NEML 20 / 28 |
وَتَفَقَّدَ
الطَّيْرَ
فَقَالَ مَا
لِيَ لَا
أَرَى
الْهُدْهُدَ
أَمْ كَانَ
مِنَ الْغَائِبِينَ
{20}
لَأُعَذِّبَنَّهُ
عَذَاباً
شَدِيداً
أَوْ
لَأَذْبَحَنَّهُ أَوْ
لَيَأْتِيَنِّي
بِسُلْطَانٍ
مُّبِينٍ {21}
فَمَكَثَ
غَيْرَ
بَعِيدٍ
فَقَالَ أَحَطتُ
بِمَا لَمْ
تُحِطْ بِهِ
وَجِئْتُكَ
مِن سَبَإٍ
بِنَبَإٍ
يَقِينٍ {22} إِنِّي
وَجَدتُّ
امْرَأَةً
تَمْلِكُهُمْ
وَأُوتِيَتْ
مِن كُلِّ
شَيْءٍ
وَلَهَا عَرْشٌ
عَظِيمٌ {23}
وَجَدتُّهَا
وَقَوْمَهَا
يَسْجُدُونَ
لِلشَّمْسِ
مِن دُونِ
اللَّهِ
وَزَيَّنَ
لَهُمُ
الشَّيْطَانُ
أَعْمَالَهُمْ
فَصَدَّهُمْ
عَنِ السَّبِيلِ فَهُمْ
لَا
يَهْتَدُونَ
{24} أَلَّا
يَسْجُدُوا
لِلَّهِ
الَّذِي
يُخْرِجُ
الْخَبْءَ فِي
السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضِ
وَيَعْلَمُ مَا
تُخْفُونَ
وَمَا
تُعْلِنُونَ
{25} اللَّهُ لَا
إِلَهَ
إِلَّا هُوَ
رَبُّ
الْعَرْشِ
الْعَظِيمِ {26}
{س} قَالَ
سَنَنظُرُ أَصَدَقْتَ
أَمْ كُنتَ
مِنَ
الْكَاذِبِينَ
{27} اذْهَب
بِّكِتَابِي
هَذَا فَأَلْقِهْ
إِلَيْهِمْ
ثُمَّ
تَوَلَّ
عَنْهُمْ
فَانظُرْ
مَاذَا
يَرْجِعُونَ
{28} |
20. Bir
de kuşları araştırdı ve dedi ki: "Neden hüdhüdü göremiyorum, Yoksa o
kayıplara karışanlardan mı oldu?
21.
"Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile azaplandırırım veya muhakkak onu
kestiririm ya da bana apaçık bir delil getirir."
22. Çok
eğlenmeden geldi ve dedi ki: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm ve Sebe'den
sana kesin bir haber ile geldim.
23.
"Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum. Kendisine
herşeyden verilmiş; onun bir de büyük bir tahtı var.
24.
"Onu ve kavmini Allah'tan gayrı güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara
amellerini süslü göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuş. Onun için onlar
doğru yola gelemiyorlar.
25.
"Göklerde ve yerde olan, gizliyi açığa çıkartan, gizlediğiniz ve
açıkladığınız şeyleri bilen Allah'a secde etmesinler diye!"
26.
Allah O'dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir."
27.
"Bakalım doğru mu söyledin? Yoksa yalancılardan mısın?" dedi.
28.
"Bu mektubumu al, götür ve onu kendilerine bırak. Sonra da onlardan geri
çekilip ne şekilde karşılık vereceklerine bak!"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onsekiz başlık halinde sunacağız:
1- Süleyman (a.s.)'ın Hüdhüd Kuşunu
Araştırmasının Sebebi:
2- Yöneticinin Yönettiklerinin işleri
ile ilgilenmesi:
3- "Hüdhüdü Neden
Göremiyorum?"
4- Verilecek Cezaların Takdirinde Ölçü:
5- Çok Geçmeden Gelen Hüdhüd:
6- Hüdhüdün Getirdiği Haber:
7- Sebe ile ilgili Gelen Haber:
8- Küçüğün Büyüğe, Öğrencinin Hocaya:
9- Hz. Süleyman'ın, Sebe' ülkesinden
Haberdar Olmayışı ve Cinlerle ilgili Bazı Hükümler:
10- Kadının Yöneticiliği ve Hakimliği:
11- Sebe, Hükümdarının Sahip Olduğu
imkanlar:
12- Allah'tan Başkasına Tapmak ve
Şeytan'ın Hakimiyetine Girmek:
13- Niye Allah'a Secde Etmiyorlar?
14- Verilen Haberi Tetkik Etmek:
15- Yöneticilerin ve Sair insanların
Mazeret Kabul Etmeleri:
16- Hz. Süleyman'ın Mektubu:
17- Müşriklere Mektup Yazarak Davet
Tebliğ Etmek:
18- Hazreti Süleyman'ın Talimatı:
1- Süleyman (a.s.)'ın
Hüdhüd Kuşunu Araştırmasının Sebebi:
"Bir de kuşları
araştırdı" buyruğu ile Yüce Allah daha önce sözü edilen şekilde karınca
ile ilgili olayın geçtiği yolculuk esnasında, başından geçen bir başka olayı
söz konusu etmektedir.
"Araştırmak,
gözünün önünden kaybolan bir şeyi arayıp, bulmak istemek" demektir. Tayr
(kuş) ise çoğul bir isimdir, bunun da tekili (...)'dır. Burada kuşlardan kasıt,
kuşların cinsi ve kuşların topluluğudur. Kuşlar yolculuğu esnasında onunla
birlikte bulunur, kanatlarıyla ona gölge ya parlardı.
Süleyman (a.s)'ın
kuşları araştırmasının ne demek olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir
kesime göre bu yönetim işlerine gösterilen itinanın ve yönetim işlerinin
herbirisine gereken ihtimamı göstermenin bir gereğidir. Ayetin zahirinden de
anlaşılan budur.
Bir başka kesimin görüşü
de şöyledir: Onun kuşları araştırmasının sebebi, hüdhüd kuşunun kaybolması
üzerine güneşin onun bıraktığı boşluktan girmesi idi. İşte bu, kuşları
araştırmasının sebebi olmuştu. Böylelikle güneşin nereden girdiğini tesbit
etmiş olacaktı.
Abdullah b. Selam da
dedi ki: Hüdhüd'ü aramasına sebeb suyun yerin ne kadar derinliğinde olduğunu
bilme ihtiyacını hissetmesi idi. Çünkü Süleyman (a.s) su bulunmayan bir yerde
konaklamıştı. Hüdhüd ise yerin içini de, dışını da görürdü. Süleyman'a da suyun
nerede bulunduğunu haber verirdi. Daha sonra da cinler kısa bir zaman zarfında
bu suyu çıkartırlardı. Tıpkı koyunun derisinin yüzüldüğü gibi, yeryüzü
toprağını o suyun üzerinden öylece soyarlardı. Bu açıklamayı İbn Selam'dan
gelen rivayete göre İbn Abbas yapmıştır.
Ebu Miclez dedi ki: İbn
Abbas, Abdullah b. Selam'a: Sana üç soru sormak istiyorum dedi. Abdullah: Sen
Kur'an okuyan birisi olduğun halde bana mı soru soracaksın? deyince, İbn Abbas:
Evet, diye üç defa tekrarladı ve şöyle sordu: Süleyman diğer bütün kuşlar
arasından niye hüdhüdü araştırdı? İbn Selam dedi ki: Suya ihtiyacı oldu ve
suyun ne kadar derinlikte olduğunu ya da mesafede diye söyledi- bilemiyordu.
Hüdhüd ise diğer kuşlar arasından bunu bilebiliyordu, onu araştırmasının sebebi
budur.
en-Nekkaş'ın kitabında
da şöyle denilmektedir: Hüdhüd mühendis idi. Rivayete göre Nafi' b. el-Ezrak,
İbn Abbas'ın hüdhüd ile ilgili açıklamalarda bulunduğunu duymuş, ona: Dur ey
(delil yoksa) duran kişi! Hüdhüd kendisine kurulan tuzağa düşen ve bu tuzağı
göremeyen bir kuş iken, yerin içini nasıl görebilir? İbn Abbas ona: Kader geldi
mi göz kör olur, diye cevap verdi.
