DEVAM: 24. Uğursuzluğa
İnanmak
حَدَّثَنَا
مُسْلِمُ
بْنُ
إِبْرَاهِيمَ
حَدَّثَنَا
هِشَامٌ عَنْ
قَتَادَةَ
عَنْ أَنَسٍ
أَنَّ
النَّبِيَّ
صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ
قَالَ لَا
عَدْوَى
وَلَا طِيَرَةَ
وَيُعْجِبُنِي
الْفَأْلُ
الصَّالِحُ
وَالْفَأْلُ
الصَّالِحُ
الْكَلِمَةُ
الْحَسَنَةُ
Enes (ra.)'den rivayet
olunduğuna göre; Nebi (s.a.v.): "Hastalık bulaşması da yoktur, uğursuzluk
da yoktur. Ben yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan hoşlanırım. Yararlı olan
hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan hayırlı
yorumlar)dır" buyurmuştur.
İzah:
Buhari, tıb; Müslim
selâm; Tirmizî, siyer; İbn Mâce, tıb; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130,
154, 173, 178, 251, 276, 278.
Tıyere:Bir şeyi uğursuzluğa
yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk getireceğine inanmak demektir.
Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları uğursuz sayar, bu
uğursuzluktan kurtulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.
İslâmiyet bu uğursuzluk
telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asılsız telakkiler silsilesinden
biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak suretiyle
onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesinden kurtarmıştır.
3910 numaralı hadis-i
şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendimiz hayvanlarda ve olaylarda
bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bulunduğuna inanmayı şirk saymış,
insanın kalbine böyle bir korku geldiği zaman bu korkunun kalpten
giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin yeterli olduğunu bildirmiş ve
ümmetine bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.
Advâ: Hastalığın bir
hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.
Bu mevzuda merhum Kamil
Miras şöyle diyor:
"Cahiliye devrinde
sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan bizatihi sirayet ettiği
sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Allah Teâlâ'dır,
Hadiste bu hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet etmez"
cümlesiyle ifade buyurulmuştur."[Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91,
1927 nolu hadis.]
Bezlü'l-Mechûd
yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması konusunda üç türlü görüş
vardır:
1) Hastalık bulaşır,
hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle ilgisi yoktur. Bu görüşün
küfür olduğu açıktır.
2) Hastalık Allah'ın
dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bulaşmasını dilemesi Allah
hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.
Bu görüş de bâtıldır.
Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler arasında bulunan bir
kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.
3) Hastalık bulaşması
Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah dilerse bulaşıcı bir hastalık
başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."
İşte hadis-i şerifte
ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçüncü görüştür ki ehl-i
sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.
Bazıları kelimelerin
zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve"
kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912
numaralı hadisin sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler develerini,
develeri hasta olan kimselerin develerinin yanma götürüp de onlarla
karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle, "Cüzzamlıdan aslandan kaçar
gibi kaçın"[Buhari, merdâ; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927
nolu hadis.] hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden bir yasaklama olarak
te'-vil etmişler. Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine
benzerlikleri sebebiyle hangi devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna
düşülmesini önlemek için getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.
Ancak ulemanın büyük
bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hayvanları karıştırmayı yasaklayan ve
cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şeriflerdir. Çünkü yüce Allah, dünyadaki
bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın bulaşmasını da hastalık
mikrobu taşayan kimselerle veya eşya ile temas etmeye bağlamıştır. Bu temas
sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir, demişlerdir. Hadisi bu
şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen "hastalık
bulaşması yoktur" sözünü ise, hastalık bulaşması için Allah'ın bir kanun
olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması
olamaz, şeklinde anlamışlardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur.
Esasen Fahr-i Kâinat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath
develerimiz uyuz develerin yanına varınca niye hastalanıyorlar?" sorusuna
"Ya birinciye bu hastalığı kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu
bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu çok veciz bir şekilde açıklamıştır.
Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden bulaştı" cevabını verdiği
takdirde kendisine aynı sual sorulmaya devam edilecek ve nihayet bu hastalığın
kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği anlaşılacaktır.
Hâme: Baykuş demektir.
Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir baykuş konduğu zaman onun o ev
halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.
Hadis-i şerifteki
"Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu anlatılmak
istenmektedir. İmam Mâlik'in görüşü budur.
İkinci bir tefsire
göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kimselerin dünyaya dönen
ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle
yıkılmak istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük çoğunluğunun tasvibine
mazhar olan görüş budur.
Guvl: Eski arapların
inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek insanlara görünen ve onları
yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Nebi
(s.a.v.) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın
bazılarına göre ise hadisin manası, guvlü inkâr etmek değil sadece arapların
itikadını iptaldir. Binaenaleyh "guvl yoktur" cümlesinden murad,
guvl hiç kimseyi yolundan saptırmaz, demektir.[Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim
Terecine ve Şerhi, IX, 668.]
Nev': Hattâbî'ye göre
"yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara
enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hususta Tecrid
Tercümesi'nde şu malumat verilmektedir:
"Nev'in cemi enva'
gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına gelir, yirmisekiz adettir. Ay
her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu menzillerden herbiri o sema
sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.
Araplar bu yıldızlardan
birinin fecir zamanında batmasıyla birlikte onun devamlı olarak ters
istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için lügat
alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğmasına kimisi de her ikisine
birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün
fasıla ile battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet
zarfında yağmur, rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza
izafe edilir ve filan şey filan yıldızın nev'inde (batmasında) vaki oldu
derlerdi."[Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741, 743.]
Rasûl-i Zîşan
Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökünden yıkmıştır.
Safer: Hicrî tarihin
ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre Muharrem ayının
haramlığını Safer'e naklederlerdi ve bu suretle Safer ayını haram sayarlardı.
Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin 37. âyet-i
kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da menedip
"Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten
zamanımıza kadar devam edip gelen halk telakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı
devamsız sayarlar. Hatta halk arasında bu aya boş ay derler. "Sa ferde
uğursuzluk yoktur" buyurulmakla bu telakki men olunmuştur. Buharî'nin bir
rivayetine göre Hz. Âİşe "Benim nikâhım da zifafım da safer ayında
idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin izalesine
fiilen de çalışmıştır.[Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercenıe ve Serin, XII, 93,
had. no: 1827.]
İkinci bir te'vile göre
bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye araplarmın insanın
karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan acıktığı
zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna uyuz
hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre Safer
kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd ve
diğer birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada her
iki tarafın da kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl ve
asılsız olduğu bildirilmektedir.[Davudoglu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi,
IX, 667.]
Ancak cahiliye halkının
karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî gerçeklerin
ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla karıştırmamak
gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar İslâm'da uğursuzluk
inancına yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak (tefe'ül) makbuldür.
Nitekim Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir vaziyete soktuğu
sırada, Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir heyetin, Süheyl b. Amr'ın
riyaseti altında gelmekte olduğu duyulunca Rasûl-i Ekrem'in uysallık ve
yumuşaklık ifade eden Süheyl adıyla tefe'ül ederek ashabına, "Artık
işiniz kolaylaştı" buyurması buna delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil
eden 3916 numaralı hadisi şerif de bunun caiz olduğunu ifade etmektedir.