HUCURAT 9 |
وَإِن
طَائِفَتَانِ مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
اقْتَتَلُوا
فَأَصْلِحُوا
بَيْنَهُمَا
فَإِن
بَغَتْ
إِحْدَاهُمَا عَلَى
الْأُخْرَى
فَقَاتِلُوا
الَّتِي تَبْغِي
حَتَّى
تَفِيءَ
إِلَى
أَمْرِ
اللَّهِ
فَإِن
فَاءتْ فَأَصْلِحُوا
بَيْنَهُمَا
بِالْعَدْلِ
وَأَقْسِطُوا
إِنَّ
اللَّهَ
يُحِبُّ
الْمُقْسِطِينَ |
9. Eğer müminlerden
iki grub birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin. Eğer onların
biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grubla Allah'ın emrine dönünceye
kadar çarpışın. Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli
olun. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
1- Ayetin Nüzul Sebebi:
2- Birbirleriyle Çarpışan
Müslüman Grupların Durumu ve Takınılacak Tavır:
3- Halifeye Yahut
Herhangi Bir Müslümana Haksızlık Yaptığı Bilinen Kesime Karşı Savaşmak Gereği:
4- Ashab Arasında Çıkan
Çatışmalar:
5- Haksızlık Eden ile
Savaşmanın Gereği:
6- Adaletle Barış Yapmanın
çerçevesi:
7- Adaletli imama
(islam Halifesine) Karşı Delilsiz Olarak Ayaklananlar:
8- Ayaklanmacılar
Tarafından Telef Edilen Kanların ve Malların Hükmü:
9- Ayaklanan Kesim Ele
Geçirdikleri Bölgelerde Ahkamı Uygulayacak Olurlarsa Hüküm Nedir?:
10- Ashabtan Herhangi
Birisine Kati Olarak Bir Hata Nisbet Etmek Caiz Değildir:
1- Ayetin Nüzul Sebebi:
Yüce Allah'ın:
"Eğer müminlerden iki grub birbirleriyle çarpışırlarsa, onların aralarını
düzeltin" buyruğu ile ilgili olarak el-Mutemir b. Süleyman, Enes b.
Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın peygamberi! Sen
Abdullah b. Ubeyy'e gitsen, dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona gitmek
üzere yola koyuldu. Bir eşeğe bindi. Müslümanlar da yayan yürüdü. Orası çorak
bir arazi idi. Peygamber (s.a.v.) onun yanına varınca: Benden uzak dur, Allah'a
yemin ederim eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti, dedi. Ensardan bir adam:
Allah'a yemin ederim Rasulullah (s.a.v.)'ın eşeğinin kokusu senden daha hoştur,
dedi. Kavminden bir adam Abdullah b. Ubeyy'e böyle denildi diye öfkelendi.
Herbirisi adına arkadaşları öfkelenip kızdı. O bakımdan kuru hurma dallarıyla,
ellerle ve ayakkabılarla aralarında bir çarpışma meydana geldi. Bize ulaştığına
göre bu ayet onların haklarında inmiştir.
Mücahid dedi ki: Ayet-i
kerime Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir. (Yine) Mücahid dedi ki: Ensardan
iki kesim sopalarla ve ayakkabılarla birbiriyle çarpıştı. Bunun üzerine bu
ayet-i kerime indi.
Bunun benzeri bir
rivayet Said b. Cübeyr'den gelmiştir. Buna göre Evs ile Hazreç arasında
Resulullah (s.a.v.) döneminde kuru hurma dallarıyla, ayakkabı ve benzerleriyle
bir çarpışma olmuştu. Yüce Allah da haklarında bu ayeti kerimeyi indirdi.
Katade dedi ki: Ayet-i
kerime bir hak konusunda herkesin karşı tarafı haksız bulduğu ensardan iki kişi
hakkında inmiştir. Birisi: Hakkımı zorla alacağım demişti, çünkü aşireti çoktu.
Diğeri de onu Rasulullah (s.a.v.)'ın huzurunda mahkemeleşmeye çağırdı, ancak
onun dediğini kabul etmedi. Bu durum aralarında böylece devam edip gitti, nihayet
birbirlerine düştüler. El, ayakkabı ve kılıçlarla birbirlerine giriştiler.