Mücahid dedi ki: İbn
Abbas'a kuşlar arasından hüdhüdü nasıl araştırdı? diye soruldu, şu cevabı
verdi: Bir yerde konakladı, suyun ne kadar derinlikte olduğunu bilmiyordu.
Hüdhüd ise bunu bilebiliyordu, ona sormak istedi.
Mücahid dedi ki: Küçük
çocuk hüdhüd kuşuna ağ serer ve onu avlar. Nasıl bunları bulabilir? İbn Abbas dedi
ki: Kader geldi mi göz kör olur.
İbnu'l-Arabi dedi ki:
Kur'an'ı iyice bilen bir kimseden başka böyle bir cevap veremez.
Derim ki: Bu cevabı daha
önceden de belirttiğimiz gibi hüdhüdün kendisi Süleyman'a vermişti. Şöyle bir
şiir söylenmiştir:
"Yüce Allah bir
kişi hakkında bir işi murad ederse, Hem o kişi akıl, görüş ve basiret sahibi
olsa dahi, Ve bir de çarelerin üstüne gelen olup da bütün bu çareleri, Kaderin
hoşlanmayan sebeblerinden gelecek olanları defetmek için ortaya koyarsa, Yüce
Allah onun kulaklarını, aklını kapatır. Ve aklını kafasından kılın çekilmesi
gibi sıyırır, çeker, Nihayet hükmünü onun hakkında icra eyledi mi İbret alsın
diye aklını ona geri verir."
el-Kelbi dedi ki:
Yolculuğu esnasında yanına sadece bir hüdhüd kuşu almıştı. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
2- Yöneticinin
Yönettiklerinin işleri ile ilgilenmesi:
Bu ayet-i kerimede
imamın (İslam devlet başkanının ve yöneticilerinin) yönetimleri altında
bulunanların durumlarını iyice araştırmalarına, onları gereği gibi korumalarına
delil vardır. Küçüklüğüne rağmen hüdhüdün durumu Süleyman (a.s)'a gizli
kalmamıştı. Ya büyük işler hakkında ne düşünülür? Yüce Allah Ömer (r.a)'a
rahmetini ihsan eylesin. O da aynı yolu izlerdi. Şöyle demişti: Fırat kenarında
bir kurt bir keçiyi kapacak olsa, şüphesiz Ömer ondan sorumlu tutulacaktır.
Yönetimi altındaki ülkelerin harab olduğu, yönettiklerinin zayi olduğu,
çobanların kaybolduğu bir yönetici hakkında ne düşünürsünüz?
Sahih'teki rivayete göre
Abdullah b. Abbas'tan şöyle kaydedilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Şam'a gitmek
üzere yola koyuldu. Serğ denilen yerde ordu kumandanIarı onu karşılamaya geldi:
Ebu Ubeyde ve arkadaşları, ona Şam bölgesinde veba bulunduğu haberini
verdiler... İlim adamlarımız dediler ki:
Ömer (r.a.)'ın Şam'a
gitmek üzere yola çıkması (Halifenin tebasını kontrol ettiğine işaret vardır).
-Halife b. Hayyat'ın belirttiğine göre- Beytu'l-Makdis'in hicri 17. yılda
fethedilmesinden sonra olmuştu. O yönettiklerinin hallerini ve kumandanlarının
durumlarını bizzat kendisi araştırırdı. Kur'an, sünnet, yöneticinin yönettiği
kimselerin durumlarını araştırmasına ve bunu bizzat doğrudan kendisinin
yapmasına, uzun dahi olsa bu maksatla yolculuk yapmasına açıkça delalet etmekte
ve bunu ifade etmektedir. Şu beyiti söyleyen İbnu'l-Mübarek'in Allah'ın
rahmetine nail olmasını dileriz: "Zaten dini kim bozdu ki hükümdarlardan,
Ve kötü ilim adamları ile kötü abidlerden başka?"
3- "Hüdhüdü Neden
Göremiyorum?"
Yüce Allah'ın
"Neden hüdhüdü göremiyorum" buyruğu "Hüdhüde ne oldu ki ben onu
göremiyorum?" anlamındadır. Bu da manası sebebi bilinmeyen kalb
(ifadelerin yer değiştirmesi) kabilindendir. Yine bir kimsenin diğerine;
"Bana ne oluyor ki seni kederli görüyorum?" yani; "Neyin var
(kederlisin)" demeye benzer.
Hüdhüd bilinen bir
kuştur. Onun sesine de hedhede denilir.
İbn Atiyye der ki: Bu
ifadeden maksat hüdhüdün ortada olmadığını, kaybolduğunu anlatmaktır. Fakat
Süleyman (a.s) hüdhüdün kayboluşunun gereği olan onu görmeyişini esas alarak, bu
gereklilik konusunda kendisine bilgi verilmesi için soru sorma cihetine
gitmiştir. Bu da bir çeşit icaz (veciz) konuşmaktır. Onun "Neden ...
um?" şeklindeki sorusu; (...) edatının (ve soru cümlesinin başında ayrıca
gelmesi gereken) elif (soru hemzesi)nin yerini tutmuştur.
Şöyle de denilmiştir:
Süleyman (a.s): "Neden hüdhüdü göremiyorum" derken, kendisinin halini
gözönünde bulundurmuştur. Zira o kendisine pek büyük bir mülkün verildiğini,
mahlukatın emrine müsahhar kılındığını biliyordu. İşte şükür etme gereği onun
itaatkar olmasını, adaleti de sürekli kılmasını gerektirmişti. Hüdhüd nimetini
bulamayınca şükür bakımından bir kusur işlemiş olabileceği hatırına geldi ve bu
kusuru dolayısıyla bu nimetten mahrum olduğu kanaatine kapıldı. O bakımdan
kendi halini araştırmaya koyuldu ve bundan dolayı "neden göremiyorum"
dedi.
İbnu'l-Arabi der ki:
Mutasavvıf şeyhlerinin mallarını kaybettikleri vakit yaptıkları budur, onlar da
kendi amellerini araştırırlar. Bu ise adab ile alakalı hususlarda böyle
olduğuna göre peki ya bugün biz farzlarda bile kusurlu hareket ederken, ne
yapmalıyız?
İbn Kesir, İbn Muhaysın,
Asım, el-Kisai, Hişam ve Eyyub "neden ... um" anlamındaki soruyu;
(...) şeklinde "ya" harfini üstün okumuşlardır. Aynı şekilde Yasin
Suresi'nde: ''Ben, beniyaratana ne diye ibadet etmeyecek mişim?" (Yasin,
22) buyruğunda da böyle okumuşlardır. Ancak Hamza ile Yakub bunu sakin
okumuşlardır. Geriye kalan Medine kıraat alimleri ile Ebu Amr ise Yasin
Suresi'ndekini üstün ile bunu ise sakin (yani harfi med olarak) okumuşlardır.
Ebu Amr dedi ki: Çünkü
bu NemI Süresi'nde bulunan, istifhamdır. Diğeri ise intifa (nefyetmek)dir. Ebu
Hatim ile Ebu Ubeyd sakin okuyuşu tercih ederek, "Dedi ki: Neden ...
um?" diye okumuştur. Ebu Ca'fer en-Nehhas: Bazıları mübteda olan ile
kendisinden önceki ifadelere atfedilen arasında fark gözetmek istemişlerdir.
Ancak bunun hiçbir kıymeti yoktur. Buradaki "ya" nefs-i mütekellim
"ya"sıdır. Araplar arasından bunu üstün ile okuyanlar olduğu gibi,
sakin okuyanlar da vardır. O bakımdan kıraat alimleri her iki şekilde de
okumuşlardır. Mütekellim "ya"sı ile ilgili fasih söyleyiş ise onun
meftuh olarak okunmasıdır, çünkü o hem bir isimdir, hem de tek bir harftir.
Dolayısıyla tercih edilen sakin okunmayışıdır. Böylelikle isme haksızlık
edilmemiş olur.
"Yoksa o kayıplara
karışanlardan mı oldu?" buyruğundaki; "Yoksa";
"(Hayır)" anlamındadır.
4- Verilecek Cezaların
Takdirinde Ölçü:
Yüce Allah'ın:"Ben
onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırım veya muhakkak onu
kestiririm ... " buyruğu uygulanacak olan cezanın bedene göre değil de,
işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte
cezalandırılacak olan şahsa zaman ve niteliği itibariyle yumuşaklık
gösterilebilir.
İbn Abbas, Mücahid ve
İbn Cüreyc'den rivayete göre onun kuşu azaplandırması tüyünü yolması suretinde
idi. İbn Cüreyc de tüyünün tamamen yolunması diye söylemiştir. Yezid b. Ruman
da kanatlarının yolunması diye açıklamıştır.
Süleyman (a.s)'ın bu
uygulaması ile isyankarlara karşı sert bir tavır takınmak, görevini ve konumunu
ihlal eden tutumu dolayısıyla Hüdhüdü cezalandırmak istemişti. Yüce Allah
hayvanları, kuşları yemek ve başka bir takım menfaatler maksadıyla boğazlamayı
mübah kıldığı gibi ona da bunu mübah kılmış olabilirdi. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Nevadirul-Usul de
(et-Tirmizi el-Hakim) şöyle demektedir: Bize Süleyman b. Humeyd Ebu'r-Rabi'
el-İyadi anlattı, dedi ki: Bize Avn b. Umare, el-Huseyn el-Cuhfi'den anlattı,
el-Huseyn, ez-Zübeyr b. el-Hirrid'den, o İkrime'den naklen dedi ki: Yüce Allah'ın,
Süleyman'ın hüdhüde vermek istediği cezayı alıkoyması, onun anne ve babasına
karşı itaatkar olmasından dolayı idi. İleride de gelecektir.
Yine denildiği ne göre,
hüdhüdü azaplandırmak, onu kendisine uymayan zıt tabiatlı hayvanlarla birlike
bulundurmaktır. Kimilerinden nakledildiğine göre en dar hapis zıt tabiatlı
kimselerle birlikte bulunmaktır.
Bir diğer açıklamaya
göre, ben onu kendisine denk kimselere hizmet etmek zorunda bırakacağım
anlamındadır. Bir diğer görüşe göre onu kafese koyacağım, bir başka açıklama:
Tüyünü yolduktan sonra onu güneşte bırakacaktım. Onu hizmetinden uzaklaştırmak
suretiyle cezalandıracağım, diye de açıklanmıştır. Çünkü hükümdarlar bedenin
birlikte olmaya alıştığı kimseleri ayırmakla, uzaklaştırmakla te'dib ederler.
"Ben onu ya
şiddetli bir azab ile azablandırırım veya muhakkak onu kestiririm ... "
buyruğunda fiiller şeddeli "nun" ile te'kid edilmiştir. Böyle bir
"nun" ya şeddeli veya şeddesiz olarak (te'kid maksadıyla) getirilir.
Ebu Hatim dedi ki: Eğer; "Ben onu elbette ya şiddetli bir azab ile
azaplandırırım veya muhakkak onu kestiririm" şeklinde (tek mim ile) okunsa
bu da caizdir.
"Ya da bana apaçık
bir delil getirir" buyruğundaki "Bana ... getirir" lafzındaki
lam, lam-ı kasem değildir. Çünkü Süleyman hüdhüdün yapacağı bir iş için kasem
etmez. Ancak bu buyruk "Onu elbette ... azaplandırırım"ın akabinde
geldiğinden dolayı -ki bu da kasemin caiz olduğu hususlardandır- sonraki bu
fiili de aynı şekilde kullanmıştır. Sadece İbn Kesir "bana ... getirir"
anlamındaki fiili, iki "nun" ile; (...) diye okumuştur.
5- Çok Geçmeden Gelen
Hüdhüd:
"Çok eğlenmeden
geldi" buyruğunda kasıt hüdhüddür. Kıraat alimlerinin büyük çoğunluğu;
"Geç ... ti", fiilinin "kef" harfini ötreli okumuşlardır. Yalnızca
Asım bunu üstün okumuştur. Her iki kıraatte de anlamı "vakit geçirdi,
kaldı" şeklindedir. Sibeveyh dedi ki: Bu "Durdu kaldı, durur kalır,
kalmak" fiili; (harakeleri itibariyle); "Oturdu, oturur,
oturmak" gibidir, (...) şekli ise (...) e benzer.
Başkaları da şöyle
demektedir: Bunun üstün okunması Yüce Allah'ın: "Kalıcılar" (el-Kehf,
3) buyruğu dolayısıyla daha uygundur. Çünkü bu (...)'den gelmektedir.
"Kaldı, kalır" denilir ism-i faili de; (...) diye gelir. (...)
kullanımı, (...) gibidir. İsm-i faili (...) şeklinde, (...) gibi gelir.
(...)'den ism-i fail ise (...) şeklinde gelir. (...): Ekşidi, ekşir"
fiilinin ism-i failinin (...) şeklinde gelmesi gibi.
"Çok eğlenmeden
geldi" deki zamirin Süleyman (a.s)'a ait olma ihtimali vardır. Anlamı
şöyle olur: Süleyman (a.s) kuşları araştırıp tehdidinde bulunduktan sonra
aradan fazla zaman geçmeden geldi, demek olur. Buradaki zamirin hüdhüde ait
olma ihtimali de vardır. Daha kuvvetli ihtimal budur, daha sonra da hüdhüd
gelip: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" dedi. Bu da bir sonraki
başlığın konusunu teşkil etmektedir.
6- Hüdhüdün Getirdiği
Haber:
Yani ben senin
bilmediğin hususları öğrendim. İşte bu peygamberler gaybı bilir, diyenlerin
kanaatlerini reddetmektedir.
el-Ferra
"Gördüm" fiilinin "te" ve "tı" harfleri birbirine
idgam edilerek; (...) diye okunduğunu naklettiği gibi "tı" harfi,
te'ye kalbedilip idgam edilmek suretiyle; (...) diye okunduğunu da
nakletmiştir.
7- Sebe ile ilgili
Gelen Haber:
"Ve Sebe'den sana
kesin bir haber ile geldim" buyruğu ile onun Süleyman (a.s)'a bilmediği
şeyi öğretmiş olduğunu anlıyoruz. Böylelikle o Süleyman (a.s)'ın kendisini
tehdit etmiş olduğu azab ve kesilme cezasını bertaraf etmiş oldu. Cumhur
"Sebe'" kelimesini; (...) şeklinde tenvinli olarak munsarıf bir kelime
gibi okumuştur. İbn Kesir ve Ebu Amr ise munsarıf olmayan bir kelime olarak,
hemzeyi üstünle; (...) diye okumuştur. Birinci okuyuş, kendisine bir kavmin
nisbet edildiği bir adam ismi kabul edilmesine göredir. Şairin şu mısraı da
buna göredir: "Sebe'in zirvelerinde gelenler ile Teymlilerin, Boyunlarında
iz bırakmıştır, camışların derileri."
ez-Zeccac, Sebe'in bir
adam ismi olduğunu kabul etmeyerek, şöyle demiştir: Sebe', Yemen'in Me'rib
denilen bölgesinde San'a ile arasında üç günlük mesafe bulunan bilinen bir
şehirdir.
Derim ki: el-Gaznevi'nin
''Uyunu'l-Meani" adlı eserinde üç millik mesafe denilmektedir. Katade ve
es-Süddi dedi ki: Oraya oniki peygamber gönderilmiştir.
(ez-Zeccac, görüşüne
delil olarak) en-Nabiğa el-Ca'di'nin şu beyitini zikretmektedir:
"Me'rib'de hazır bulunan Sebe'den, Onların selinin önünde Arim'i (seddi)
bina ettiklerinde."
(ez-Zeccac devamla) dedi
ki: Bunu munsarıf kabul etmeyenler, bunun bir şehir ismi olduğunu söyler.
Munsarıf kabul edenler de -ki bunlar çoğunluğu teşkil ederler- buranın bir
şehir ismi olması dolayısıyla müzekker adı verilmiş, müzekker bir yer kabul
ederler.
Sebe'in şehire ad olarak
verilen bir kadın adı olduğu da söylenmiştir. Doğrusu bunun bir erkek adı
olduğudur. Tirmizi'nin kitabında (Sünen'inde) Ferve b. Museyk el-Muradi'nin
Peygamber (s.a.v.)'den naklettiği ve Yüce Allah'ın izniyle (Sebe, 15. ayetin
tefsirinde) gelecek olan hadiste de bu şekildedir.
İbn Atiyye dedi ki:
ez-Zeccac bu hadisi bilmediğinden dolayı o gelişigüzel açıklamalarda bulunmuştur.
el-Ferra'nın iddiasına göre de er-Ruasi, Ebu Amr b. el-Ala'ya, Sebe'e dair soru
sormuş, o da ben onun ne olduğunu bilmiyorum, demiş.
en-Nehhas dedi ki:
el-Ferra, Ebu Amr adına te'vilde bulunmuş ve onun meçhul olduğu için bu ismi
gayr-ı munsarıf kabul ettiğini belirtmiştir. Bir şey de eğer bilinmeyecek
olursa gayr-ı munsarıf olur.
en-Nehhas da şöyle
demektedir: Ebu Amr gibi birisi böyle bir söz söylemez. er-Ruasi'den yapılan
nakilde de bu kelimeyi bilmediği için bunu gayrı munsarıf kabul ettiğine dair
de bir delil bulunmamaktadır. O sadece ben onu bilmiyorum demiştir. Eğer nahiv
bilgini birisine herhangi bir isim hakkında sorulacak da, o da ben onu
bilmiyorum diyecek olursa, bu o nahivcinin bu ismi gayr-ı munsarıf kabul
ettiğine delil teşkil etmez. Aksine hak bunun dışındadır. Bu durumda eğer onu
bilmiyorsa, onu munsarıf kabul etmesi gerekir. Çünkü isimlerde asl olan
munsarıf olmaktır. Bir şeyin gayr-ı munsarıf olması ona dahil olan herhangi bir
ek sebep dolayısıyladır. Asıl kaide kesin olarak böylece sabittir. Bilinmeyen
bir şey dolayısıyla bu kaide ortadan kalkmaz. Daha sonra nahivcilerden uzun
açıklamalar naklettikten sonra sonunda şunları söyler: Sebe' hakkında kabul
edilen görüş bu hususta gelen rivayet olmalıdır ki, bu da aslında Sebe'in bir
adam adı olduğudur. Eğer bunu munsarıf kabul edecek olursak, bu artık hayatta
olan birisinin adı olduğundan dolayıdır. Şayet munsarıf kabul etmeyecek
olursak, bunu "Semud" gibi bir kabile adı olarak kabul ederiz. Şu
kadar var ki Sibeveyh'in tercih ettiği görüş munsarıf olduğudur ve bu konudaki
delili de kat'ıdir. Zira bu isim hem müzekker, hem de müennes gelebildiğine
göre bunun müzekker kabul edilmesi daha uygundur. Zira asl olan ve daha hafif
olan da odur.
8- Küçüğün Büyüğe,
Öğrencinin Hocaya:
Ben Senin Bilmediğini
Biliyorum, Demesi Uygun mu? Bu ayet-i kerimede küçüğün büyüğe, öğrencinin
hocaya -kesinlikle bu hususu bilmesi şartıyla-; ben senin bilmediğin bir şey
biliyorum diyebileceğine delil vardır.
İşte Ömer b. el-Hattab
(r.a) yüceliğine ve bilgisine rağmen üç defa izin istendikten sonra cevap
alınmazsa, geri dönülebileceğini bilmiyordu. Teyemmümü Ammar ve başkaları
biliyordu. Halbuki Ömer ve İbn Mes'ud bu konuda bilgileri etraflı olmadığından
cünup kimse teyemmüm etmez, diyorlardı.
İbn Abbas ay hali olan
kadının Arafat'ta vakfe yapabileceği hükmünü bildiği halde, Ömer de, Zeyd b.
Sabit de bunu bilmiyordu. İhramlı bir kimsenin başını yıkayabileceğini İbn
Abbas bilmekle birlikte el-Misver b. Mahreme bunu bilmiyordu. Bunun benzeri
daha pek çok husus vardır ki bunları kaydederek uzatmaya gerek yoktur.
9- Hz. Süleyman'ın,
Sebe' ülkesinden Haberdar Olmayışı ve Cinlerle ilgili Bazı Hükümler:
Hüdhüd: "Ve
Sebe'den sana kesin bir haber ile geldim" deyince, Süleyman (a.s): Bu
haber nedir? diye sorunca, hüdhüd de: "Gerçekten ben bir kadını onlara
hükümdarlık eder buldum" diye cevab verdi. Bu kadın Şerahil kızı Belkıs
idi. O Sebe'lilerin hükümdarlığını yapıyordu. Süleyman (a.s)'ın konakladığı yer
ile Belkıs'ın ülkesi birbirine yakın olduğu halde -ki bu mesafe San'a ile
Me'rib arasında üç günlük bir mesafedir- Süleyman nasıl oldu da bu durumu
bilemedi, diye sorulursa cevap şudur: Yüce Allah Yakub (a.s)'a, Yusuf (a.s)'ın
bulunduğu yeri bildirmediği gibi: bir maslahata binaen de Süleyman (a.s)'a
Belkıs'ın yerini bildirmemiştir, saklı tutmuştur.
Rivayete göre Belkıs'ın
ebeveyninden birisi cinlerden idi. İbn Arabi dedi ki: Bu inkarcıların
reddettiği bir husustur. Onlar cinler yemezler ve doğurmazlar derler. Allah'ın
laneti hepsinin üzerine olsun, yalan söylüyorlar. Böyle bir şey doğrudur.
Onlarla evlenilmesi de aklen caizdir, naklen de sahih olarak sabit olursa
mesele kalmaz.
Derim ki: Ebu Davüd'un
rivayetine göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Cinlerden bir heyet
Rasülullah (s.a.v.)'ın huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammed! ümmetine
kemikle, hayvan pisliği ile yahut kafa tası ile istinca yapmalarını
yasaklayıver. Çünkü Yüce Allah onlarda bize rızık ihsan ediyor.
Müslim'in, Sahih'inde de
Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "üzerinde Allah'ın
adı anılıp da elinize geçen herbir kemik olabildiğince etli bir şekilde sizin
olsun. Herbir davar pisliği de sizin hayvanlarınızın alafı olsun. "
Bunun üzerine Rasülullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Bundan dolayı siz de bunlarla istincada bulunmayınız,
çünkü bunlar cinden kardeşlerinizin yiyecekleridir. ''
Buhari'de yer alan
rivayete göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasülü! Kemiğin ve
davar pisliğinin durumu nedir? diye sordum. Şöyle buyurdu: "Bunlar
cinlilerin yiyecekleridir. Bana Nasibin cinleri heyeti geldi ki, onlar ne iyi
cinlerdir! Bana kendilerine azık vermemi istediler. Ben de Yüce Allah'a dua
ederek nerde kemik, davar pisliği bulurlarsa mutlaka üzerinde yiyecek bir
şeyler bulmalarını niyaz ettim. "
Bütün bunlar onların
yemek yedikleri hususunda açık nasslardır. Onlarla evlenmeye gelince, buna dair
işaret de daha önce el-İsra Süresi'nde Yüce Allah'ın: "Mallarına,
evlatlarına ortak ol"(el-İsra, 64) buyruğu açıklanırken (4. başlıkta)
değinilmiş idi.
Vuheyb b. Cerir b. Hazim
de, el-Halil b. Ahmed'den, o Osman b. Hadır'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Belkıs'ın annesi cinlerden idi, adı da Şeysan kızı Belame idi. Yüce
Allah'ın izniyle buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
10- Kadının Yöneticiliği
ve Hakimliği:
Buhari'de yer alan ve
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Farsların, Kisra'nın
kızını başlarına kraliçe tayin ettikleri haberini alınca: "İşlerinin
başına bir kadın geçiren bir kavim, asla iflah olmaz" diye buyurdu.
Kadı Ebu Bekir b.
el-Arabi dedi ki: Bu kadının halife olamayacağı hususunda açık bir nasstır.
Zaten bu hususta görüş ayrılığı da yoktur. Muhammed b. Cerir et-Taberi'den
kadının hakim olmasının caiz olduğu görüşü nakledilmiş ise de bu sahih
değildir. Bunun Ebu Hanife'den gelen nakil gibi olması da muhtemeldir. O da şu
şekildedir: Kadın şahitlik yapabildiği hususlarda hakimlik yapabilir, yoksa
mutlak olarak hakim olabilir diye söylemiş olamaz. Aynı şekilde ona "filan
kadın hakimlik yapmak üzere takdim edilmiştir" diye bir görevemri de
yazılamaz. Bunun olabilecek şekli onun hakem tayin edilmesi ve tek bir meselede
vekaleten görev yapması suretinde olabilir. Kanaatimizce Ebu Hanife ile İbn
Cerir'in görüşleri bu çerçevededir.
Ömer (r.a)'dan bir
kadını çarşı muhtesipliği görevine tayin ettiği rivayet edilmiş ise de bu da
sahih değildir, kimse buna iltifat etmesin. Hiç şüphesiz bu da bid'atçilerin
hadislere soktukları desiselerdendir. Maliki ve Eş'arı olan Kadı Ebu Bekir b.
et-Tayyib ile Şafiilerin ileri gelen ilim adamı Ebu'l-Ferec b. Tarar bu
meselede birbirleriyle tartışmışlardır. Ebu'l-Ferec dedi ki: Kadının hakimlik
yapabileceğinin delili şudur: Ahkamın varlığından maksat hakimin bunları
uygulamaya koyması, ahkama dair delilleri dinlemek ve bu hususta hasımlar
arasında ayırdedici hükmü vermektir. Böyle bir iş ise erkek tarafından
yapılabildiği gibi kadın tarafından da yapılabilir.
Ancak Kadı Ebu Bekr ona
itiraz edip, onun bu iddiasını İmamet-i Kübra'yı (halifeliği) ileri sürerek
çürütmüştür. Çünkü bundan kasıt sınırların korunması, işlerin idare edilmesi,
İslam topraklarının himaye edilmesi, haracın toplanıp hak sahiplerine
verilmesidir. Bunları erkek yapabildiği kadar kadın yapamaz. İbnu'l-Arabi dedi
ki: Bu mesele hakkında bu iki ilim adamının da açıklamalarının bir kıymeti
yoktur. Bir defa kadının meclislere çıkması beklenemez, erkeklerle karışması
beklenemez. Her bakımdan birbirine denk iki kişinin birbirleriyle tartıştığı
gibi, onlarla tartışamaz. Çünkü eğer bu kadın genç ise ona bakmak ve onun
kelamını dinlemek haram olur. Şayet erkekler arasına çıkma ruhsatına sahip
yaşlı bir kadın ise erkeklerle oldukça sıkışabileceği bir şekilde meclislerde
oturup kalkamaz, onlarla tartışmalara girişemez. Böyle bir şeyin olabileceğini
düşünen de, inanan da asla iflah olmaz.
11- Sebe, Hükümdarının
Sahip Olduğu imkanlar:
"Kendisine
herşeyden verilmiş" ifadesi bir mübalağadır. Yani krallığının, ülkesinin
gerek duyacağı herşey verilmiş demektir. Anlamın kendi döneminde bulunan herşeyden
ona bir miktar verilmiş şeklinde olduğu ve böylelikle (bir miktar anlamındaki)
mefulün hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade buna delalet etmektedir.
"Onun bir de büyük
bir tahtı var." Bu tahtı hem görünüşü, hem de saltanat mertebesi itibariyle
büyüklükle nitelendirmiştir. Denildiğine göre bu taht altından olup, onun
üzerinde otururdu. Bir diğer görüşe göre burada "taht"tan kasıt
hükümdarlıktır, ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü ileride geleceği üzere
"kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz" (en-Neml, 28) diye
buyurulmaktadır.
ez-Zemahşeri dedi ki:
Eğer hüdhüd Belkıs'ın tahtını "azim; büyük" ile nitelendirmekle Yüce
Allah'ın arşının "azim: büyük" vasfı ile eşit tutarak aynı şekilde
nitelendirmiştir; bu nasıl olurı dersen, ben de şöyle cevap veririm:
Bu iki vasıf arasında
çok büyük bir fark vardır. Çünkü onun arşını (tahtını) büyük olmakla
nitelendirmek kendisi gibi insan olan hükümdarların tahtlarına nisbetle
büyüktür anlamındadır. Yüce Allah'ın arşının büyüklükle nitelendirilmesi ise
O'nun yaratmış olduğu semavata ve arza nisbetledir.
İbn Abbas dedi ki: Bu
kadının tahtının uzunluğu seksen zira', eni de kırk zira' idi. Yukarı doğru
yüksekliği de otuz zira' idi. İnci, kırmızı yakut ve yeşil zebercetle süslü
idi.
Katade dedi ki: Ayakları
inci ve cevherdendi, üstündeki örtüler ise ince ve kalın ipektendi. üzerinde de
yedi tane kilit vardı.
Mukatil dedi ki: Tahtı
seksene seksen zira' idi, yerden yüksekliği de seksen zira' idi. Mücevherlerle
süslenmişti.
İbn İshak dedi ki: Ona
kadınlar hizmet ederdi. Beraberinde ona hizmet etmek için altıyüz kadın vardı.
İbn Atiyye dedi ki:
Ayet-i kerime'den anlaşılması gereken şu ki: O, Yemen şehirlerini elinde tutan
kadın bir hükümdardı. Bunun büyük bir mülkü ve büyük bir tahtı vardı, kafir bir
kavimden gelme, kafir bir kadın idi.
12- Allah'tan
Başkasına Tapmak ve Şeytan'ın Hakimiyetine Girmek:
Yüce Allah'ın: "Onu
ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" buyruğu ile ilgili
olarak şöyle denilmiştir: Bu toplum güneşe tapanlardandı. Çünkü bunlar rivayete
göre zındık idiler. Bir diğer görüşe göre bunlar ışığa, aydınlığa tapınan
mecusilerdi.
Nafi'den rivayet
edildiğine göre vakıf (durak): (...) lafzı üzerindedir. el-Mehdevi dedi ki:
Buna göre "azim: büyük" kendisinden sonraki buyruklar ile alakalı
demektir. Buna göre ifade; "Ben onu ... buluşum çok büyük bir iştir"
anlamında olmalıdır. Yani benim onu kafir bir kadın olarak bulmam büyük bir
iştir. İbnu'l-Enbari dedi ki: "Onun bir de büyük bir tahtı var" buyruğunda
durak yapmak güzel bir vakıftır. "Arş: Taht" üzerinde durak yapılıp,
(...) diye başlamak ancak sonrasını hatırlayamayan kimseye hatırlatmak için
caiz olabilir. Çünkü "azim" tahtın sıfatıdır, eğer "onu ...
buldum" ile alakalı olsaydı, o takdirde (...) demek icab ederdi. Bu ise
her bakımdan imkansız bir şeydir. Bana Ebu Bekir Muhammed b. el-Hüseyin b.
Şehriyar anlattı dedi ki: Bize Ebu Abdullah el-Hüseyin b. el-Esved el-İcli bir
ilim adamından anlatarak dedi ki: "Arş" lafzı üzerinde vakıf yapılır
ve "azim" lafzı ile okumaya başlanılır. Bu da, benim onları güneş ve
aya ibadet eder buluşum büyük bir iştir, anlamına gelir. Bu şahıs dedi ki: Ben
bu kanaati teyid edenleri de duydum ve buna delil olarak şunları söylediklerini
gördüm: O kadının arşı (tahtı) Yüce Allah tarafından "azim: büyük"
olmakla vasfedilmeyecek kadar değersiz ve basittir. İbnu'l-Enbari dedi ki:
Benim tercih ettiğim ise başta zikrettiğimdir, çünkü burada "güneşe ve aya
ibadet"in (bu ifadede olduğu gibi) takdir edilebileceğine dair bir delil de
bulunmamaktadır. Diğer taraftan hüdhüd bu tahtı son derece enli ve uzun bir
taht olarak gördüğünden dolayı azim (büyük) olmakla nitelendirmesi de kabul
edilmeyecek bir şey değildir. Ayrıca bu lafzın "arş"ın i'rabını
alması da onun sıfatının olduğunun bir delilidir.
"Şeytan onlara
amellerini" içinde bulundukları küfrü "süslü göstermiş ve onları
doğru yoldan" tevhid yolundan "alıkoymuş." Bununla tevhid yolu
olmayan herhangi bir yolu izlemenin kesinlikle hiçbir fayda sağlamayacağını
açıklamış olmaktadır.
"Onun için onlar
doğru yola" Yüce Allah'a ve O'nu tevhide "gelemiyorlar."
13- Niye Allah'a Secde
Etmiyorlar?
"Allah'a secde
etmesinler diye" buyruğunu Ebu Amr, Nafi', Asım ve Hamza; " ... me
... diye"yi şeddeli okumuşlardır. İbnu'l-Enbari dedi ki: "Onun için
onlar doğru yola gelemiyorlar" buyruğunda vakıf, "lam" harfini
şeddeli okuyanlar için tam bir vakıf değildir, çünkü anlam: Şeytan onlara
Allah'a secde etmemelerini süslü göstermiştir, şeklindedir.
en-Nehhas da şöyle
demektedir: Bu (...)'den sonra (...)'in gelmiş halidir ve burada; (...) da nasb
mahallindedir. el-Ahfeş dedi ki: Bunun nasbı da; "Süsledi" fiili
iledir. Yani; şeytan onlara Allah'a secde etmemelerini de süslü göstermiştir.
el-Kisai ise
"Onları ... alıkoymuş" ile nasb mahallindedir. Yani Allah'a secde
etmesinler diye onları alıkoymuş demektir, der. Her iki açıklamaya göre de bu
mef'ulün lehtir.
el-Yezid! ile Ali b.
Süleyman da şöyle demektedir: (...) lafzı "Amellerini" lafzından
bedel olarak nasb mahallinde dir.
Ebu Amr ise şöyle
demektedir: Burada; "Doğru yoldan" lafzı bedel olarak cer
mahallindedir.
Bir diğer görüşe göre bu
buyrukta amil "doğru yola gelemiyorlar" anlamındaki buyruktur. Yani
onlar Yüce Allah'a secde etmeye yol bulamıyorlar. Bu da; onlar bu işin
kendilerine farz olduğunu bilmiyorlar, demektir. Bu açıklamaya göre de (...)
zaid demektir. Yüce Allah'ın: "seni secde etmekten alıkoyan nedir.?"
(el-A'raf, 12) buyruğuna benzemektedir ki bu; (...) manasınadır. Bu kıraate
göre burada secde yoktur. Çünkü onların ya şeytanın amellerini kendilerine
süslü göstermesi yahut onları engellemesi ya da doğru yolu bulmalarına engel
teşkil etmesi suretiyle onların secde etmeyi terkettiklerine dair bir haber
vermek mahiyetindedir.
ez-Zühri, el-Kisai ve
başkaları ise; (...) diye okumuşlardır ki bu da; "Ey şu kimseler, Allah'a
secde ediniz" anlamındadır. Çünkü "ya" nida harfi ile fiillere
değil, isimlere seslenilir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir: "Ey
(şunlar) Allah'ın ve bütün kavimlerin, Ve hatta salihlerin laneti Sim'an gibi
bir komşunun üzerine olsun."
Sibeveyh dedi ki:
"Ya; ey" nida edatı, lanette nida değildir. Çünkü ona nida olsaydı,
onu nasbetmesi gerekirdi. Zira bu takdirde muzaf bir münada olur. Ancak
ifadenin takdiri: (...): Ey sözümü işitenler, Allah'ın laneti ve bütün
kavimlerin laneti Sim'an'a olsun" şeklindedir. Bazıları da Araplardan şu
ifadeleri duyduğunu nakleder: (...). Bununla: "Ey kavim merhamet ediniz,
doğru söyleyiniz" demek isterler. Bu kıraate göre "Secde ediniz"
emr-i hazır olmak itibariyle cezm mahallindedir.
Vakıf da; "Ey ...
" üzerinde yapılır, bundan sonra da okumaya başlanarak; "Secde
edin" diye okunur.
el-Kisai dedi ki: Ben
hocaları ancak emir manasına bunu şeddesiz okuduklarını duymuşumdur, başka
türlü okuduklarını da duymadım.
Abdullah'ın kıraatinde;
"Allah'a secde etmeniz gerekmiyor mu?" şeklinde "te" ve
"nun" iledir.
Ubeyy'in kıraatinde ise;
"Niye Allah'a secde etmezsiniz?" şeklindedir. Bu iki kıraat şeddesiz
okuyanların lehine bir delildir.
ez-Zeccac dedi ki:
Şeddesiz okuyuş secde etmeyi gerektirmekle birlikte, şeddeli okuyuş secde
etmeyi gerektirmemektedir. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyde de şeddeli okuyuşu tercih
etmişlerdir. (ez-Zeccac) ayrıca der ki: Şeddesiz okuyuş güzel bir şekildir,
ancak bu takdirde Sebe'in durumu ile ilgili haber kesintiye uğradıktan sonra
tekrar onlardan söz konusu olur. Şeddeli okuyuşta ise verilen haberde arada bir
kesinti olmaksızın ardı arkasına geliş söz konusudur.
en-Nehhas da buna yakın
bir açıklamada bulunmuş ve şöyle demiştir: Şeddesiz okuyuş uzak bir ihtimaldir,
çünkü bu durumda ifadede i'tiraz (ara cümleleri) söz konusu olur. Şeddeli
okuyuşta ise ifadede bir yeknesaklık ortaya çıkar. Aynı şekilde çoğunluk da bu
(şeddisiz) kıraati benimsememiştir. Zira (şeddesiz okuyuşta) iki
"elif" hazfedilmiş demek olur. Ancak bu gibi hallerde sadece bir
"elif" hazfedilerek ihtisar yapılır. "Ey Meryem oğlu İsa"
demek gibi.
İbnu'l-Enbarı dedi ki:
"Secde edin" emrinin "elif"i, (...) da düştüğü gibi
düşmüştür. "Ya: Ey"nın "elif"i düşüp bu "secde
edin" emrindeki "elif"e bitişince, "elif" düşmüş oldu.
Onun düşmesi ihtisara ve hafif gelip, lafızları az olanın tercihine bir delalet
sayılmıştır. el-Cevherı ise kitabının sonlarında şöyle demektedir: Bazıları
derler ki: "Ya" böyle bir yerde ancak tenbih içindir. Sanki o;
"Dikkat edin yalnız Allah'a secde edin!" demiş gibidir. Onun başına
dikkat çekmek (tenbih) için "ya" getirilince bu sefer "secde
edin" emrindeki "elif" vasıl elifi olduğundan dolayı düşmüştür
ve böylelikle iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla da "ya"daki
elif gitmiştir. Çünkü bu elif ile "secde edin" emrindeki elif
sakindir. Şair Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Ey Meyyae'nin diyarı sen
esenlikte ol; her türlü musibetten, Ve senin o ekin bitirmeyen arazine yağmur
hep bol bol yağsın."
el-Cürcani dedi ki: Bu
ifadeler hüdhüdün yahut Süleyman'ın ya da Yüce Allah'ın söylediği araya girmiş
sözlerdir. Bunun da anlamı: Dikkat edin, onlar Allah'a secde etmelidirler. ..
Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: ''Mü'minlere de ki: Allah'ın
günlerini beklemeyenlere aldırmasınlar. "(el-Casiye, 14) Denildiğine göre
bu, onlara verilmiş bir emirdir. Yani onları bağışlasınlar. Mushaf'ta da bu
şekilde yazılır, burada nida harfi yoktur.
İbn Atiyye dedi ki:
Denildiğine göre Yüce Allah'ın: " ... Çok büyük Arş'ın Rabbidir"
buyruğuna kadar olan sözler, hüdhüdün söyledikleri sözlerdir. İbn Zeyd ve İbn
İshak'ın görüşü de budur. Burada hüdhüdün şer'ı teklife muhatap olmayıp şer'ı
hususlara dair nasıl konuşur şeklinde bir itiraz söz konusu olabilir. Bununla
birlikte bu sözlerin hüdhüdün kendisine o kavme dair haber vermesi üzerine
Süleyman (a.s)'ın sözleri olma ihtimali de vardır, ayrıca Yüce Allah'ın
buyrukları olma ihtimali de vardır. O takdirde bu iki söz arasında bir ara
cümlesi ifadeleridir. Dikkatle düşünülecek olursa, sabit görülecek sağlam görüş
budur. (...)'in şeddeli okunuşu da bu sözlerin hüdhüde ait olduğu anlamını
vermektedir, şeddesiz okunuş böyle bir manaya engeldir. Şeddesiz okuyuş az önce
açıklamış olduğumuz üzere Yüce Allah'a secde etme emrini ihtiva eder.
ez-Zemahşeri dedi ki:
Eğer: Her iki kıraate göre mi secde vaciptir yoksa bu iki kıraatten birisine
göre mi? diye sorarsan, şöyle cevap veririm: Bu her iki kıraate göre vacip bir
secdedir, çünkü secde yerlerinde ya secde etme emri verilir, yahut secde
edenler övülür, yahutta secdeyi terkedenler yerilir. Bu iki kıraatten birisinde
secde etme emri manası vardır, diğerinde ise secdeyi terkedenlerin yerilmesi
manası vardır.
Derim ki: Şanı Yüce
Allah, kafirlerin secde etmediklerini haber vermektedir. el-İnşikak Suresi'nde
(21. ayetinde) olduğu gibi. Buharı'de ve başka kaynaklarda sabit olduğu üzere
de Peygamber (s.a.v.) burada secde etmiştir. İşte en-NemI Suresi'nde de
böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
ez-Zemahşeri dedi ki:
ez-Zeccac'ın belirttiği şeddesiz okuyuşta secde vaciptir. Şeddeli okuyuşta
değildir, şeklindeki görüşü ise kabul edilmiş bir görüş değildir.
"Göklerde ve
yerlerde olan gizliyi açığa çıkartan" buyruğunda sözü geçen, göklerdeki
gizli şeyler yağmurlardır. Yerin gizlilikleri ise hazineleri ve bitkileridir.
Katade dedi ki: Gizliden kasıt sırdır. en-Nehhas ise bu daha uygundur demiştir.
Yani göklerde ve yerde gaib olan şeyleri o açığa çıkartır. Buna Yüce Allah'ın:
"Gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen" buyruğu da delil teşkil
etmektedir.
"Gizli"
lafzını İkrime ve Malik b. Dinar hemzesiz olarak ve "be" harfi üstün
olmak üzere okumuştur. el-Mehdevı: Bu kıyasi bir tahfif ile okumadır, dedikten sonra,
burada vakıf yapanlar arasından hemzeyi okumayı terkedenlerin ismini
vermektedir.
en-Nehhas dedi ki: Ebu
Hatim'in naklettiğine göre İkrime hemzesiz olarak "elif" ile; (...)
diye okumuştur. Ancak Arapçada bunun caiz olmadığını da ileri sürmüş ve gerekçe
olarak şunu göstermiştir: Eğer hemze okunmayacak olursa, onun harekesi
"be" harfine verilir, bu durumda "Göklerde ve yerde olan
gizliyi" diye okur. Şayet hemzeyi tahvil edecek olursa, o takdirde
"be" harfini sakin ve ondan sonra da "ye" olmak üzere; (...)
diye okuması gerekir.
en-Nehhas dedi ki: Ben
Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken
dinledim: Ebu Hatim nahiv bakımından diğer akranlarından daha geride idi,
onlara ulaşamamıştı. Ancak o beldesinden dışarıya çıktı mı kendisinden daha
alim hiçbir kimseyle de karşılaşması mümkün olmazdı.
Sibeveyh'in Araplardan
naklettiğine göre hemze eğer öncesinde sakin harf bulunup kendisi de üstün ise
"elif"e değiştirilebilir. Eğer kendisinden önceki harf sakin olup
kendisi ötreli olursa "vav"a dönüştürülür, şayet ondan önceki harf
sakin olup kendisi esreli olursa bu takdirde de '''ye" ye dönüştürülür. Bu
durumda; "İşte bu vesıdir, ben vesıye hayret ettim, vesıyi gördüm."
Bu da; "Eli vesyoldu'' tabirinden gelmektedir.
Aynı şekilde: "Bu
çadırdır, çadıra hayret ettim, çadırı gördüm" de böyledir. Bunun böyle
olmasının sebebi ise hemzenin şeddesiz olup, onun yerine bu harflerin ibdal ile
getirilmesidir. Yine Sibeveyh'in, Temimoğulları ile Esedoğullarından
naklettiklerine göre onlar;
"Bu çadırdır"
diyerek eğer hemze ötreli ise sakin olan (önceki harfi) da ötreli okuduklarını,
eğer hemze esreli ise sakin olan harfi esreli okuyup hemzeyi de telaffuz
ettiklerini, şayet hemze üstün ise sakin olan harfi üstün okuduklarını nakletmektedir.
Yine Sibeveyh'in naklettiklerine göre hemze ötreli olsa dahi (önceki harfi)
esreli okurlar, ancak bu sadece Temimoğullarından nakledilmiştir. Böyle
okuyanlar; "Bayağı, adi" derler. Yine onun iddiasına göre bu kelimede
"dal" harfini ötreli okumazlar. Çünkü onlar öncesinde esre bulunan
ötre telaffuzundan hoşlanmazlar. Çünkü dilde; (...) vezninde bir kelime yoktur.
Bütün bunlar, kıraat
alimleri topluluğunun okudukları ve dilde var olan telaffuz şekilleridir.
Abdullah (b. Mes'ud)'ın kıraatinde; "Göklerde ... olan gizliyi açığa
çıkartan" şeklindedir ki; (...) ile (...) harfleri biri diğerinin yerine
kullanılabilir. Nitekim Araplar; "Aranızdaki bilgiyi mutlaka açığa
çıkartacağım" derlerken; (...) demek isterler. Bu açıklamayı da el-Ferra
yapmıştır.
"Gizlediğiniz ve
açıkladığınız şeyleri bilen" anlamındaki buyruğu genel olarak kıraat
alimleri; "Gizledikleri ve açıkladıkları şeyleri bilen" diye her iki
fiilde de gaib "ya"sı ile okumuşlardır. Bu okuyuş, ayeti kerimenin
hüdhüdün söylediği sözlerden olmasını, Yüce Allah'ın hüdhüde kendisini tevhid
etmek, yalnızca O'na secde etme gereği, güneşe secde etmeyi red ve bunu şeytana
izafe edip şeytanın bu işi kendilerine süslü gösterdiği bilgisini özellikle
verdiğini, diğer kuşlar ile sair hayvanlara da böyle özel bilgi vermeyip üstün
akılların dahi kolay kolayelde edemeyeceği oldukça incelikli bilgileri
özellikle ihsan etmiş olduğu anlamını vermektedir.
el-Cahderı, İsa b. Ömer,
Hafs ve el-Kisai ise bu fiilleri muhatab "te"si ile;
"Gizlediğiniz" ve; "Açıkladığınız" diye okumuşlardır. Bu
okuyuşa göre; ayet-i kerime Yüce Allah'ın Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetine bir
hitabı olmaktadır.
"Allah O'dur ki,
O'ndan başka ilah yoktur. Çok büyük Arş'ın Rabbidir." İbn Muhaysın
"çok büyük" anlamındaki; (...) lafzını Yüce Allah'ın sıfatı olarak
ötreli okumuştur. Diğerleri ise Arşın niteliği olarak esreli okumuşlardır.
Özellikle Arşın söz konusu edilmesi, mahlukatın en büyüğü, onun dışındaki bütün
mahlukatın onun kapsamı içerisinde olmasından dolayıdır.
14- Verilen Haberi
Tetkik Etmek:
Yüce Allah'ın:
"Bakalım" buyruğu düşünmek ve işi tetkik etmek anlamına gelen
"nazar"dan gelmektedir. Bu söylediklerinde "doğru mu söyledin,
yoksa yalancılardan mısın?" anlamını vermektedir. Buradaki;
"İdin" sözü sen anlamındadır. Süleyman (a.s)'ın: "bakalım doğru
mu söyledin?" deyip, senin işine bir bakalım dememiş olması, şundan
ötürüdür: Hüdhüd: "Senin bilmediğin şeyi ben gördüm" diyerek,
bildikleri ile açıktan açığa öğündüğünü ortaya koyunca, Süleyman (a.s) da
açıkça ona: Bakalım doğru mu söyledin, yalan mı söyledin? demiştir. Bu da onun
söylediklerine denk bir cevap teşkil etmektedir.
15- Yöneticilerin ve
Sair insanların Mazeret Kabul Etmeleri:
Yüce Allah'ın:
"Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" buyruğunda imamın,
İslam halifesinin, İslam devlet başkanının yönettiği kimselerin mazeretini
kabul etmesi ve gizli mazeretleri dolayısıyla zahir hallerindeki cezaları,
onlardan uzaklaştırması gerektiğine dair delil vardır. Çünkü Süleyman (a.s)
kendisine mazeretini belirtince hüdhüdü cezalandırmadı. Hüdhüdün doğru söylemiş
olması onun için bir mazeret teşkil etti, zira o cihadı gerektiren bir hususa
dair haber vermişti. Süleyman (a.s)'a da cihad sevdirilmişti.
Sahih'deki rivayete göre
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah'tan mazur görmeyi daha
çok seven hiçbir kimse yoktur. İşte bunun için o kitabı indirmiş ve rasuller
göndermiştir.''
Ömer (r.a) da, en-Numan
b. Adiy'in mazeretini kabul etmiş ve onu cezalandırmamıştı. Bununla birlikte imamın
eğer şer'i bir hüküm ile alakalı ise bu hususu gereği gibi denemesi ve tetkik
etmesi gerekmektedir. Nitekim Süleyman (a.s) da böyle yapmıştır. Hüdhüd
kendisine: "Gerçekten ben bir kadını onlara hükümdarlık eder buldum.
Kendisine herşeyden verilmiş, onun bir de büyük bir tahtı var" deyince;
hemen tamaha kapılarak gelişigüzel bir karar almadı. Mülkünü artırma arzusu
onun hüdhüdün sözünü kesmesine sebeb teşkil etmedi. Nihayet hüdhüd ona:
"Onu ve kavmini Allah'tan gayri güneşe secde eder buldum" deyince, o
vakit duydukları onu öfkelendirdi ve verdiği haberi sona erdirmesini, bu
hususta onun göremediği hususları da öğrenme isteğinde bulundu. Bu maksatla da:
"Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?" dedi.
Sahih'de el-Misver b.
Mahreme'den rivayet edilen şu olay da (bu bakımdan) bununla benzerlik
arzetmektedir. Ömer (r.a) karnına vurulduğu için ceninini erken bırakan kadının
durumu hakkında ashab ile istişare ettiğinde elMuğire b. Şu 'be şöyle demişti:
Ben Peygamber (s.a.v.)'ın onun hakkında küçük yaşta bir erkek köle ya da bir
cariye verilmesi gerektiğini hükme bağladığına tanıklık ederim. Bunun üzerine
Ömer (r.a): Seninle beraber şahitlik edecek kimseleri bana getir, dedi.
Muhammed b. Mesleme bu hususta onun lehine şahitlik etti. Bir diğer rivayette
de şöyle denilmektedir: Sen bu hususta işin içinden çıkmadıkça bundan elini
çekemezsin. (Muğire b. Şu'be) dedi ki: Dışarı çıktım, Muhammed b. Mesleme'yi
gördüm, onu getirdim, o da şahitlik etti.
İzin istemeye dair Ebu
Musa hadisi ve başkaları da bu kabildendir.
16- Hz. Süleyman'ın
Mektubu:
"Bu mektubumu al,
götür ve onu kendilerine bırak" buyruğunun "Onu kendilerine
bırak" bölümü ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Bunda beş
kıraat şekli vardır: (...) şeklinde "ya" harfinin de telaffuz
edilmesi suretiyle. İkinci kıraat "ya" harfi hazfedilip ona delalet
eden esreyi isbat ile; (...) şeklinde, üçüncü olarak "he" harfi
ötreli ve aslı üzere "vav" harfini de isbat ile; (...) şeklinde.
Dördüncü olarak
"vav"ı hazfedip ötreyi isbat ile: (...) şeklindeki okuyuştur. Beşinci
okuyuşda Hamza'ya ait olup bu da "he" harfini sakin olarak; (...)
diye okumaktır.
en-Nehhas dedi ki: Böyle
bir okuyuş nahivcilere göre ancak nisbeten uzak ihtimalli bir yolla olabilir. O
da takdiri bir vakıf kabul edilir. Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim:
Sen bu gerekçeye iltifat etme, eğer vakfı niyet edip vasletmesi caiz olsaydı
isimlerin sonlarından i'rabın da hazfedilmesi caiz olurdu. Yine (en-Nehhas)
dedi ki: Burada "kendilerine" diye çoğullafzını kullanıp "ona"
lafzını kullanmayış sebebi, daha önceden: "Onu ve kavmini Allah'tan gayri
güneşe secde eder buldum" diye buyurmuş olmasıdır. Sanki: Sen bunu dinleri
bu şekilde olan kimselere götür, bırak demiş gibidir. Böylelikle o asıl önemi
dine vermiş olmakta ve din hususunu göz önünde bulundururken, diğer hususlara
önem vermemektedir. İşte mektuptaki hitabı da çoğullafzı ile kullanmasının
sebebi budur.
Bu ayet ile ilgili
kıssalar arasında rivayet olunduğuna göre, hüdhüd oraya ulaştığında bu
kraliçenin etrafının duvarlarla kapatılmış olduğunu gördü. Belkıs'ın güneşe
ibadeti dolayısı ile doğduğunda güneşin girmesi için duvarda bırakmış olduğu
bir küçük boşluğa gitti.
Rivayete göre Belkıs
uykuda iken mektubu bıraktı. Uyandığında mektubu gördü ve bundan dolayı korkuya
kapıldı. Uykudayken birilerinin yanına girdiğini zannetti. Uykudan kalktığında
kendisinde bir değişiklik görmedi. Güneşin durumunu öğrenmek üzere duvardaki
boşluğa bakınca, hüdhüdü gördü ve böylelikle durumu anladı.
Vehb ile İbn Zeyd de
şöyle demişlerdir: Onun güneşin doğuş yerine bakan bir duvar boşluğu vardı,
güneş doğdu mu secde ederdi. Hüdhüd bu boşluğu kanadıyla kapattı, güneş
yükseldi. Belkıs bunun farkına varmadı, güneşin doğuşunun geciktiğini
anlayınca, ayağa kalkıp oraya baktı. Hüdhüd de mektubu ona attı. Mektubun
üzerindeki mührü görünce, titredi ve boyun eğdi. Çünkü Süleyman (a.s)'ın mülkü
mühründe idi. Mektubu okuduktan sonra kavminin ileri gelenlerini topladı ve
(ayette) daha sonra gelecek olan sözlerle onlara hitab etti.
Mukatil de dedi ki:
Hüdhüd mektubu gagasıyla taşıdı. Etrafında askerleri ve kumandanIarı bulunduğu
sırada kadının tepesinde duruncaya kadar uçtu. Herkesin gözü önünde bulunduğu
yerde kanatlarını çırpıp durdu. Kadın da başını kaldırıp ona bakınca mektubu
göğsünün üzerine bıraktı.
17- Müşriklere Mektup
Yazarak Davet Tebliğ Etmek:
Bu ayet-i kerimede
müşriklere mektuplar gönderip İslam davetinin onlara tebliğ edileceğine ve
İslam'a çağırılacaklarına delil vardır. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'da Kisra'ya,
Kayser'e ve herbir zorbaya -daha önce Al-i İmran suresi'nde (64. ayet, 1.
başlıkta) geçtiği üzere- mektuplar göndermişti.
18- Hazreti
Süleyman'ın Talimatı:
Yüce Allah'ın:
"Sonra da onlardan geri çekil" diyerek, ona geri çekilmesini
emretmesi, krallara karşı takınılan edebe uygun olarak bir kenara çekilip,
güzel bir edeb örneğini göstermesini istemiştir. Anlamı da şudur: Sen onların
konu hakkındaki tartışmalarını görecek şekilde yakınlarında bulun. Bu
açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Burada
"geri çekilme" emri yanına geri dönmek anlamındadır, yani bu mektubu
onlara bırak ve geri dön. "Ne şekilde karşılık vereceklerine bak"
buyruğu ise "geri çekil" buyruğundan takdim manasını taşır. (Yani bu
sözlerde belirtilenler daha önce yapılması gereken işlerdir.) Ancak ifadedeki
tertib daha kuvvetli görülmektedir, yani sen bu mektubu onlara bırak, sonra bir
kenara çekiL. Bu arada da bir bak, yani bekle.
Şöyle de açıklanmıştır:
Burada "bak" bil demektir Yüce Allah'ın: "O günde kişi iki
elinin önden yolladığına bakacak (bılecek.)" (en-Nebe, 40) buyruğunda
olduğu gibi. Yani onların ne şekilde karşılık vereceklerini öğren, ne cevap
vereceklerini ve ne gibi sözlerle karşılık vereceklerini öğren, anlamındadır.
"Ne şekilde karşılık vereceklerine bak" kendi aralarında bu hususu
nasıl tartışacaklarını gör, anlamında olduğu da söylenmiştir
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN