeli olarak "sirriyye" şeklinde gelir, başka türlü gelmez.
İbnu's-Sikkit, Islahu'l-Mantık adlı eserinde şöyle diyor: Bu türden olup tekili
şeddeli olan bütün kelimelerin çoğul un da o harfi şeddeli okumak da, şeddesiz
okumak da caizdir.
Sirriyye ise nikah
anlamındaki "es-sirr"den alınmış ve cima için alınmış cariye
demektir. el-Ezherİ dedi ki: Sirriyye nikah anlamındaki "sirr" den
alınmış "firriyye" vezninde bir kelimedir. Yine şöyle der:
Ebu'l-Heysem sirr, sururdur derdi. Ona sirriyye denilmesinin sebebi ona malik
olanın süruru (sevinci) oluşundan dolayıdır. el-Ezheri dedi ki: Bu açıklama
daha güzeldir ama birincisi daha yaygındır.
7 - (10) حدثني
زهير بن حرب.
حدثنا جرير.،
عن عمارة (وهو ابن
القعقاع)، عن
أبي زرعة، عن
أبي هريرة؛
قال: قال
رسول الله صلى
الله عليه
وسلم "سلوني
فهابوه أن
يسألوه. فجاء
رجل فجلس عند
ركبتيه. فقال:
يا رسول الله!
ما الإسلام؟
قال "لا تشرك
بالله شيئا.
وتقيم الصلاة.
وتؤتى الزكاة.
وتصوم رمضان"
قال: صدقت. قال:
يا رسول الله !
ما الإيمان؟
قال "أن تؤمن
بالله،
وملائكته، وكتابه،
ولقائه، ورسله،
وتؤمن
بالبعث،
وتؤمن بالقدر
كله" قال: صدقت.
قال: يا رسول
الله! ما
لإحسان؟ قال
"أن تخشى الله
كأنك تراه.
فإنك إن لا
تكن تراه فإنه
يراك" قال
صدقت. قال : يا
رسول الله!
متى تقوم الساعة؟
قال" ما
المسئول عنها
بأعلم من
السائل. وسأحدثك
عن أشراطها.
إذا رأيت المرأة
تلد ربها فذاك
من أشراطها.
وإذا رأيت
الحفاة
العراة الصم
البكم ملوك
الأرض فذاك من
أشراطها. وإذا
رأيت رعاء
البهم
يتطاولون في
البنيان فذاك
من أشراطها.
في خمس من
الغيب لا يعلمهن
إلا الله. ثم
قرأ: {إن الله
عنده علم
الساعة وينزل
الغيث ويعلم
ما في الأرحام
وما تدري نفس
ماذا تكسب غدا
وما تدري نفس
بأي أرض تموت
إن الله عليم
خبير}. [31/ سورة
لقمان، آية 34]قال
ثم قام الرجل.
فقال رسول
الله صلى الله
عليه وسلم
"ردوه على"
فالتمس فلم
يجدوه. فقال
رسول الله صلى
الله عليه
وسلم "هذا
جبريل أراد أن
تعلموا. إذا
لم تسألوا".
99- Bana Zuheyr b. Harb
tahdis etti. Bize Cerir, Umare -b. el-Ka'ka'den tahdis etti. O Ebu Zur'a'dan, o
Ebu Hureyre'den şöyle dediğini nakletti:
Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bana soru sorun" buyurdu.
Ashab, heybetinin etkisi ile ona soru sormaktan çekindiler. Sonra bir adam
gelip onun dizlerinin yanında oturuverdi.
Ey Allah'ın Rasulü,
İslam nedir, dedi. O: "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaman, namazı dosdoğru
kılman, zekatı vermen, ramazan orucunu tutmandır" buyurdu. Adam:
Doğru söyledin, dedi.
Adam: Ey Allah'ın Rasulü iman nedir? (1/40a) dedi.
Allah Rasulü Sallallahu
aleyhi ve Sellem: "Allah'a, meleklerine, kitabına, ona kavuşmaya,
rasullerine iman etmen, ölümden sonra dirilişe iman etmen ve her şeyiyle kadere
iman etmendir" buyurdu. Adam:
Doğru söyledin dedi.
Sonra: Ey Allah'ın Rasulü, ihsan nedir, dedi.
Allah Rasulü Sallallahu
aleyhi ve Sellem: ''Aziz ve celi! Allah'tan onu görüyormuşsun gibi korkmandır
çünkü sen onu görmezsen dahi muhakkak o seni görür" buyurdu. Adam:
Doğru söyledin dedi.
Sonra: Ey Allah'ın Rasulü, kıyamet ne zaman kopacak, dedi.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hakkında kendisine soru sorulan sorandan daha bilgili
değildir ama ben sana şartlarını söyleyeyim. Kadının efendisini doğurduğunu
görürsen işte bu onun şartlarındandır. Çıplakların, yalınayaklı, sağır ve
dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu görecek olursan işte bu onun
şartlarındandır. Dilsiz hayvanlara çobanlık edenlerin uzun bina dikmekte
birbirleriyle yarıştıklarını görürsen işte bu onun şartlarındandır. (Kıyametin
ne zaman kopacağı bilgisi ise) Allah'tan başka kendilerini kimsenin bilemediği
gaybın beş hususu içerisindedir" buyurdu. Sonra da: "Saatin
(kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi muhakkak Allah'ın yanındadır. Yağmuru o
indirir, rahimlerde olanı bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez.
Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah her şeyi bilendir,
her şeyden haberdardır. " (Lakman, 34) ayetini okudu.
(Ebu Hureyre) dedi ki:
Sonra adam kalktı. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "O adamı bana
geri getirin" buyurdu. Adamı aradılar ama bulamadılar. Resulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Bu Cebrai! idi. Siz soru sormayınca o da
sizin (dininizi) öğrenmenizi istedi" buyurdu.
Diğer tahric: Yalnız
Müslim rivayet etmiştir; Tuhfetu'l-Eşraf, 14915
Hadisin Şerhi ve Sahih-i
Müslim'e Dair Genel Bir Değerlendirme
İmam Ebu'l-Huseyn Müslim
b. el-Haccac (r.a.) dedi ki: "Bana Ebu Hayseme Zuheyr b. Harb tahdis etti
... " (1/150) Şunu bil ki Müslim (rahimehullah) bu kitapta son derece
sağlam, ihtiyatlı, incelemeli ve tahkike dayalı bir yol izlemiş olmakla
birlikte son derece kısa ve tam bir özlü ifade kullanmış, kullandığı bu
ifadeleri güzelliğin en ileri derecesinde olup, onun sahip olduğu ilimlerin ne kadar
yoğun, bakışının ne kadar ince ve ne kadar maharetli olduğu açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Bu hususlar bazen
isnatta, bazen metinde, bazen her ikisinde de görülebilmektedir. Bundan dolayı
onun kitabını inceleyen bir kimsenin sözünü ettiğim hususlara dikkat etmesi
gerekmektedir. O taktirde hayret verici nefis ve hassas bilgilerle
karşılaşacaktır. Tek tek bu bilgiler onun gözünü aydınlatacak, kalbine genişlik
verecek, bu ilimle daha çok uğraşmak için onu gayrete getirecektir.
Şunu da bilmek gerekir
ki, isnat ilminin inceliklerinden işarette bulunduğu bu nefis özelliklerde
Müslim ile aynı güzellikleri paylaşan bir kimse olduğu bilinmemektedir.
Buhari'nin kitabı her ne kadar daha sahih, daha üstün, ahkam ve manalar
bakımından faydaları daha çok ise de Müslim'in kitabı isnad sanatı bakımından
birtakım fazlalıklara sahip olmak gibi bir ayrıcalık taşımaktadır. Bu türden
dikkat çekeceğimiz hususların kalbimize genişlik verdiğini görecek, bununla
kitap da, onun musannıfı da kalbimizde yüce Allah'ın izniyle daha büyük bir yer
tutacaktır.
Bu söylediklerim
anlaşıldığına göre burada sözünü ettiği senette benim değindiğim çeşitli
hususlar da bulunmaktadır. Bu türden olmak üzere öncelikle o: "Bana Ebu
Hayseme tahdis etti" dedikten sonra diğer rivayet yolunda: "Bize Ubeydullah
b. Muaz da tahdis etti" demekte, böylelikle "bana tahdis etti"
ile "bize tahdis etti" arasında fark gözetmiş olmaktadır. Bu da bu
ilim erbabı nezdinde bilinen kaideye bir dikkat çekiştir. O da hocasının
lafzından tek başına rivayeti işitmiş ise "haddeseni: bana tahdis
etti" demesi başkası ile birlikte hocasından dinlemiş olduğu rivayette de
"haddesena: bize tahdis etti" tabirini kullanmasıdır. Tek başına
kendisinin hocasına okuduğu rivayet için "bana haber verdi" onun
huzurunda bir topluluk ile birlikte hocaya okunması halinde ise "bize
haber verdi" tabirinin kullanılmasıdır. Bu onlar tarafından bilinen bir
ıstılah olup, onlar arasında sevilen bir uygulamadır. Eğer bunu yapmayıp,
bunların birini diğerinin yerine kullanacak olsa bile yine sema yoluyla hadis
almak sahih olur fakat böyle bir şey yapmamak daha uygundur. Allah en iyi
bilendir.
Bu husustaki
inceliklerden birisi de birinci rivayet yolunda: "Bize Veki', Kehmes'den
tahdis etti. O Abdullah b. Bureyde'den, o Yahya b. Ya'mer'den" dedikten sonra
ikinci rivayet yolunda tekrar rivayeti "Kehmes' den, o İbn Bureyde'den, o
Yahya'dan" diye tekrar etmektedir. Bu Müslim'in sağlam tasnifi ve
rivayetleri kısa kesmesi ile bağdaşmayan bir uzatmadır. Bu sebeple birinci
rivayet yolunda "Veki'" adını zikrettikten sonra durması ve Muaz ve
Veki"in "Kehmes'den, o İbn Bureyde'den" rivayette bir araya
gelmesi gerekirdi, denilebilir.
Böyle bir itiraz
tutarsızdır. Ancak bu ilmin inceliklerini ileri derecede bilmeyen bir kimse
tarafından yapılır çünkü Müslim (rahimehullah) kısa kesmek yolunu izlemekle
birlikte bunu herhangi bir tutarsızlığın olmaması ve gözetilen bir maksadın
ortadan kalkmaması şeklinde yapar. Burada ise ihtisar cihetine gidilecek olursa
bir tutarsızlık ortaya çıkar ve bir maksat da gerçekleştirilmemiş olur çünkü
Veki': "Kehmes'den (an Kehmes)" dediği halde Muaz: "Bize Kehmes
tahdis etti" demiştir. Daha önce mu an'an babında yaptığımız
açıklamalardan öğrendiğimiz üzere ilim adamları mu an'an rivayeti delil
göstermek hususunda görüş ayrılığı içinde olmakla birlikte "bize tahdis
etti" ile muttasıl olan rivayet hakkında görüş ayrılığına düşmemişlerdir.
İşte Müslim gördüğümüz gibi her iki rivayeti de zikrederek üzerinde ittifak
edilen ile ihtilaf edilenin ayırt edilmesini ve böylelikle bizzat duyduğu lafız
ile rivayeti nakleden birisi olmak istemiştir. Müslim'de bunun benzerleri
çoktur. Yüce Allah'ın izniyle bunlara dikkat çekmekle birlikte bunları
göreceksiniz.
Bu ilim ile asgari
düzeyde bir ilgisi bulunan kişi için açık olmakla birlikte benim buna dikkat
çekişim başkaları ve bazı hallerde buna dikkat edemeyecek kimseler içindir. Bir
diğer açıdan bu dikkat çekişim herkes için de sözkonusu olacaktır. O da
üzerlerinden ayrıca tetkik külfetinin ve ibareden maksadın ne olduğunun ortaya
çıkarılması yükümlülüğünün düşmesidir.
Burada bir maksat daha
vardır. O da şudur: Veki"in rivayetinde "Abdullah b. Bureyde'den
dedi" Muaz'ın rivayetinde ise "İbn Bureyde'den" dedi. Şayet iki
lafızdan birisini zikretmekle yetinmiş olsaydı bir tutarsızlık olurdu çünkü yalnızca
"İbn Bureyde" demesi halinde adının ne olduğunu bilemezdik. Acaba o
burada adı geçen Abdullah mıdır yoksa onun kardeşi Süleyman b. Bureyde midir,
derdik. Şayet "Abdullah b. Bureyde" demiş olsaydı, bu sefer Muaz
adına yalan söylemiş olurdu çünkü onun rivayetinde "Abdullah" yoktur.
Allah en iyi bilendir.
Birinci rivayette
"Yahya b. Ya'mer'den" ibaresinde ilk bakışta onun adını vermesinin
bir faydası görülmez. Müslim'in ve başkalarının bu gibi hallerdeki adeti ise
Yahya b. Ya'mer adını hiç zikretmemektir çünkü her iki rivayet yolu zaten İbn
Bureyde'de bir araya gelmektedir. Her ikisinin de İbn Bureyde'den naklettikleri
lafız da aynı kip ile gelmiştir. Ancak ben bazı nüshalarda birinci rivayette
sadece "Yahya'dan" yazıldığını ve bu nüshada "bin Ya'mer"
olmadığını gördüm. Eğer bu sahih ise o takdirde sözünü ettiğimiz bu itiraz
ortadan kalkar. Çünkü böylelikle bunun az önce İbn Bureyde hakkında yaptığımız
açıklamada olduğu gibi bir fayda ortaya çıkar. Allah en iyi bilendir.
"Bize Ubeydullah b.
Muaz da tahdis etti -ki bu onun rivayet ettiği hadistir- ibaresine gelince, Müslim (rahimehullah)'ın
çokça uyguladığını gördüğümüz bir adetidir. Ondan başkaları bu yolu çok az
izlemişlerdir. Bu da bizim az önce sözünü ettiğimiz tahkikini, veraını,
ihtiyatını açıkça ortaya koymaktadır. Maksadı da her iki rivayetin mana
itibariyle birbirleri ile ittifak halinde olmakla birlikte bazı lafızlarda
farklı olduklarını ve bu filan kişinin lafzıdır, diğeri ise bu manada rivayeti
zikretmiştir, demektir. Allah en iyi bilendir.
Birinci rivayette, Yahya
b. Ya'mer'den sonra "H" demesine gelince, bu bir senetten bir başka
senede geçişi anlatan tahvil ha' sıdır. Hadis okuyucusu buraya geldiği takdirde
"ha" der (ve şöyle devam eder) dedi ki: Ve bize filan tahdis etti. ..
İşte tercih edilen budur. Bundan önceki fasıllarda bunun açıklamasını ve bu
husustaki görüş ayrılıklarını sözkonusu etmiş bulunmaktayız. Allah en iyi
bilendir.
Bu durumda bu senetteki
inceliklere hatırladığım kadarıyla dikkat çekeceğim hususlar bunlar oldu. Aynı
zamanda bunun dışındaki hususlara da böylelikle dikkat çekmiş olduk. Bunun
dışındaki diğer hususların da fark edileceğini ümit ederim. Bu şerhi gözden
geçiren bir kimsenin bu türden bulduğu açık ve geniş açıklamalardan usanmaması
gerekir çünkü benim bundan yüce Allah'ın izniyle maksadım, bunu mütalaa eden
kimseye gerekli açıklamaları yapmak, kolaylıkları sağlamak ve samimi olarak
nasihatte bulunmak, buna dair açıklamalar için başka eserlere başvurmak
ihtiyacını bırakmamaktır. Esasen şerhlerin maksadı da budur. Buna göre bu ve
benzeri hususları uzun bulan bir kimse sağlam bir bilgi edinmek amacından da
uzaktır, bu alanda kurtuluştan da uzak düşmüş olur. Bundan dolayı kendi haline
ağlasın ve işlediği kötü ve çirkin işlerinden dönsün. Tahkiki, gereksiz
bilgileri arındırmayı, sağlam bilgiyi ve incelemeyi arayan bir öğrencinin işsiz
güçsüzlerin, ahmakça iş yapıp, basit şeylerle uğraşan ve ciddi işlerden usanan
kimselerin tiksintilerine ya da usanmalarına hiçbir şekilde iltifat etmemesi
gerekir. (1/152) Aksine genişçe açıklandığını gördüğü bilgilerden dolayı ve
karşı karşıya bulunduğu kurallar ve problemlerin apaçık ve sağlam bir şekilde
tespit edildiğine rastladığı için sevinmeli, bu kolaylığı sağladığı için kerim
olan Allah'a hamdetmeli, bunu gereksiz bilgilerden arındırmak, açıklamak ve
tespit etmek için çalışıp, toplayıp bir araya getirene dua etmelidir. Kerim
olan Allah yüksek hedeflere ulaşma muvaffakiyetini ihsan buyursun. Lütfuyla ve
keremiyle bütün şerlerden bizleri uzaklaştırsın. Bizleri ve sevdiklerimizi
sevinç ve neşe yurdunda bir araya getirsin. Allah en iyi bilendir.
HADİS’TE GEÇEN KELİME
ŞERHLERİ VE HADİS’İN İZAHI
Hadiste İsmi Geçen
Haviterin İsimlerinin Zaptı (Okunuşu)
Bu senette geçenlerin
isimlerinin zaptına gelince "Hayseme" ha fethalı, ye sakin, ondan
sonra da üç noktalı peltek se gelir.
Kehmes ise fethalı kef,
sakin he, fethalı mim ve sin iledir. Tam adı Kehmes b. el-Hasan Ebu'l-Hasan
et-Temimi el-Basrl'dir.
Yahya b. Ya'mer'in
babasının adı olan Ya'mer isminde mim fethalıdır, ötreli (Ya'mur) olduğu da
söylenir. Fiil vezninde oluşundan dolayı munsarıf değildir. Yahya b. Ya'mer'in
künyesi ise Ebu Süleyman'dır, Ebu Said olduğu, Ebu Adiyy olduğu da söylenir.
Basralı sonra Mervezi nispetlidir. Merv er-Ruzz hakimliği yapmıştır, Avf b.
Bekr b. Esed oğullarındandır. Hakim Ebu Abdullah Tarih-u Neysabur'da şöyle
diyor: Yahya b. Ya'mer fakih, edebiyatçı, nahiv bilgini ve müberrir birisidir.
Nahvi Ebu'l-Esved' den almıştır. Haccac onu Horasan'a sürmüş, Kuteybe b. Müslim
onu kabul edip, ona Horasan kadılığı görevini vermiştir.
Ma'bed el-Cuheni'ye
gelince, Ebu Said Abdulkerim b. Muhammed b. Mansur es-Sem'fını et-Temimi
el-Mervezi, el-Ensab adlı kitabında şöyle diyor: el-Cuheni nispetinde cim harfi
ötreli olup, Cuheyne kabilesine nispettir. Cuheyne de Huzaalılardan bir
kabiledir. Adı: Zeyd b. Leys b. Seved b. Eslem b. el-Haf b. Kuzaa'dır. Bu
kabile Kufe'ye yerleşmiş ve orada kendilerine nispet edilen bir mahalle
bulunmaktadır. Geri kalanları ise Basra'da yerleşmişlerdir. (es-Sem'ani
devamla) dedi ki: Cuheyneliler arasına gelip, onlara nispet edilenlerden birisi
de Mabed b. Halid el-Cuheni' dir. Kendisi Hasan-ı Basri ile oturup kalkardı.
Basra'da kaderden ilk söz eden kişi odur. Bundan dolayı Basralılar da ondan
sonra Amr b. Ubeyd'in onun izinden gittiğini görünce onlar da onu takip
ettiler. Kendisini el-Haccac b. Yusuf öldürmüştür. Adının Mabed b. Abdullah b.
Uveymir olduğu da söylenmiştir. Sem'ani'nin ifadeleri burada sona ermektedir.
Basra ismi be harfi
fethalı, ötreli ve kesreli olmak üzere üç türlü telaffuz edilebilir. Bu
söyleyişle ri el-Ezheri nakletmiştir, meşhur olan fethalı söyleyiştir. Ona
küçültme ismi olarak "el-Busayra" da denilir. el-Metali sahibi der
ki:
Ona Tedmur adı da
verildiği gibi el-Mutefike de denilir çünkü o ilk zamanlarda içindeki ahalisi
ile birlikte alt üst olmuş bir şehirdir. Basra'ya nispet be harfi fethalı olmak
üzere Basri, kesreli olmak üzere de Bısri şeklinde meşhur iki söyleyiştir.
es-Sem'ani dedi ki: Denilir ki ,Basra İslam'ın kubbesi ve Arapların
hazinesidir. Bu şehri Utbe b. Gazavan, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın halifeliği
döneminde hicri 17. yılda inşa etmiş, 18. yılda da insanlar o şehre
yerleşmiştir. O topraklarda kesinlikle puta ibadet edilmemiştir. Basra' da vaizlik
yapan Ebu'l-Fadl Abdulvehhab b. Ahmed b. Muaviye bana böyle demiştir. Mezhep
alimlerimiz der ki: Basra, Irak Sevadı topraklarının içerisinde olmakla
birlikte Sevadın hükümlerine tabi değildir. Allah en iyi bilendir.
Kadercilik ve
Kadercilikten İlk Söz Eden İşi "Kaderden ilk söz eden kişi"
ifadesinin anlamı kader olmadığını ilk söyleyen kişi demektir. Böylelikle
bid'at bir görüş ortaya atıp, hak ehlinin üzerinde bulunduğu doğru inanca
muhalefet etmiştir. Dal harfi fethalı olarak "kader" de denilir,
sakin olarak "kadr" da denilir. Her ikisi de meşhur iki söyleyiştir.
Bu söyleyişleri İbn Kuteybe, el-Kisai' den naklettiği gibi başkası da böyle
demiştir.
Bilelim ki hak ehli
kaderi kabul eder. (1/153) Kaderin anlamı da şudur:
Şanı yüce ve mübarek
Allah ezelde eşyayı takdir etmiş ve bunların kendisince bilinen zamanlarda ve
özel niteliklerde meydana geleceğini bilmiştir. Olaylar bu sebeple onun takdir
ettiğine uygun olarak meydana gelir.
Ancak Kaderiye bunu
inkar etmiş, kabul etmemiş, şanı yüce Allah'ın olayları takdir etmediğini,
onlardan önce ilmiyle onları bilmediğini, bunlara dair bilgisinin sonradan
ortaya çıktığını, yani şanı yüce Allah olayları ancak meydana geldikten sonra
bildiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu iddialarıyla yüce
Allah'a iftira etmişlerdir. Allah onların batıl görüşlerinden pek yüce ve
münezzehtir. Bu fırkaya kaderi inkar ettikleri için "kaderiye" adı
verilmiştir. Kelamcılar arasından makalat sahipleri (fırkaların görüşlerine
dair eser telif edenler) şöyle demişlerdir: Bu çirkin ve batıl kanaati kabul
eden kaderiyenin ardı arkası kesilmiş bulunmaktadır. Kıble ehlinden bu kanaatte
kimse kalmamıştır. Kaderiye sonraki zamanlarda kaderin sabit olduğuna inanmaya
başlamış ama hayrın Allah'tan, şerrin başkasından olduğunu söylemeye
koyulmuşlardır. Yüce Allah onların söylediklerinden münezzehtir.
Ebu Muhammed b. Kuteybe,
Garibu'l-Hadis adlı eserinde Ebu'l-Meali İmamu'l-Harameyn de el-İrşad fi
Usuli'd-Din adlı eserinde şunları söylemektedir: Kaderiyeden bazı kimseler
şöyle demişlerdir: Biz kaderiye değiliz: aksine kaderiye sizsiniz çünkü kadere
siz iman ediyorsunuz. İbn Kuteybe ve İmam Ebu'l-Meali şöyle demektedir: Bu söz
bu cahiller tarafından gerçeği sulandırmaktır ve bir iftira ve bir yüzsüzlüktür
çünkü hak ehli işlerini aziz ve celil Allah'a havale ederler, kaderi ve
fiilleri şanı yüce Allah'a izafe ederler. Bu bilgisizler ise onu kendilerine
izafe ediyorlar. Bir şeyin kendisine ait olduğunu iddia edip, onu kendisine
izafe eden bir kimsenin o şeye nispet edilmesi onun başkasına ait olduğuna inanıp,
kendisiyle ilgisinin bulunmadığını söyleyene göre daha yerinde ve uygundur.
İmam (Ebu'l-Meali) dedi ki: Rastılullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'de:
"Kaderiye bu ümmetin Mecusileridir" buyurarak onları Mecusilere
benzetmiştir. Buna sebep ise iradenin hükmü bakımından hayrı ve şerri
Mecusilerin paylaştırdığı gibi paylaştırınalarıdır. Mecusiler hayrı Yezdan'a,
şerri de Ehrimen'e nispet ederlerdi. Dolayısıyla bu hadisin kaderiye hakkında
özelolduğunda anlaşılmayacak kapalı bir taraf yoktur. İmamu'lHarameyn'in ve İbn
Kuteybe'nin sözleri burada sona ermektedir.
"Kaderiye bu
ümmetin Mecusileridir" hadisini ise Ebu Hazim İbn Ömer'den, o Rastılullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem)'den diye rivayet etmiş olup, bunu Ebu Davud
Süneninde Hakim Ebu Abdullah da el-Müstedrek ale's-Sahihayn adlı eserinde
tahriç etmiş ve: Eğer Ebu Hazim'in, İbn Ömer'den hadis dinlemesi sahih ise
Buhari ve Müslim'in şartına göre sahihtir, demiştir.
Hattabi dedi ki: Onları
"Mecusi" diye değerlendirmesi, mezheplerinin nur ve karanlık olmak
üzere iki esas unsur olduğunu söyleyen (1/154) mecusilerin mezheplerine
benzeyişinden dolayıdır. Mecusiler hayrın nurun bir işi, şerrin ise karanlığın
bir işi olduğunu iddia ettikleri için seneviyye (iki ilaha inanan) kimseler
olmuşlardır. Aynı şekilde kaderiye de hayrı yüce Allah'a, şerri ise başkasına
izafe ederler. Halbuki şanı yüce Allah hayrı da, şerri de her ikisini birlikte
yaratandır. Bunların hiçbirisi onun meşieti (dilemesi) olmadan olmaz. Bu
sebeple hayır ve şer halk edilmeleri itibariyle de, ieat edilmeleri itibariyle
de şanı yüce Allah'a izafe edilirler. Fiili olmaları ve kesb edilmeleri
itibariyle de onları işleyen kullarına izafe olunurlar. Allah en iyi bilendir.
Hattabi dedi ki: çoğu
kimse de kaza ve kaderi n anlam itibariyle şanı yüce Allah'ın kulu mecbur
etmesi, onun kader ve kazasına onu zorla mahkum etmesi olduğunu düşünebilir.
Oysa durum onların bu yanlış kanaatleri gibi değildir. Anlamı şanı yüce
Allah'ın kulun sonradan ortaya çıkacak kesbi ile meydana gelecek olayları
önceden bildiğini ve onun takdiri ile bunların meydana geleceği, hayrı ile
şerri ile bunları onun yarattığını haber vermektir.
(Hattabi devamla) dedi
ki: Kader kadir olanın fiilinden takdir edilmiş olarak meydana gelen şeylerin
adıdır. Mesela: Bir şeyi takdir ettim denilir ve dal harfi şeddeli de, şeddesiz
de telaffuz edilebilir. Her ikisinin de anlamı birdir. Kaza ise yaratmak
anlamındadır. Yüce Allah'ın: ''Allah onları iki günde yedi sema olarak kaza
eyledi" (Fussilet, 12) yani yarattı, demektir.
(Nevevi:) Derim ki:
Kitap, sünnet, ashab-ı kiram'ın; selef ve haleften hal ve akd ehlinin icmaından
oluşan kat'i deliller, şanı yüce Allah'ın kaderinin sabit olduğu üzerinde
birbirini destekleyip, güçlendirmiş durumdadır. İlim adamları bu hususta çokça
es~r tasnif etmişlerdir. Bu husustaki tasniflerin en güzeli ve en faydalısı ise
hafız, fakih Ebu Bekr el-Beyhaki (r.a.)'ın eseridir. Kelam bilgini imamlarımız
bunları kat'i, sem'i ve akli delilleriyle en güzel bir şekilde açıklamış
bulunmaktadırlar. Allah en iyi bilendir.
"Abdullah b. Ömer'e
rastladık." et-Tahrir sahibi der ki: Yani onunla karşılaşmamlZ denk düştü.
Lafız kaynaşmak gibi olan "muvafakat"tan gelmektedir. (Aynı kökten
olmak üzere): ... yani tam hilalin doğduğu zamanda bize geldi, denilir. Bu da hilal
tam doğduğu zaman geldi, ne ondan önce ne sonra demektir. Lafız samimi olarak
bir araya gelip, kaynaşmayı da ifade eder. Ebu Ya'la el-Mavsili'nin Müsnedinde:
"Bize muvafık düştü (denk düştü, rastlaştık)" şeklinde (l:J JiIJ)
kelimesinde elif ziyadesi iledir. Muvafakat (tevafuk etmek) musadefe
(rastlaşmak, tesadüf etmek)dir.
"Ben ve o etrafını
sardık." Yani onun iki tarafında durduk sonra bunu açıklayarak:
"Birimiz sağına, diğerimiz soluna geçtik." Bu ifade ile onların
aralarındaki faziletli kimse ile birlikte yürürken ne kadar edebe uyduklarına
bir dikkat çekmektir. Bu ise onların onun etrafını sarmaları, yanında durmaları
ile olur .
"Arkadaşım ın sözü
bana bırakacağını anladım" yani benim atılganlığım, cesaretim, konuşma
kabiliyetim sebebiyle susup işi bana bırakacağını anladım. Çünkü ondan gelen
bir rivayette: "Çünkü ben daha açık dilli birisi idim" dediği rivayet
edilmektedir.
"Bizim aramızda
Kur'an'ı okuyan ve ilmi araştıran kimseler çıktı" ibaresine gelince,
(....) fiilinde kaf harfi, fe harfinden öncedir. Bu da ilmi talep ediyor, onun
peşinden gidiyorlar, demektir. Meşhur olan anlamı budur. Bunun onu toplayıp,
bir araya getiriyorlar anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bazı Mağrib üstatları
(şeyhleri) İbn Mahan yoluyla bu lafzı fe harfini kaf'ın önüne alarak (l.ıj~)
diye rivayet etmişlerdir. Bu da sahih bir rivayet olup, kapalı taraflarını
araştırırlar, gizli saklı kısımlarını açığa çıkartırlar, demektir. Müslim'den
başka kaynaklarda da kaf harfi fe' den önce ve re harfi zikredilmeksizin: (0A)
diye rivayet edilmiştir. Bu da sahihtir. (11155) Bunun da manası iyice peşine
takılır, takip ederler şeklindedir. Kadı Iyaz der ki: Hatta ben bazılarının bu
kelimeyi ayn harfi ile- (...) diye okuduklarını ve bunu dibine ulaşmak istemek
yani üstü kapalı ve gizli taraflarını öğrenmek diye açıkladıklarını da gördüm.
Garip sözlerle konuşmak anlamındaki (....) da buradan gelmektedir. Ebu Ya'la
el-Mavsili'nin rivayetinde İse(....) şeklinde he harfi ziyadesiyle yer almıştır
ki bunun anlamı açıktır. (İlmi inceliklerini öğrenmek anlamındadır.)
"Onların bazı
hallerini de sözkonusu ettL" Bu ibare Yahya b. Ya'mer'in altındaki bazı
ravilerin sözlerindendir. Göründüğü kadarıyla bu kişi Yahya b. Ya'mer'den
rivayeti nakleden İbn Bureyde'nin bir sözüdür. Yani İbn Ya'mer bu kimselerin
birtakım hallerini sözkonusu etti, onları ilimde, ilmi tahsil etmek için
gösterdikleri gayret ve itinadaki üstünlükleriyle nitelendirdi, demektir.
"Kader diye bir
şeyolmadığını, olayların (önceden bir takdir olmaksızın) yeni meydana geldiğini
ileri sürüyorlar." Buradaki (....A.;i) lafzı hemze ve nun harfleri ötreli
olarak okunur. Yani onunla ilgili önceden ne yüce Allah'ın bir kaderi, ne de
ilmi vardır. Her şey yeniden başlıyor ve onu ancak meydana geldikten sonra
biliyor. -Az önce naklettiğimiz üzere batıl mezheplerinde söyledikleri gibi- Bu
onların aşırıya kaçanlarının (ğulat) görüşüdür. Kaderiyenin tamamının görüşü
değildir. Böyle bir şey söyleyen yalan söyler, sapıtmış olur ve iftira etmiş
olur. Allah bize de, diğer Müslümanlara da esenlik versin.
"Bunun üzerine o
-yani İbn Ömer (radıyalhihu anh)- dedi ki: Bunlarla karşılaşacak olursan ...
" İbn Ömer (r.a.)'ın bu sözlerinden onun kaderiyeyi tekfir ettiği açıkça
anlaşılmaktadır. Kadı Iyaz (rahimehullah) dedi ki: Bu yüce Allah'ın meydana
gelen olayları önceden bildiğini kabul etmeyen ilk kaderiyeciler hakkında
sözkonusudur. Böyle bir şey diyenin kafir olacağında görüş ayrılığı yoktur.
Kaderi inkar eden bu gibi kimseler aslında filozoflardır. Başkası ise şöyle
demektedir: Onun (İbn Ömer'in) bu sözlerle kişiyi dinden büsbütün çıkartan
kafir olduklarını söylemek istememiş olması ihtimali de vardır. O takdirde bu
nimetlere karşı küfran (nankörlük) anlamında olur. Ancak İbn Ömer'in:
"Allah onu (infakını) ondan kabul etmez" şeklindeki sözleri onların
tekfir edilmesi (kafir olduklarının söylenmesi) hususunda gayet açıktır çünkü
amellerin boşa çıkarılması ancak küfür ile sözkonusu olur. Şu kadar var ki,
Müslüman hakkında da bir masiyet sebebiyle amelinin -sahih olsa dahi- kabul
edilmeyeceğini söylemek mümkündür. Nitekim gasp yoluyla elde edilmiş bir evde
namaz kılmak ilim adamlarının büyük çoğunluğuna hatta selefin icmasına göre
kaza edilmesine gerek olmaksızın sahih olmakla birlikte makbul değildir,
mezhebimize mensup alimler nezdinde tercih edilen görüşe göre de bundan dolayı
sevap yoktur. Allah en iyi bilendir.
"Ve onu infak
etse" yani Allah yolunda, ona itaat uğrunda harcasa. Nitekim diğer
rivayette de böyle gelmiştir. Naftaveyh (11156) dedi ki: Altına
"zeheb" denilmesinin sebebi onun kalmayıp, gitmesinden dolayıdır.
"Üzerinde yolculuk
izleri görülmeyen" ibaresindeki "görülmeyen" anlamındaki (lŞ.r.)
fiilini ye harfi ötreli olarak harekelemiş bulunmaktayız. Aynı şekilde el-Cem'u
Beyne's-Sahihayn adlı eserde ve başkalarında da böyle (hocalarımızdan rivayetle)
harekelemiş bulunmaktayız ama Hafız Ebu Hazim el-Adevi burada bu lafzı (...)
görmüyoruz, görmüyorduk diye harekelemiştir. Ebu Ya'la el-Mavsill'nin
Müsned'inde de böyledir. Her iki rivayet de sahihtir.
"Ellerini
uyluklarının üzerine koydu" yani içeri giren adam ellerini kendi uylukları
üzerine koydu ve ilim öğrenmek isteyen kişinin oturuşu gibi oturdu.
"İslam Allah'tan
başka hiçbir ilah olmadığına ... iman ... " sözlerine gelince, buna dair
açıklamalar burada tekrara gerek olmayacak şekilde geçmiş bulunmaktadır.
"Hem ona soru
sormasına, hem de onu doğrulamasına hayret ettik" ifadesinde hayret edip,
şaşırmalarının sebebi bunu bilmeyen bir kişinin soru sorması halindeki
alışılmış tutumuna aykırı olduğundan dolayıdır çünkü onun sözü (doğrulaması)
hakkında soru sorulan hususta bilgi sahibi olan birisinin söyleyeceği bir
sözdür fakat o durumda böyle bir bilgiyi Nebi (sallallahu aleyhi ve
selleroı'den başka bilen yoktu.
"İhsan" bu da
Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'e verilmiş bulunan cevamiu'lkelim {denilen
kapsamlı, özlü sözlerldendir çünkü bizler bizden bir kimsenin şanı yüce Rabbini
görerek bir ibadet yapmaya kalkıştığını varsayacak olursak huşu, hudu, güzel
bir şekilde duruş, zahir ve batını ile o ibadeti en güzel şekilde
tamamlayabilmek için neyi yapabiliyorsa mutlaka yapar ve yerine getirir. Bu
bakımdan Allah Rasulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "İşte onu gormek
halinde nasıl ibadet edeceksen bütün hallerinde Allah'a öyle ibadet et"
buyurmuş olmaktadır. (1/157) Çünkü yüce Allah'ı görmek halinde sözü geçen bu tam
ve eksiksiz ibadet kulun şanı yüce Allah'ın kendisini görmekte olduğunu
bilmesinden dolayıdır. Bu sebeple kul böyle bir durumda hali görüldüğünden
ötürü herhangi bir kusur işlememeye gayret eder. İşte bu mana Rabbini görmemesi
halinde de sözkonusudur. O halde bunun gereğince am el etmesi gerekir.
Bu sözün maksadı ise
ibadette ihlasa ve kulun huşu, hudu ve diğer gerekli hususları eksiksiz
yapmakta şanı yüce Rabbinin gözetimi altında olduğunu hatırından çıkarmaması
için teşvikte bulunmaktır. Hakikat ehli kimseler salihlerle oturup kalkmayı
teşvik etmiş ve bu halin kişinin onlara saygısı ve onlardan utanması
dolayısıyla eksiltici herhangi bir hale düşmesine karşı bir engelolmasını
gözönünde bulundurmuşlardır. Ya gizli ve açık bütün hallerinde sürekli olarak
Allah'ın gözetimi altında bulunduğunu hatırından çıkarmayanın hali nasıl olur?
Kadı Iyaz (rahimehullah)
der ki: Bu hadis imanın akide olarak kalpte yer etmesi, organların amelleri,
içte ihlasın bulunması, ameller için afet olan hususlardan korunmak gibi
görünen ve görünmeyen (zahir ve batın) bütün ibadetler ile ilgili geniş bir
açıklamayı kapsamış bir hadistir. Hatta şeriatın bütün ilimleri de bu hadise
racidir ve ondan dallanıp, budaklanır. (Devamla) dedi ki: İşte bizler de
"el-Mekasidu'l-Hisan fi ma Yelzemu'l-insan" adlı eserimizi bu hadis
ve bu hadisin üç kısmını esas alarak telif etmiş bulunuyoruz çünkü farzlardan,
sünnetlerden, teşvik edilen amellerden, yasaklardan, mekruhlardan hiçbir husus
bu hadisin ihtiva ettiği üç kısmın dışında kalarak bir istisna teşkil etmez.
Allah en iyi bilendir.
"Kendisine soru
sorulan sorandan daha bilgili değildir" buyruğundan anlaşıldığı üzere
alim, müftü ve daha başkalarına bilmediği herhangi bir husus hakkında soru
sorulacak olursa bilmiyorum demelidir, böyle demesi de onu eksik düşürmez.
Aksine bu onun vera ve takva sahibi olduğunun, ilminin de geniş olduğunun
delilidir. Ben bu hususu delilleriyle, tanıklarıyla ve onunla ilgili diğer
hususlarla birlikte geniş bir şekilde el-Mühezzeb şerhinin mukaddimesinde
açıklamış bulunmaktayım ki, bu mukaddime çeşitli türdeki hayırları kapsayan bir
mukaddimedir. İlim tahsil eden her bir kimsenin burada ele alınan bilgilerin
bir benzerini bilmesi ve bunu sürekli olarak tetkik edip incelemesi zorunlu bir
husustur. Allah en iyi bilendir.
"O halde bana
emarelerinden haber ver (alametlerini söyle.)" Emare kelimesinde hemze
fethalıdır. He (yuvarlak te) ile ve onsuz olarak (emille ve) emar kelimesi
alc1met anlamındadır.
"Cariyenin
hanımefendisini doğurması" diğer rivayette "efendisini" şeklinde
müzekker olarak gelmiş bir başkasında ise "kocasını" anlamındadır.
Bundan kasıt ise kendileri ile dma edilmek için ayrılan ve serari denilen
(odalık) cariyelerdir. Efendisi ve hanımefendisinin manası ise kendisinin
efendisi ve sahibi olan erkek ve efendisi ve sahibi olan kadın demektir. İlim
adamlarının çoğunluğu şöyle açıklamışlardır: Bu odalık cariyelerin ve onların
çocuklarının çok olacağına dair verilen bir haberdir çünkü cariyenin
efendisinden çocuk dağurması kendi efendisi konumunda olur. Çünkü insanın kendi
malı sonunda çocuğuna geçer. Bazen derhalomaıda bizzat o malın malikleri gibi
tasarrufa koyulur. (1/158) Bu da ya babasının bu hususta kendisine izin
verdiğine dair açık ifadelerle olur yahut halin karinesi ya da kullanma örfü
yoluyla bunu bilmesi suretiyle olur.
Anlamının şöyle olduğu
da söylenmiştir: Cariyeler hükümdarları doğuracaktır. Böylelikle onun annesi de
onun raiyesinden bir fert olur, kendisi ise hem onun, hem de raiyesindeki
diğerlerinin efendisi olur. Bu İbrahim el-Harbi'nin görüşüdür.
Bir diğer açıklamaya
göre anlamı şudur: İnsanların durumları fesat bulacak ve ahir zamanda
ummu'l-veled denilen efendisinden çocuğu olmuş cariyelerin satışı çoğalacak,
satın alanlar tarafından elden ele dolaşacak ve nihayetinde farkında olmadan o
cariyenin oğlu onu satın almış olacak.
Bu açıklamaya göre bu
halin um veledlere has olmayıp, başkaları hakkında da olmasının düşünülmesi de
ihtimal dahilindedir çünkü cariye efendisinden başkasından olma ihtimali
bulunan hür bir çocuk da doğurabilir yahut nikah ya da zina neticesinde köle
bir çocuk da doğurabilir sonra bu cariye her iki şekilde de sahih bir
alışverişle satılır, elden ele dolaşır ve sonunda kendi öz çocuğu onu satın
alır. Bu şekil bu onun um veledler hakkında varsayılmasından daha çok ve daha
yaygın bir şekilde görülür.
Bunun anlamı ile ilgili
yaptığımız açıklamalardan başka açıklamalar da yapılmıştır ama bunlar ya
oldukça zayıf yahut tutarsız olduğundan bunları sözkonusu etmedim.
"Koca (ba'!)"
lafzına gelince, bunun doğru anlamı ba'lin (burada) malik ya da efendi
olduğudur. Böylelikle zikrettiğimiz üzere bunun da anlamı sahibi (demek olan)
"rabbi" ile aynı olur.
Dilbilginleri "bir
şeyin ba'l'i" onun rabbi (sahibi) ve maliki demektir. Nitekim İbn Abbas
(r.a.) ve müfessirler şanı yüce Allah'ın: "Ba'[e mi dua (ve ibadet)
edersiniz?" (Saffat, 125) buyruğunu onu mu rab bellersiniz, diye
açıklamışlardır. Hadiste geçen "ba'l" dan kastın koca olduğu da
söylenmiştir. Bunun da anlamı az önce yaptığımız açıklamalara yakındır. Yani
odalık cariyelerin satımı o kadar çoğalacak ki, sonunda kişi farkında olmadan
kendi annesi ile evlenecek.
Bu da aynı zamanda doğru
bir manadır, şu kadar var ki, birinci anlam daha açıktır çünkü aynı mesele ile
ilgili iki ayrı rivayeti aynı anlamda yorumlamak mümkün ise, o anlam daha uygun
olur. Allah en iyi bilendir. Şunu da bilmek gerekir ki, bu hadiste Um Veled
(denilen efendisinden çocuğu olan cariye)lerin satışının mubah olduğuna da,
yasak olduğuna da delil değildir. Halbuki büyük alimlerden iki imam bu hadisi buna
delil göstermişlerdir. Onlardan biri satışlarının mubah olduğuna, diğeri ise
yakın olduğuna delil-göstermişlerdir. Bu ikisinin bu kanaatleri gerçekten
şaşırtıcıdır. Zaten bu kanaatleri de reddedilmiştir çünkü Nebi (s.a.v.)'in
kıyametin alametlerindendir, diye haber verdiği her bir husus haram ya da
yerilmiş bir şeyolmayabilir çünkü çobanların uzun yapı inşa etmekte
birbirleriyle yarışmaları malın yaygın bir şekilde çoğalması elli kadının
işlerini üstlenecek tek bir kişinin (kayyum)un bulunması hiç şüphesiz haram
şeyler değildir. Bunlar alamettirler sadece. Alamette de bu hususlardan
herhangi birisinin bulunması şartı yoktur. Aksine alamet bazen hayrı, şerri,
mubahı, haramı, farzı ve başka bir hususu da haber vermek suretiyle de olur.
Allah en iyi bilendir.
"Çıplak
ayaklıların, elbisesizlerin, yoksulların koyun çobanlarının yüksek bina
yapmakta birbirleriyle yarıştıklarını görmen ... " Yoksullar (el-'aleh)
fakirler demektir. '''Ail'' fakir "el-ayle" de fakirlik demektir.
Fakir düşme halini anlatmak için de bu fiil kullanılır. Bu buyruğun anlamı da
şudur: Çölde yaşayanlar ve onlara benzer muhtaç ve fakir kimselere o kadar bol
dünyalık verilecek ki, yapacakları yüksek binalarla birbirlerine karşı
övüneceklerdir. Allah en iyi bilendir.
"(....): Uzun bir
süre bekledi." Bu ibareyi bu şekilde sonunda iki noktalı te bulunmaksızın
peltek se ile kaydetmiş bulunuyoruz fakat tahkik edilmiş asıl nüshaların
birçoğunda ise mütekkelim (birinci tekil şahıs) te'si ilavesiyle (....):
bekledim, şeklindedir. (1/159) Her ikisi de sahihtir. (.....) kelimesi ye harfi
şeddeli olarak uzun bir zaman, uzun bir süre demektir. Ebu Davud ve Tirmizi'
deki bir rivayette onun üç gün sonra bu sözleri söylediği belirtilmektedir.
Beğavi'nin Şerhu's-Sünne adlı eserinde "üçüncü günden sonra" denilmiştir.
Bunun zahir ifadesi ise üç günden sonra bunu söylediğidir. Bunun zahirinden
anlaşılan ise Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste bundan sonra zikredilen:
"Sonra adam arkasını dönüp gitti, Rasulullah (s.a.v.): Adamı bana geri
çağırın, dedi. Onu geri çağırmak için harekete geçtilerse de hiçbir şey
göremediler. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'de: "Bu Cebrai/' di. ..
" şeklindeki sözlere muhalifiir. O halde her iki hadisteki ifadelerin
arası şöylece telif edebilir: Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)'in kendilerine
o anda bu sözü söylediği esnada Ömer (radıyallahu anh) hazır bulunmuyordu.
Aksine o meclisten kalkıp gitmiş idi. Nebi (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
mecliste hazır bulunanlara o anda bu haberi verdi. Ömer (radıyallahu anh)'a ise
üç gün sonra bu haberi verdi. Çünkü kendisi diğerlerine durumu haber verdiği
esnada hazır bulunmuyordu. Allah en iyi bilendir.
"Bu Cebrail'di.
Size dininizi öğretmek için geldi" buyruğundan şu hükümler
anlaşılmaktadır:
1- İman, İslam ve ihsana
hep birlikte din denilir. Şunu bilelim ki, bu hadis türlü ilimleri, bilgileri,
edepleri ve incelikleri bir arada ifade etmektedir. Hatta bu hadis -Kadı
lyaz'dan naklettiğimiz gibi- İslam'ın aslıdır. Daha önceki ifadeler kapsamı
içerisinde bu hadisin ifade ettiği çeşitli hususlar da geçmiş bulunmaktadır. Bu
hadisin ifade ettiği çeşitli hususlar arasında zikretmediklerimiz arasında
şunlar da vardır:
2- Bir ilim adamının
meclisinde bulunan bir kimse şayet o mecliste bulunan diğer kimselerin bir
mese1e ile ilgili olarak soru sormaya ihtiyaçlarının olduğunu biliyor ise,
bizzat kendisi o konu hakkında soru sorar, böylelikle herkes onun cevabını
öğrenmiş olur.
3- İlim adamının soru
sorana karşı şefkatli olması ve kendisine heybetinden çekinmeden, sıkılmadan
soru sorma imkanını bulması için onu kendisine yakınlaştırması, soru soranın da
sorusunu yumuşak bir üslupla sorması gerekir.
Allah en iyi bilendir.
"Umare -ki o
İbnu'l-Ka'ka'dır-'den" Umare isminde ayn harfi ötreli,
"el-Ka'ka" isminde ise birinci kaf fethalıdır, "ki o İbnu'l-Ka'ka'dır"
ibaresine gelince, bundan önceki fasıllarda ve mukaddimede bunun faydasını
açıklamış bulunmaktayız. (11164) Ayrıca rivayette onun nesebi geçmediğinden
ötürü bunu rivayete duymadığı bir fazlalığı katmamak suretiyle açıklamayı
istediğinden böyle yaptığını da belirtmiş idik.
"Bana
sorunuz." Bu buyruk, ona soru sormanın yasaklanmış olmasına muhalif
değildir çünkü soru sorularak öğrenilmesine gerek duyulan hususlarda emrolunan
davranış budur ve bu yüce Allah'ın: "Zikir ehline sorun" (Enbiya, 7) buyruğuna
uygundur.
"Yalınayaklıların,
çıplakların, sağır ve dilsizlerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu görecek
olursan işte bu kıyametin alametlerindendir." Burada kastedilen cahil,
ayak takımı, çoban düzeyinde kimselerdir. Nitekim yüce Allah: "(Onlar)
sağırdır, dilsizdir, kördür" (Bakara, 18) buyurmaktadır. Yani onlar bu
organlarıyla yararlanmadıkları için onları yitirmiş gibidirler. İşte hadisin
anlamı ile ilgili doğru açıklama budur. Allah en iyi bilendir.
"Bu Cebrail'dir.
Siz soru sormadığınlZ içinöğrenmenizi istedL" Biz (.....) lafzını iki
şekilde de zapt etmiş (harekelemiş) bulunuyoruz. (1/165) Birincisine göre te ve
ayn harfleri fethalı, lam şeddeli yani (....): Öğrenmeniz anlamındadır.
İkincisi ise ayn harfi sakin (bilmeniz) şeklindedir. Her ikisi de doğrudur.
Allah en iyi bilendir.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan:
2- İSLAM'IN
RÜKÜNLERİNDEN BİRİSi OLAN NAMAZLARIN BEYANI