Bunun üzerine bu ayet-i kerime indi.
el-Kelbi dedi ki: Ayet-i
kerime Sümeyr ve Hatıb adındaki iki kişi dolayısıyla meydana gelen savaş
hakkında inmiştir. Sümeyr, Hatıb'ı öldürmüştü. Bu sebeple Evslilerle
Hazrecliler Peygamber (s.a.v.) yanlarına gelinceye kadar birbirleriyle
çarpıştılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yüce Allah bununla
peygamberine ve müminlere aralarını düzeltmelerini, barış yapmalarını emretti.
es-Süddi dedi ki:
Ensardan Um Zeyd diye anılan bir kadın, ensardan olmayan bir adam ile evli idi.
Kocası ile birlikte aralarında tartışma çıktı. O akrabalarını ziyaret etmek
istediği halde, kocası ona engel oldu ve akrabalarından hiçbir kimsenin yanına
giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu yerleştirdi. Kadın da akrabalarına haber
saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler.
Bu sefer kocası çıkıp kendi yakınlarından yardım istedi. Akrabaları tarafından
kadının alınıp götürülmesini engellemek üzere amca çocukları çıkıp geldi.
Aralarında itiş kakış oldu, ayakkabılarla birbirlerini vurdular. Bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil oldu.
"Taife: grub"
lafzı hem tek adamı, hem iki kişiyi, hem de çoğulu ifade eder. O halde bu
buyruk lafza göre değil de manaya göre hamledilen (ve kipleri ona göre
kullanılan) sözlerdendir. Çünkü "iki taife: iki grub" hem kavim, hem
de insanlar anlamındadır.
"Allah'ın emrine
dönünceye kadar ... eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin" anlamındaki
buyruk Abdullah b. Mesud'un kıraatinde "Onlar Allah'ın emrine dönünceye
kadar: Allah'ın emrine dönecek olurlarsa aralarında adaleti uygulayın."
şeklindedir. İbn Ebi Able: "Çarpışırlarsa" anlamındaki buyruğu
"iki grub" anlamındaki lafız tesniye olduğundan dolayı; (...) diye
okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Süresi'nin sonlarında (122.
ayet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas'da Yüce
Allah'ın: "Müminlerden bir topluluk (taife) de azablarına tanık
olsunlar" (en-Nur, 2) buyruğu hakkında bir ve daha yukarısı diye
açıklamıştır. Çünkü "bir şeyden taife" ondan bir parça demektir.
"Onların
aralarını" her iki kesimi hüküm, ister lehlerine, ister aleyhlerine olsun
Allah'ın Kitabına çağırmak suretiyle "düzeltin. Eğer onların biri diğerine
karşı tecavüz ediyorsa" haksızlık edip Allah'ın hükmüne ve kitabına
yapılan çağrıyı kabul etmiyorsa "o tecavüz eden grupla Allah'ın
emrine" Kitabına "dönünceye kadar çarpışın." "Bağy:
Tecavüz" haddi aşmak, haksızlık etmek, fesad çıkarmak demektir.
"Eğer dönerse,
ikisinin arasını adaletle düzeltin." Yani onları karşılıklı olarak adil
davranmaya, insafa mecbur edin. "Ve" ey insanlar "adaletli
olun!" Birbirinizle savaşmayın, çarpışmayın. Bunun adaletli olmayı
emrettiği de söylenmiştir. "Çünkü Allah adaletli olanları" adaleti ve
hakkı uygulayanları "sever."
2- Birbirleriyle
Çarpışan Müslüman Grupların Durumu ve Takınılacak Tavır:
İlimadamları der ki: İki
müslüman grub birbirleriyle çarpışacak olurlarsa ya her ikisi de haksız olarak
çarpışırlar, yahutta başka bir durumdadırlar. Eğer her ikisi de haksız iseler
bu durumda yapılması gereken aralarında ilişkilerini düzeltecek, birbirlerinden
el çekmeleri ve karşılıklı olarak silah bırakmaları sonucunu verecek şekilde
barış yapılır, birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak için aracılık yapılır.
Şayet birbirlerinden el çekmeyecek ve barış yapmayacak olurlarsa, her ikisi de
haksızlıklarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa, o takdirde her ikisi ile de
çarpışılır.
Şayet ikinci durum
sözkonusu ise yani bu iki kesimden birisi diğerine haksızlıkta bulunuyor ise, o
vakit haksızlık yapan grub ile vazgeçinceye ve tevbe edinceye kadar savaşmak
gerekir. Eğer bu duruma gelirse aralarında ve kendilerine haksızlık yapılan
kesimle adalet ile barış yapılır. Eğer her iki tarafın karşı karşıya kaldığı
bir şüphe sebebiyle aralarında çatışmalar baş göstermiş ve her bir grub da
kendisine göre kendisini haklı kabul ediyor ise, bu durumda, apaçık ve parlak
deliller ile kesin belgeler ile şüphenin ortadan kaldırılması ve hakka ileten
yolun gösterilmesi gerekir. Buna rağmen her iki kesim yine düşmanlığı
bırakmayıp, kendilerine gösterilen yola uygun davranmayıp, kendileri için
açıklığa kavuştuktan sonra, kendilerine öğütlenen hakka uymayacak olurlarsa, o
vakit her ikisi de haksızlık eden kesim demektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
3- Halifeye Yahut
Herhangi Bir Müslümana Haksızlık Yaptığı Bilinen Kesime Karşı Savaşmak Gereği:
Bu ayet-i kerimede
halifeye yahutta herhangi bir müslümana haksızlık yaptığı bilinen kesime (el-fietu'l-bağiye'ye)
karşı savaşmanın vacib olduğuna delil vardır. Ayrıca müminlerle
savaşılmayacağını söyleyip, Peygamber Efendimizin: "Mümin ile savaşmak
küfürdür'' hadisini delil gösterenlerin görüşünün tutarsız olduğuna da
delildir. Çünkü eğer haksızlık yapan müminle çarpışmak küfür olsaydı, haşa Yüce
Allah küfrü emretmiş olurdu. Diğer taraftan Ebu Bekir es-Sıddik (r.a), İslam'a
sarılmakla birlikte zekat vermek istemeyenlerle çarpışmış, fakat bırakıp kaçan
kimsenin ardından gidilmemesini, yaralı bir kimsenin işinin bitirilmemesini
emretmiştir. Malları -kafirlerde vacib olandan farklı olarak- ganimet olarak
helal olmaz.
Taberi dedi ki: Eğer her
iki kesim arasındaki ayrılıklarda vacib olan, ondan kaçıp evlere sığınmak
olsaydı, hiçbir had uygulanmaz ve hiçbir batılın sonu getirilemez, nifak ehli
ve facir olan kimseler Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu müslümanların
mallarını, kadınlarını esir almayı ve kanlarını dökmeyi, onlara karşı grublar
oluşturmak, diğer taraftan da müslümanların onlara ilişmemesi sonucunda
Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu herşeyi helal görmek için bir yol
olurdu. Oysa bu Peygamber (s.a.v.)'ın: "Aranızdaki beyinsizlerin ellerini
tutun (kötülük yapmalarına meydan vermeyin)." hadisine aykırıdır.
4- Ashab Arasında Çıkan
Çatışmalar:
Kadı Ebu Bekr
İbnu'l-Arabi dedi ki: Bu ayet-i kerime müslümanların (birbirleriyle)
savaşmalarında asıl dayanak ve tevilcilerle savaşmakta bir esastır. Ashab da
buna dayanmış, bu dinin ileri gelenleri buna sığınmıştır. Peygamber (s.a.v.):
"Ammar'ı bağy (haksızca ayaklanan) kesim öldürecektir" hadisi ile
bunu kastetmiştir. Yine Peygamber Efendimizin Hariciler hakkındaki: "Onlar
hayırlı olan kesime karşı ayaklanacaklar yahut bir ayrılık zamanında
ayaklanacaklar" şeklindeki hadisinde de kastettiği bu husustur. Son
hadisin birinci rivayeti daha sahihtir. Çünkü Peygamber Efendimiz: "İki
kesimden hakka daha yakın olan onları (o Haricileri) öldürecektir" diye
buyurmuştur.
Haricilerle çarpışan Ali
b. Ebi Talib ve onunla birlikte olanlardı. Buna göre İslam alimlerine göre ve
dinin delili ile sabit olan şu ki Ali; (r.a.) (meşru) imam idi. Ona karşı çıkan
herkes de bir bağiy idi. O bağiy ile hakka dönünceye ve barışı kabul edip,
boyun eğinceye kadar savaşmak vacib idi. Çünkü Osman (r.a.) öldürülmüş, ashab-ı
kiram da onun kanından beri (onu öldürmekten uzak) idiler. Çünkü o kendisine
ayaklananlarla çarpışılmasına engel olmuş ve: RasuluIlah (s.a.v.)'a ümmeti
arasında insanları öldürmek suretiyle halifelik yapan ilk kişi ben olmak
istemem, diyerek belaya sabretmiş, mihnete teslim olmuş ve kendisini ümmet
adına feda etmişti.
Diğer taraftan
insanların başıboş bırakılması mümkün değildir. O bakımdan Ömer (r.a)'ın
kendisinden sonraki halifeyi tesbit etmek için tayin ettiği şurada adını
verdiği diğer sahabilere halifelik teklif edildi. Onlar bu işi biri diğerine
havale ettiler. Ali (r.a) bu işe layık ve ehil idi. Öldürmelere, batıl ile
ümmetin kanının dökülmesine yahutta hiçbir hayırlı netice vermeyecek şekilde
işinin darmadağın olmasına karşı ümmeti korumak maksadı ile ihtiyat göstererek
kabul etti. Çünkü belki de din değişecek ve İslamın temel direği çökecekti. Ona
bey'at edilince Şam halkı kendisine bey'at etmek için Osman'ın katillerini
bulması ve onlara kısas uygulamasını şart koşmuşlardı. Ali (r.a) da onlara şöyle
demişti: Siz beyatinizi yapınız, hakkı isteyiniz, onu elde edeceksiniz. Bu
sefer onlar: Osman'ın katilleri senin aranda sabah-akşam sen onları görüp
duruyorken sana bey 'at edilmeye hak sahibi değilsin, dedi.
Bu hususta Ali (r.a)'ın
görüşü daha sağlam, sözü daha doğru idi. Çünkü Ali (r.a) eğer katillere kısas
uygulayacak olsaydı, birtakım kabileler o katillerin lehine taassub gösterir ve
üçüncü bir savaş baş gösterirdi. O bakımdan dizginleri eline sağlamca tutup,
bey'at akdinin gerçekleşmesini ve hüküm meclisinde Hz. Osman'ın kanının
velilerinin bunun taleb edilmesini ve böylelikle hak ile hüküm verilebilecek
zamanın gelmesini bekle di.
Kısası uygulamak şayet
fitne doğuracak yahutta sözbirliğini bozacak olursa, imamın kısası ertelemesinin
caiz olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur.
Talha ve ez-Zübeyr'in
başından geçenler de böyle olmuştur. Onlar Ali (r.a)'ın yöneticiliğine karşı
itaatsizlik ederek beyatlerini bozmadıkları gibi; diyaneten de hiçbir şekilde
ona itiraz etmemişlerdi. Onların görüşleri sadece işe Osman (r.a)'ın
katillerinin öldürülmesi ile başlamanın daha uygun olacağından ibaretti.
Derim ki: İşte bu
aralarındaki savaşın sebebi ile ilgili kabul edilecek görüştür. Değerli
birtakım ilim adamları şöyle demiştir: Basra'da aralarında meydana gelen olay,
hiçbir şekilde savaş yapma kararı vererek yapılmış değildir. Bu beklenmedik bir
şekilde ve herbir kesim kendisini savunmak maksadı ile olmuştu. Çünkü herbirisi
karşı tarafın kendisine verdiği sözde durmadığını zannetmişti. Çünkü onlar
kendi aralarında işi düzene koymuş, aralarında barış tamamlanmış ve gönül
rızasıyla birbirlerinden ayrılmışlardı. Osman (r.a)'ın katilleri kendilerine
karşı güç yetirileceğinden ve çepeçevre kuşatılacaklarından korktular. Bunun
için bir araya toplanıp, danıştılar, görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Daha sonra
da iki kesime ayrılmak noktasında görüş birliğine vardılar ve her iki ordu
arasında sabahın erken saatlerinde savaşa başlamayı kararlaştırdılar.
Karşılıklı olarak birbirleriyle ok atacaklar ve Ali'nin askerleri arasında
bulunan kesim "Talha ve Zübeyr" antlaşmayı bozdu diye bağıracaklar,
Talha ve Zübeyr askerleri arasındaki kesim de: "Ali antlaşmayı bozdu"
diye bağıracaklardı. Planladıkları şekilde uygulamayı gerçekleştirdiler ve
savaş başgösterdi. Herbir kesim kendi kanaatine göre karşı tarafın düzenlediği
bir hileyi bertaraf ediyor ve kanının dökülmesini engellemeye çalışıyordu. Bu
sebeple her iki kesimin de yaptığı doğru bir işti ve Yüce Allah'a bir itaatti.
Çünkü önce aralarında çarpışma olmuş, sonra da bu esas üzere çarpışmayı sona
erdirmişlerdi. Bu hususta doğru ve meşhur olan görüş budur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
5- Haksızlık Eden ile
Savaşmanın Gereği:
"O tecavüz eden
grubla Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın" buyruğu çarpışmayı
emretmektedir. Bu ise bir farz-ı kifayedir. Eğer bir grub bunu yerine getirecek
olursa, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkar. Bundan dolayı ashab-ı
kiramdan bir grub, bu gibi konumlarda bulunmaktan geri kalmışlardır. Sa'd b.
Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr, Muhammed b. Mesleme ve diğerleri gibi. Ali b. Ebi
Talib de onların bu tutumlarını doğru kabul etmiş ve onların herbirisi ona
kendisinin de uygun gördüğü bir mazeret ileri sürmüştür.
Rivayet olunduğuna göre
halifelik Muaviye'nin eline geçince, yaptıkları dolayısıyla Sa'd'a sitem etti
ve ona: Sen çarpıştıkları vakit iki kesimin arasını düzelten bir kimse
olmadığın gibi, haksızlık yapan grubla da savaşanlardan olmadın. Sa'd ona şöyle
dedi: Evet ben haksızlık eden gruba karşı savaşmayı terkettiğime pişmanım.
Böylelikle herbirisinin
yaptıkları dolayısıyla sorumlu olmadığı, onların tasarruflarının içtihadları
gereği ve şeriate uygun bir uygulama olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
6- Adaletle Barış
Yapmanın çerçevesi:
"Eğer dönerse
ikisinin arasını adaletle düzeltin" buyruğunda sözü edilen adaletin
kapsamına aralarında cereyan eden kan dökmeler ve mal telef etmelerin taleb
edilmemesi de girmektedir. Çünkü bu bir tevile dayalı olarak telef olan bir
şeydir. Bunların cezaları istenecek olursa, o vakit onların barıştan
uzaklaşmalarına, sınırı aşmakta daha da ileri gitmelerine sebeb teşkil eder.
İşte masIahatın esası da budur. Lisanu'l-Umme şöyle demiştir: Ashab-ı kiramın
savaşmasında Yüce Allah'ın hikmeti, onlar vasıtası ile tevil ehli olan
kimselerle savaşmanın hükümlerini öğretmektir. Çünkü müşriklerle savaşmanın
hükümleri Rasülullah (s.a.v.)'ın ifadeleri ve uygulamalarıyla bilinmiş
bulunmaktadır.
7- Adaletli imama
(islam Halifesine) Karşı Delilsiz Olarak Ayaklananlar:
Adaletli imama karşı
haddi aşan ve delili bulunmayan bir kesim ayaklanacak olursa, imam bütün
müslümanlarla yahutta yeteri kadar kimselerle birlikte onlarla savaşır. Bundan
önce onları itaate ve müslüman cemaatin arasına girmeye davet eder. Şayet geri
dönmeyi kabul etmeyip barışı benimsemeyecek olurlarsa, onlarla savaşılır.
Onlardan alınan esirler öldürülmez, kaçanların arkasından gidilmez,
yaralılarının işleri bitirilmez, çoluk-çocukları esir alınmaz, malları ganimet
olmaz.
Adaletli imam tarafından
olan kişi, haksızca ayaklananı yahutta haksızca ayaklanan kişi adaletli imamın
tarafında bulunanı öldürecek olup da katil maktulün velisi ise bunların
arasında mirasçılık cereyan etmez. Yani kasten öldüren bir kimse, hiçbir
durumda miras almaz.
Adaletli imam tarafında
olanın -kısasa kıyas ile- haddi aşarak haksızca ayaklanandan miras alacağı da
söylenmiştir.
8- Ayaklanmacılar
Tarafından Telef Edilen Kanların ve Malların Hükmü:
Haddi aşan bağiylerle ayaklanan
haricilerin telef ettikleri kan ya da mallardan sonra tevbe edecek olurlarsa,
bunlardan ötürü sorumlu tutulmazlar. Ebu Hanife, onlardan tazminat alınır,
demiştir. Şafii'nin bu hususta iki görüşü vardır.
Ebu Hanife'nin görüşü
şöylece açıklanır: Bu telef haksızca yapılan bir teleftir, dolayısıyla
tazminatının ödenmesi gerekir.
Bize göre bu hususta
gözönünde bulundurulması gereken şudur: Ashab (r.anhum), aralarında bu kabilden
meydana gelen savaşlarda kaçanın peşinden gitmediler, yaralının işini bitirmediler,
esirleri öldürmediler, herhangi bir can ve malın tazminatını da ödetmediler. Bu
hususta kendilerine uyulacak kimseler de onlardır.
İbn Ömer de dedi ki:
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Ey Abdullah! Yüce Allah'ın bu ümmetten
bağyeden (haksızca ayaklanan) kimseler hakkındaki hükmünün nasıl olduğunu
biliyor musun?" Abdullah: Allah ve Rasülü daha iyi bilir, dedi. Şöyle
buyurdu: "Yaralılarının işleri bitirilmez, esirleri öldürülmez, kaçkınları
takib edilmez, onlardan alınan mallar ganimet olarak paylaştırılmaz. ''
Ancak mevcut olan mallar
aynı ile geri verilir.
Bütün bu hükümler
kendisince uygun kabul edilen bir tevile dayanarak ayaklanan kimseler
hakkındadır.
ez-Zemahşeri Tefsirinde
şunu zikretmektedir: Eğer haddi aşan mütecaviz kesim az sayıda olup da
kendilerini koruyabilecek güçleri yoksa Allah'ın hükmüne geri döndükten sonra
yaptığı haksızlıkların tazminatını öder. Şayet kendilerini koruyacak sayıda çok
ve güçlü iseler tazminat ödemezler. Bundan tek istisna Muhammed b. el-Hasen
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun-in görüşüdür. O Allah'ın emrine döndüğü
takdirde tazminat ödemesi gerektiği doğrultusunda fetva veriyordu. Bir araya
toplanıp askeri düzene girmeden yahutta savaş silahlarının bırakılması
esnasında dağıldığı esnada işledikleri cinayetlere gelince, bütün fukahaya göre
tazminatlarının ödenmesi gerekir. Buna göre Yüce Allah'ın: "İkisinin
arasını adaletle düzeltin" buyruğunda sözü edilen adaletle düzeltmek,
Muhammed'in görüşüne göre açıkça anlaşılır ve ilahi buyruğun lafzına uygundur.
Onun dışındakilerin görüşüne göre de tecavüz eden grubun sayıca az olmaları
haline yorumlanır. Fukahanın sözünü ettiği maksat, kinleri öldürmek ve ortadan
kaldırmaktır, yoksa cinayetlerin tazminatının öldürülmesi değildir, şeklindeki
açıklamalar ise, emrolunan adaleti uygulamak ve gözetmekle güzel bir uyum
arzetmemektedir.
(Yine) ez-Zemahşeri dedi
ki: Şayet: Niye ikincisinde ıslah (arayı düzeltmek) ile birlikte adalet
sözkonusu edildiği halde, birincisinde sözkonusu edilmemiştir diye sorulursa
cevabımız şu olur: Çünkü ayetin baş tarafında sözü edilen çarpışmadan kasıt,
haddi aşan iki kesimin yahutta şüpheye dayanarak çarpışan iki kesimin
birbiriyle çarpışmasıdır.
Hangisi olursa olsun
müslümanların onlar hakkında yapmaları gereken uygulama, aralarını ıslah etmek
ve hakkı göstermek, kalblere şifa veren öğütler ve şüpheyi ortadan kaldırmak
suretiyle musibeti dindirip arayı düzeltmektir. Ancak iki kesim ısrar edecek
olursa, o takdirde çarpışmak icab eder. Burada ise tazminat uygun düşmez, fakat
ikisinden birisinin haksızlık yapması halinde durum böyle değildir. Bu durumda
daha önce sözü edilen her iki şekilde de tazminat ödenmesi uygundur.
9- Ayaklanan Kesim Ele
Geçirdikleri Bölgelerde Ahkamı Uygulayacak Olurlarsa Hüküm Nedir?:
Şayet ayaklanan kesim,
herhangi bir yere galibiyet sağlayıp zekatları toplar, hadleri uygular ve
oradaki insanlar arasında İslam ahkamı ile hükmedecek olurlarsa ne zekatlar
ikinci defa alınır, ne de hadler bir daha uygulanır. Kitaba, sünnete ya da
icma'ya muhalif olanlar dışında verdikleri hükümler de bozulmaz. Nitekim böyle
bir durumda adalet ve sünnet ehli kimselerin verdikleri hükümler de bozulur. Bu
açıklamayı Mutarrif ve İbnu'l-Macişun yapmışlardır.
İbnu'l-Kasım da: Onların
uygulamaları hiçbir halde caiz değildir, demiştir. Esbağ'dan bunun caiz olduğu
rivayeti gelmiştir. Yine ondan gelen bir rivayete göre İbnu'l-Kasım'ın dediği
gibi bunlar caiz olmaz. Ebu Hanife de böyle demiştir. Çünkü bu, velayeti caiz
olmayan kimselerin haksızca bir uygulamasıdır. Bunlar bağiy olmasalardı bile
hükümleri caiz olmadığı gibi, bu halde de hükümleri caiz olmaz.
Bu hususta bizim
lehimize olan dayanak, daha önce arzettiğimiz ashabi kiramın uygulamasıdır.
Fitne çekilip antlaşma ve barış ile aradaki ayrılıklar ortadan kalkınca,
onların verdikleri hiçbir hükmü tekrar yeniden ele alıp değerlendirmediler.
İbnu'l-Arabi dedi ki:
Benim kanaatime göre böyle bir iş uygun değildir.
Çünkü fitne ortadan
kalktığı sırada imam olan kişi, daha önce bağiy olan kişi idi ve ortada ona
itiraz edecek kimse de yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
10- Ashabtan Herhangi
Birisine Kati Olarak Bir Hata Nisbet Etmek Caiz Değildir:
Ashabtan herhangi
birisine kati olarak bir hatanın nisbet edilmesi caiz değildir. Çünkü hepsi de yaptıkları
işlerinde ictihad etmişler ve Allah'ın rızasını gözetmişlerdir. Onların hepsi
de bizim için birer önderdir (imamdır). Ayrıca bizden aralarında baş gösteren
olaylar hakkında konuşmamakla ve onları ancak en güzel şekliyle sözkonusu
etmekle ibadet etmemiz istenmiştir. Çünkü ashab-ı kiramın belirli bir hürmeti
vardır ve Peygamber (s.a.v.) onlara dil uzatmayı yasaklamıştır. Allah da
onların günahlarını bağışlamış ve onlardan razı olduğunu haber vermiştir.
Bununla birlikte değişik yollarla birtakım haberler varid olmuştur ki,
Peygamber (s.a.v.) Talha'nın yeryüzünde yürüyen bir şehid olduğunu
bildirmiştir. Eğer Talha'nın yapmak üzere gittiği savaş bir isyan olsaydı,
hiçbir zaman o savaşta öldürülmekle şehidlik mertebesine ulaşamazdı. Aynı
şekilde onun yaptığı iş, tevil açısından bir hata ve görevini yerine getirmek
bakımından bir kusur olsaydı, yine öldürülmesi dolayısıyla şehid olması
sözkonusu olmazdı. Çünkü şehadet ancak itaat uğrunda öldürülmek halinde
sözkonusu olur. Dolayısı ile meselenin açıkladığımız şekilde yorumlanması
gerekmektedir.
Buna delil teşkil eden
hususlardan birisi de Ali (r.a)'dan sahih olarak ve yaygın bir surette rivayet
olunan Zübeyr'in katilinin cehennemde olacağını söylemiş olması ve onun şöyle
bir rivayet nakletmiş olmasıdır: Ben Resulullah (s.a.v.)'ı: "Safiyye'nin
oğlunu öldüreni cehennem ateşiyle müjdele." diye buyururken dinledim.
Durum böyle olduğuna
göre Talha'nın da, Zübeyr'in de savaşa katılmakla asi ve günahkar olmadıkları
da açıkça sabit olmaktadır. Çünkü eğer onlar böyle olsaydı Peygamber (s.a.v.)
Talha hakkında "şehiddir" demez, Zübeyr'i öldürenin de cehennemde
olacağını bildirmezdi.
Aynı şekilde savaşa
katılmayıp oturan da tevilinde hata işlemiş değildir.
Aksine o, Allah'ın
ictihad yoluyla kendilerine gösterdiği bir doğrudur. Durum böyle olduğuna göre
onların lanetlenmesi, onlardan beri olunması ve fasık olduklarının söylenmesi,
fazilet ve cihadlarının geçersiz olduğunun belirtilmesi, dindeki büyük katkı ve
faydalarının görmezlikten gelinmesi gerekmez. Allah hepsinden razı olsun.
İlim adamlarından
birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o
da şu cevabı vermiştir: "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların
işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız." (el-Bakara, 134 ve 141)
Yine ilim adamlarından
birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Sözünü ettiğiniz kanlara
Allah elimi bulaştırmamış, ben de dilimi onlara daldırmıyorum.
Bununla bir hataya düşmekten
sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak
durmayı kastetmiştir.
İbn Furek dedi ki: Bizim
mezheb alimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Ashab arasında meydana gelen
çatışmalarda izlenmesi gereken yol, tıpkı Yusuf ile diğer kardeşleri arasında
meydana gelenler hakkında izlenmesi gereken yol gibidir. Yusuf'un kardeşleri bu
yaptıkları sebebiyle Allah'ın veli kulları olmanın ve peygamberliğin sınırları
dışına çıkmamışlardır. İşte ashab-ı kiram arasında cereyan eden hususlarda da
durum aynen böyledir.
el-Muhasibi dedi ki:
Dökülen kanları sözkonusu edecek olursak, onların anlaşmazlıkları sebebiyle bu
hususta bizim herhangi bir söz söylememiz oldukça zordur.
Hasan-ı Basri'ye onların
çarpışmalarıyla ilgili soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: O Muhammed
(s.a.v.)'ın ashabının hazır bulunduğu, bizim de bulunmadığımız, kendilerinin
bildiği, bizimse bilmediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri
hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi
bilir, orada dururuz.
el-Muhasibi dedi ki:
İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine
girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. üzerinde ittifak ettikleri
hususlarda biz tabi oluruz. İhtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve
kendiliğimizden bidat bir görüş ortaya koymayız. Onların ictihad ederek Yüce
Allah'ın rızasını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinleri
hususunda itham altında tutulan kimseler değildir. Yüce Allah'tan tevfikini
dileriz.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN