ŞUARA 52 / 68 |
وَأَوْحَيْنَا
إِلَى
مُوسَى أَنْ
أَسْرِ بِعِبَادِي
إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ
{52} فَأَرْسَلَ
فِرْعَوْنُ
فِي
الْمَدَائِنِ
حَاشِرِينَ {53}
إِنَّ
هَؤُلَاء لَشِرْذِمَةٌ
قَلِيلُونَ {54}
وَإِنَّهُمْ
لَنَا
لَغَائِظُونَ
{55} وَإِنَّا
لَجَمِيعٌ
حَاذِرُونَ {56}
فَأَخْرَجْنَاهُم
مِّن
جَنَّاتٍ
وَعُيُونٍ {57}
وَكُنُوزٍ
وَمَقَامٍ
كَرِيمٍ {58} كَذَلِكَ
وَأَوْرَثْنَاهَا
بَنِي
إِسْرَائِيلَ
{59}
فَأَتْبَعُوهُم
مُّشْرِقِينَ
{60} فَلَمَّا
تَرَاءى
الْجَمْعَانِ
قَالَ أَصْحَابُ
مُوسَى
إِنَّا
لَمُدْرَكُونَ
{61} قَالَ كَلَّا
إِنَّ
مَعِيَ
رَبِّي
سَيَهْدِينِ
{62} فَأَوْحَيْنَا
إِلَى
مُوسَى أَنِ
اضْرِب بِّعَصَاكَ
الْبَحْرَ
فَانفَلَقَ
فَكَانَ
كُلُّ فِرْقٍ
كَالطَّوْدِ
الْعَظِيمِ {63} وَأَزْلَفْنَا
ثَمَّ
الْآخَرِينَ
{64} وَأَنجَيْنَا
مُوسَى
وَمَن
مَّعَهُ
أَجْمَعِينَ
{65} ثُمَّ
أَغْرَقْنَا
الْآخَرِينَ
{66} إِنَّ فِي
ذَلِكَ
لَآيَةً
وَمَا كَانَ
أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ
{67} وَإِنَّ
رَبَّكَ
لَهُوَ الْعَزِيزُ
الرَّحِيمُ {68} |
52. Biz
Musa'ya: "Kullarım ile geceleyin yola çık! Muhakkak izleneceksiniz"
diye vahyettik.
53.
Firavun şehirlere toplayıcı adamlar gönderdi:
54.
"Gerçekten bunlar az bir topluluktur;
55.
"Onlar bizi gerçekten kızdırdılar.
56.
"Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz."
57.
Böylece onları bostanlarından, akar sularından çıkardık;
58. Ve
hazinelerle şerefli makamlardan.
59. İşte
böyle ... Ve Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.
60.
Sonra güneş doğarken onların ardından gittiler.
61. İki
topluluk birbirini görünce, Musa'nın arkadaşları: "İşte şimdi
kıstırıldık" dediler.
62.
"Asla! Muhakkak Rabbim benimledir. Bana doğru yolu gösterecektir"
dedi.
63. Biz
de Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Ardından deniz
ayrılıp herbir tarafı büyük bir dağ gibi oldu.
64.
Diğerlerini de buraya yanaştırdık.
65.
Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık.
66.
Sonra diğerlerini suda boğduk.
67.
Şüphesiz ki bunda bir ayet vardır. Fakat çoğu iman etmediler.
68.
Şüphe yok ki Rabbin Azizdir, Rahimdir.
"Biz Musa'ya:
'Kullarım ile geceleyin yola çık. Muhakkak izleneceksiniz' diye
vahyettik." Şanı Yüce Allah'ın sünneti, gerçek dostları arasından iman
edip tasdik eden rasül ve peygamberlerinin risaletlerini kabul eden kullarını
kurtarıp düşmanları arasından onları yalanlayan kafirleri de helak etme
şeklinde olduğundan Musa (a.s)'a geceleyin İsrailoğullarını alıp, çıkmasını
emretti. Onlardan da "kullarım" diye söz etti. Çünkü onlar Musa'ya
iman etmişlerdi.
"Muhakkak
izleneceksiniz" de Firavun ve kavmi sizi geri döndürmek için arkanızdan
gelecekler, demektir. Bu sözlerin muhtevası içerisinde Yüce Allah'ın Firavun ve
adamlarından onları kurtaracağını da bildirmektedir.
Musa, seher vaktinde
İsrailoğulları ile birlikte çıktı. Şam'a doğru giden yolu sol tarafına alarak,
denize doğru yöneldi. İsrailoğullarından herhangi bir kimse yoldan ayrılmakta
olduğunu hatırlatınca, o: Bana böyle emrolundu, diye cevap verirdi.
Firavun sabah vakti Musa
(a.s)'ın İsrailoğullarını alıp geceleyin yola koyulduklarını öğrenince,
izlerine koyuldu. Mısır şehirlerine haberciler göndererek, askerlerin gelip
kendisine yetişmelerini emretti. Rivayete göre diğer renkler bir tarafa sadece
siyah renkten beraberinde yüz atlı olduğu halde askerler gelip ona yetiştiler.
Yine rivayet edildiğine göre İsrailoğulları da ikiyüzyetmişbin kişi idiler.
Bunun sıhhat derecesini en iyi bilen Allah'tır. Ayet-i kerimeden kesin olarak
anlaşılan şu ki; Musa (a.s) İsrailoğullarından oldukça büyük bir toplulukla
yola koyuldu. Firavun da bunların bir kaç kat fazlası ile onun izini takip
etti.
İbn Abbas dedi ki:
Firavun ile birlikte bin zorba kişi vardı. Herbirisinin başında taç vardı ve
bunların herbirisi de bir süvari birliğinin kumandanı idi.
"Az bir
topluluk" önemsenmeyen küçük bir topluluk demektir. Çoğulu; (...) diye
gelir. el-Cevheri dedi ki: Bu, insanlardan bir kesim, herhangi bir şeyin bir
parçası anlamlarına gelir. "Parça parça elbise, kumaş" demektir.
es-Sa'lebi şairin recez veznindeki şu beyiti nakleder: "Kış geldi ve
elbiselerim eski püskü, Parça parça olmuş; yamalayıcı bundan ötürü güler."
Yüce Allah'ın:
"Gerçekten ... az bir topluluktur" buyruğundaki "lam"
te'kid lamıdır. "Gerçekten" edatının haberinin başına çokça gelir.
Ancak Küfeliler -muhakkak Zeyd kalkacaktır anlamında-: (...) demeyi caiz kabul
etmezler. Ancak bunun caiz oluşunun delili Yüce Allah'ın:
"Yakında
bileceksiniz" (eş-Şuara, 49) buyruğunda gelmiş olmasıdır. Burada bizatihi
te'kid "lam"ı gelmiştir ve bu te'kid "lam"ı -nisbeten uzak
geleceği ifade etmek için kullanılan-: (...)'in başına gelmiştir. Bu açıklamayı
en-Nehhas yapmıştır.
"Onlar bizi
gerçekten kızdırdılar." Yani onlar dinimize muhalefet ettiklerinden ve
-önceden geçtiği gibi- bizden iğreti olarak aldıkları mallarımızı alıp
götürdüklerinden dolayı bizim düşmanlarımızdır. O gece ilk çocuklarının hepsi
de öldü. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf (138. ayet ve devamında)
ile Ta-Ha sürelerinde (77. ayet ve devamında) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.
"Şu beni
kızdırdı" demektir. (...): Gayz, kızgınlık öfke anlamındadır.
"Öfkelenmek" de buradan gelmektedir. Yani onlar izin almaksızın çıkıp
gittiklerinden ötürü bizi kızdırdılar.
"Biz ise uyanık ve
tedbirli bir topluluğuz." Yani biz tedbirimizi almış, silahlarımızı
kuşanmış, hazırlıklı bir topluluğuz. "Uyanık ve tedbirli" buyruğu
(...) diye de okunmuştur. Her ikisi de çekinen, korkan kimseler demektir.
el-Cevherı dedi ki: Bu lafız; (...) ve; (...) şeklinde "zel" harfi
ötreli olarak da okunmuştur. Bunu da el-Ahfeş nakletmiştir. Bununla birlikte;
"Hazırlıklı ve tedbirli kimseleriz" anlamında, buna karşılık;
"Korkan, çekinen kimseleriz" anlamındadır.
en-Nehhas dedi ki: (...)
okuyuşu Medineliler ile Ebu Amr'ın okuyuşudur. Küfeliler ise; (...) diye
okumuşlardır. Bu okuyuş Abdullah b. Mes'ud ile İbn Abbas'tan da geldiği bilinen
bir okuyuştur. Noktasız "dal" ile (...) okuyuşu ise Ebu Abbad'ın
okuyuşudur. Bunu da el-Mehdevı, İbn Ebi Ammar'dan, el-Maverdı ve es-Sa'lebi ise
Sumayt b. Adan'dan nakletmişlerdir. en-Nehhas dedi ki: Ebu Ubeyde'nin kanaatine
göre (...) ile (...) aynıdır. (Uyanık ve tedbirli kimseleriz anlamındadır).
Sibeveyh'in görüşü de budur ve Sibeveyh "O kimse Zeyd'e karşı
tedbirlidir" ifadesini uygun görmüştür. Nitekim; "Zeyd'den çekinir,
ona karşı tedbirlidir" denilmesi gibi. Sibeveyh şu beyiti de zikreder:
"Asla, zarar
vermeyen işlerden korkar (onlara karşı tedbirli davranır), Bununla birlikte
takdirlerden kendisini kurtaramayacak şeylere (kadere karşı) güvenlik
duyar."
Ebu Amr el-Cermı'nin
görüşüne göre; "O Zeyd'den çekinir, ona karşı tedbirlidir" denilerek;
(...)'in hazfedilmesi caizdir. Ancak nahivcilerin çoğunluğu; (...) ile (...)
arasında fark gözetirler. el-Kisai, el-Ferra ve Muhammed b. Yezid bunlardandır.
Bunların kanaatine göre; (...) Yaratılışında hazer bulunandır, yani uyanık ve
müteyakkız bulunan kimse demektir. Eğer fiilin anlamı bu ise, bu teaddi etmez
(geçişsizdir.)
(...)'in anlamı ise
hazırlıklı ve tedbirli demektir. İşte önceki ilim adamlarından tefsir böylece
gelmiştir.
Abdullah b. Mes'ud'un
Yüce Allah'ın: "Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz" buyruğu
hakkında şöyle dediği zikredilmektedir: Bizler silahları bulunan, araç ve
gereçleri olan kimseleriz. İşte bu da o anlamın aynısıdır.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Bizim silahlarımız var, onların ise silahları yok. O bu
sözleriyle onları (etrafındakileri) savaşa teşvik ediyordu.
"Dal" harfi
ile; (...) şeklindeki okuyuşa gelince, bu Arapların, "Dopdolu (iri)
göz" ifadelerinden türetilmiştir. Yani biz onların kini ile doluyuz,
anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir: "Ve bir göz ki; geniş mi
geniş, oldukça iridir, Onun kapakları adeta sonuna kadar varılıp açılmıştır."
Dilbilginlerinin
naklettiğine göre bir kimse eğer etine dolgun ise onun hakkında; "Etine
dolgun adam" denilir. Buna göre anlamın silahla dolup taşmak (çokça silahı
bulunmak) şeklinde olması da mümkündür. el-Mehdevi dedi ki: "Güçlü,
kuvvetli kimse" demektir.
"Böylece onları
bostanlarından ve akar sularından" yani Mısır topraklarından
"çıkardık."
Abdullah b. Ömer dedi
ki: Bahçeler Asvan'dan, Reşid'e kadar Nil'in her iki tarafında da bulunuyordu.
Bunlar arasında da ekin ekiliyordu.
Nil'in yedi tane halici
vardır: İskenderiye halic'i, Seha halic'i, Dimyat halici, Serdus halici, Menf
halici, Feyyum halici ile el-Menha halicidir. Bunlar birbirine bitişiktirler ve
birbirleri arasında ayrılık ve kesinti yoktur. Bütün bu haliçler arasında da
ekinler ekilir. Bütün Mısır toprakları planladıkları, ölçüpbiçtikleri kemerler,
köprüler ve haliçler sebebiyle her tarafı su seviyesi onaltı arşınlık bir
yerden sulanır. Bundan dolayı Nil'in nehri azalacak olursa, onun onaltı
zira'lık bir bölümü "Nilu's-Sultan" diye adlandırılır. Bu Ali b. Ebi
er-Reddad'a kadar uzanan bir uygulamadır. Bu uygulama günümüze kadar devam
etmektedir. Ona "Nilu's-Sultan" denilmesinin sebebi o zamanda (suyun
o yüksekliğe ulaşması halinde) insanların harac ödemelerinin gerekmesi
dolayısıyladır.
Aslında bütün Mısır
toprakları onyedi zira'lık (seviyedeki) bir suyun bir parmağından sulanırdı.
Nil nehrinin seviyesi onyedi zira'dan aşağı düşüp de üzerinde "onsekiz
zira'dan tek bir parmak" diye, seslenildi mi o vakit Mısır'ın haracı bir
milyon dinar arttı demekti. Eğer böyle olmaz da onun üzerinde:
Ondokuz zira'dan tek bir
parmak diye seslenilirse, bu sefer de haracı bir milyon dinar azalırdı.
Buna sebep ise gerekli
işler, haliçler, köprüler ve oranın imarına verilen ihtimam dolayısıyla yapılan
harcamalardır. Şimdilerde ise oranın bir çok bölümü Mısır mikyası ile
"ondokuz zira'dan bir parmak" diye seslenilmedikçe sulanmaz.
Yukarı Said'deki yerlere
gelince, orada suyun yukarı Said bölgesinde yirmi iki zira'ı bulmadıkça
sulanması tamamlanamayan yerler dahi vardır.
Derim ki: Şimdilerde
Mısır'ın toprakları yirmi zira' ve bir kaç parmak yükselmedikçe
sulanamamaktadır. Buna sebep ise arazinin yüksekliği ve orada yapılan köprü (ve
kemer)lerin imarına gereken ihtimamın gösterilmeyişidir.
Nil dünyada hayrete düşüren
şeylerdendir. Çünkü yeryüzünün her tarafına suları döküldü mü, bu nehirin
suları artar, öyle ki bütün Mısır toprakları üzerinde akar. Şehirler adeta bir
takım alametler gibi kalır, oraya ancak kayıklarla ve sallarla
ulaşılabilmektedir.
Abdullah b. Amr b.
el-As'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Mısır Nil'i nehirlerin
efendisidir. Yüce Allah doğudaki, batıdaki bütün nehirleri ona müsahhar kılmış
ve nehirlere onun için boyun eğdirmiştir. Yüce Allah Mısır, Nil'ini akıtmak
istedi mi, bütün nehirlere ona sularından vermelerini emreder. Nehirler de ona
sularıyla katkıda bulunur, Yüce Allah onun için pınarlar fışkırtır. Yüce
Allah'ın dilediği seviyeye ulaştı mı bu sefer herbir suya asıl yerine geri
dönmesi için emir verir.
Kays b. el-Haccac dedi
ki: Mısır fethedildiğinde, Mısır ahalisi Kıpti' takviminin aylarından birisi
olan Beüne (ki kıpti takvimin altıncı ayıdır) girince, Amr İbnu'l-As'ın
huzuruna girip, ona şöyle dediler: Ey emir! Bizim bu Nil'imizin bir adeti
vardır. O yerine gelmeden suları akmaz. Onlara: Nedir bu? diye sorunca, şöyle
dediler: Bu ayın onikisi oldu mu bizler anne-babasının evinde bulunan bakire
bir kız buluruz. Anne-babasını razı ederiz. En güzel elbiselerle, en değerli
süs eşyalarını ona takarız. Sonra da onu bu Nil'e atarız.
Amr onlara: İslamda
böyle bir şeyolmaz, çünkü İslam hiç şüphesiz kendisinden önceki adetleri
yıkmıştır. (Yedi ve sekizinci ayları olan) Ebib ve Mesra ayları boyunca
beklediler. Bu sırada Nil az çok hiç akmadı. Oradan göç etmeyi
kararlaştırdılar. Amr b. el-As bunun böyle olduğunu görünce, Ömer b. el-Hattab
(Allah ikisinden de razı olsun)'a mektup yazıp, durumu ona bildirdi. Ömer b.
el-Hattab ona şu mektubu yazdı: "Sen belirttiğin musibet ile karşı karşıya
kaldın. Şüphesiz ki İslam kendisinden önceki adetleri yıkmıştır." Böyle
bir şeyasla olmaz. Mektubunun arasına da ona küçük bir kağıt göndermişti. Amr'a
da şunları yazmıştı: "Bu mektubumun arasına sana küçük de bir kağıt
gönderiyorum. Sen onu mektubum sana ulaştığında Nil'e bırak."
Ömer'in mektubu Amr b.
el-As'a ulaşınca, bu kağıt parçasını alıp açtı. Onda şunların yazılı olduğunu
gördü: "Mü'minlerin emiri, Allah'ın kulu Ömer'den Mısır'ın Nil nehrine;
Şimdi eğer sen kendiliğinden akan bir nehir isen akma ve eğer senin akmanı
sağlayan bir ve herşeyi kahredici güce sahip olan Allah ise seni akıtacaktır.
Biz, bir ve tek, gücü herşeyi kahreden Yüce Allah'tan seni akıtmasını niyaz
ederiz."
Amr İbnu'l-As
"es-Salib"den bir gün önce o pusulayı Nil'e attı. O sırada Mısır
halkı oradan çıkıp başka yere gitmek için hazırlanmışlardı. Zira Nil
olmaksızın, onların işleri yürümezdi. Pusulayı Nil'e attıktan sonra Salib günü,
bir gecede Yüce Allah'ın o nehri onaltı zira' yüksekliğinde akıtmış oldu ve o
sene Yüce Allah Mısır ahalisinin ayrılıp gitmelerini de böylece önlemiş oldu.
Ka'b el-Ahbar dedi ki:
Cennetten dört nehir vardır ki Yüce Allah onları dünyaya bırakmıştır. Bunlar
Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat nehirleridir. Seyhan cennetteki su ırmağıdır,
Ceyhan cennetteki süt ırmağıdır, Nil cennetteki bal ırmağıdır, Fırat da cennetteki
şarap ırmağıdır.
İbn Lehia da: Dicle
cennetteki süt ırmağıdır, demiştir.
Derim ki: Bu hususta
Sahih'de yer alan, Ebu Hureyre yoluyla gelen şu hadistir: O dedi ki: Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat; bunların hepsi cennet
ırmaklarındandır. '' Müslim'in lafzı ile rivayet bu şekildedir.
İsra hadisinde Enes b.
Malik'in kavminden bir kişi olan Malik b. Sa'sa'dan şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Allah'ın, Peygamberinin anlattığına göre; "O dört ırmak
gördü. Bunların kaynadıkları yerden ikisi açıktan akan, ikisi gizliden akan
ırmak vardı. Ey Cebrail dedim, bu ırmaklar ne oluyor? Bana dedi ki: Gizli akan
iki nehir, cennetteki iki nehirdir. Açıktan akan iki nehir ise Nil ve
Fırat'tır." Müslim'in lafzı böyledir.
Buhari'de Şerik'den, o
Enes'den şu rivayet kaydedilmektedir: "Dünya semasında kesintisiz olarak
akan iki nehir görüverdi. Ey Cebrail, bu iki ırmak ne oluyor? deyince, o:
Bunlar Nil ile Fırat'tır, onların ana unsurlarıdır, dedi. Daha sonra semada yol
almaya devam etti. üzerinde inci ve zebercetten bir köşk bulunan bir ırmak
görüverdi. Eliyle ona dokundu, onun hoş kokulu misk olduğunu gördü. Bu nedir,
Ey Cebrail dedi, o da: Bu, Rabbinin senin için sakladığı Kevser ırmağıdır
dedi" ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
Cumhur'un kanaatine göre
(ayet-i kerimede geçen): "Akar sularından" kasıt su pınarlarıdır.
Said b. Cübeyr dedi ki:
Kasıt altın madenleridir. Nitekim ed-Duhan Süresi'nde şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar nice bahçeleri pınarları geride bırak mışlardı. Nice ekinleri de
... "(ed-Duhan, 25-26). Denildiğine göre onlar Mısır'ın bir başından öbür
başına kadar iki dağın arasındaki bütün alanları ekin ekerlerdi. ed-Duhan
Süresi'nde ise "hazineler"den söz edilmemektedir.
"Hazineler" kelimesi; (...)'in çoğuludur. Buna dair açıklamalar ise
daha önceden et-Tevbe Süresi'nde (34. ayet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Burada kasıt hazinelerdir. Yer altında gömülü defineler olduğu da söylenmiştir.
ed-Dahhak ise kasıt ırmaklardır demişse de bu açıklama su götürür, çünkü "akar
sular, pınarlar" bunları kapsar.
"Şerefli
makamlardan" buyruğu ile ilgili olarak İbn Ömer, İbn Abbas ve Mücahid,
şerefli makamlar minberlerdir, demektir. Bin tane zorbaya ait, bin tane minber
vardı. Onlar bunların üzerinde Firavun'u ve onun mülkünü tazim ediyorlardı.
Bunlardan kastın başkan ve emirlerin (komutanların) oturdukları yerler olduğu
da söylenmiştir ki, bunu İbn İsa nakletmiştir. Bu da birinci açıklamaya
yakındır.
Said b. Cübeyr dedi ki:
Maksat güzel meskenlerdir. İbn Lehia dedi ki: Ben burada sözü geçen
"şerefli makamlar"dan kastın el-Feyyum olduğunu duydum. Denildiğine
göre Yusuf (a.s) meclislerinden birisi üzerinde' "La İlahe illallah,
İbrahim halilullah" diye yazdırmıştı. Bundan dolayı Yüce Allah buraya
"şerefli makam" adını vermiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre bundan kasıt, ileri gelen önderlerin atlarını özel olarak bağladıkları
yerlerdir. Bu şekilde atların bağlanması hem bir savaş hazırlığıdır, hem de bir
ziynettir. Dolayısıyla onların kaldıkları yer, kalınan yerlerin en şereflileri
olmuştur. Bu açıklamayı da el-Maverdi nakletmiştir.
Daha kuvvetli görülen
görüş, bunların güzel meskenler olduklarıdır. Bu meskenler onlar için çok
değerli idi.
Sözlükte "makam"
kelimesi hem yer adıdır, hem de mastardır. en-Nehhas dedi ki: Sözlükte
"makam" yer demektir ve bu da; "İkamet etti, ikamet
eder"den gelmektedir. "Makamlar" da bu şekildedir, bunun tekili
de; (...) şeklindedir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve oralarda
yüzleri güzel makameler (ikamet edenler) vardır, Ayrıca kimi zaman konuşulan,
kimi zaman iş yapılan meclisler de vardır."
"Makam" aynı
zamanda; "İkamet etti, ikamet eder, kalktı, kalkar"dan da mastardır.
"Mukam" ise (...)'dan ism-i mekandır. Bunun da mastarı; "İkamet
etti, ikamet eder"den gelmektedir.
"İşte böyle ... Ve
Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık." Bununla daha önce Yüce
Allah'ın söz konusu ettiği bahçeler, akar sular, hazineler, şerefli makam ve
meskenlerin tümüyle Allah tarafından İsrailoğullarına miras verildiğini
anlatmaktadır. el-Hasen ve başkaları dedi ki: Firavun ve kavminin helak
edilişinden sonra İsrailoğulları tekrar Mısır'a geri döndüler.
Bir diğer açıklamaya
göre burada miras vermekten kasıt İsrailoğullarının Firavun hanedanından Yüce
Allah'ın emriyle ariyet olarak aldıkları şeylerdir.
Derim ki: Her iki husus
da İsrailoğulları lehine gerçekleşmişti. Yüce Allah'a hamdolsun.
"Sonra güneş
doğarken onların ardından gittiler." Yani Firavun ve kavmi
İsrailoğullarının peşinden gittiler. es-Süddi dedi ki: Güneşin ışığı etrafı
aydınlatınca takibe koyuldular. Katade dedi ki: Yeryüzü güneş ışığıyla
aydınlanınca takibe koyuldular. ez-Zeccac dedi ki: Güneş doğduğu vakit; (...)
denilir. Etrafı aydınlattığı vakit de; (...) denilir.
Firavun ve kavminin Musa
ve İsrailoğullarının arkasından gitmekte gecikmesinin sebebi ile ilgili farklı
iki görüş vardır. Birinci görüşe göre o gece ilk doğan çocuklarını defnetmekle
meşgul oldukları için geciktiler. Çünkü o gece aralarında veba salgını baş
göstermişti. Buna göre Yüce Allah'ın "güneş doğarken" buyruğu Firavun
kavminin halini ifade etmektedir.
İkinci görüşe göre bir
bulut ve karanlık onları gölgelendirdi. Onlar da biz henüz gece
karanlığındayız, dediler. Sabah oluncaya kadar bu karanlık ve bulut da
dağılmadı.
Ebu Ubeyde dedi ki:
"Güneş doğarken onların ardından gittiler" buyruğu aslında doğu
tarafına doğru onları takib ettiler, demektir.
el-Hasen ile Amr b.
Meymun; (...) şeklinde "te" harfini ve "ra" harfini şeddeli
ve vasl elifi ile okudular ki, "doğu tarafına doğru onları takip
ettiler" demektir. Bu da; "Doğu ve batı tarafına Yürüdü"
anlamındaki ifadelerinden alınmıştır.
Buyrukların anlamı
şudur: Bizler İsrailoğullarının onları miras almalarını takdir ettik. Bundan
dolayı Firavun kavmi İsrailoğullarının arkasından doğuya doğru takibe
koyuldular ve sonunda helak oldular. Böylelikle İsrailoğulları da onların
ülkelerine mirasçı oldu.
"İki topluluk
birbirini görünce" buyruğu herbir kesim diğerini görecek şekilde biri
diğerinin karşısına gelince, buradaki: "Birbirini gördü" fiili
"ru'yet" kökünden "tefauI" veznindedir.
"Musa'nın
arkadaşları: İşte şimdi kıstırıldık, dediler." Yani artık düşman bize
oldukça yaklaştı ve bizim ona karşı koyacak gücümüz yoktur.
"Kıstırıldık"
kelimesini büyük çoğunluk şeddesiz olarak; (...): Arkasından yetişti"
fiilinden gelmiş bir kip olarak okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Nihayet
boğulmak ona yetişince (yani boğu lacağı vakit)" (Yunus, 90) buyruğunda da
bu kökten gelmektedir.
Ebu Ubeyd b. Umeyr,
el-A'rec ve ez-Zührı "dal" harfini şeddeli olarak; (...) ve (...)'den
gelen bir kip olarak okumuşlardır.
el-Ferra dedi ki: (...)
ile (...) aynı anlamda "kazdı" dır. Aynı şekilde; (...) ile (...)
okuyuşları da aynı anlamdadır.
en-Nehhas dedi ki: Oldukça
yetkin nahiv bilginleri ise böyle dememektedirler. Onların açıklamalarına göre;
(...): bize yetişildi, demektir. "Bize yetişilmek için çokça gayret
edilmektedir" anlamındadır. Bu da isabet ettim, ele geçirdim anlamında;
(...) demek; buna karşılık gayret ettim ve taleb ettim anlamında da; (...)
demek gibidir. Sibeveyh'in açıklamalarının anlamı budur.
"Asla! Muhakkak
Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir, dedi." Firavun
ordularıyla birlikte Musa (a.s)'ın beraberindeki topluluğa yetişip onlara
yaklaşınca İsrailoğulları da bir taraftan güçlü düşmanı, diğer taraftan
önlerinde de denizle karşı karşıya kalınca kötü zan beslemeye başladılar ve
Musa'ya bir bakıma azarlayıcı ve katı bir üslupla: "İşte şimdi
kıstırıldık, dediler." O da onların söylediklerini reddetti, bu sözleri
dolayısıyla onları azarladı, onlara şanı Yüce Allah'ın kendisine hidayet ve
zafer vereceğine dair vaadini hatırlatarak "asla" kesinlikle size
yetişemeyecekler. "Rabbim benimledir" düşmana karşı bana zafer
verecektir. "Bana doğru yolu" kurtuluş yolunu "gösterecektir
dedi."
İsrailoğulları büyük bir
bela ile karşı karşıya kaldıklarını kabul edip artık güç yetiremeyecekleri
miktardaki orduları da görünce, Yüce Allah Musa (a.s)'a asasıyla denize
vurmasını emretti. Çünkü şanı Yüce Allah bu mucizenin Musa (a.s) ile ve onun
yapacağı bir fiile taalluk etmesini istemişti. Yoksa denizi ayıran asayı vurmak
değildir. Bu hususta bizatihi yardımcı da olmamıştır. Ancak bu işle birlikte
söz konusu olan Yüce Allah'ın kudreti ve harikulade yaratmasıyla olmuş bir
şeydir. Denizin yarılma olayı ile ilgili açıklamalar daha önceden el-Bakara
Süresi'nde (50. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Deniz yarılınca
İsrailoğullarının Sıbtları (kolları) sayısınca onda oniki tane yol açıldı. Su
da aralarında pek büyük dağlar (et-tavd) gibi oldu. "et-Tavd" dağ
demektir. İmruu'l-Kays'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır.
"Kişi hayatta
olanlar arasında bir dağ gibi iken, İnsanlar yakından ona atış yaparlar o da
yan yatar."
el-Esved b. Ya'fur da dedi
ki: "Onlar (Küfe yakınlarında bir yer olan) Ankara'da
Konakladılar üzerlerine
akmaktadır, dağlardan gelen Fırat suyu."
Şairin burada
"etvad: dağlar" diye kullandığı kelime "Dağ"ın çoğuludur.
Böylelikle Musa ve
beraberindekiler için denizde kupkuru bir yol açılmış oldu. Musa'nın
beraberindekiler denizden çıkıp Firavun'un beraberindeki son şahsın da denize
girmesi -daha önce Yunus Süresi'nde (90. ayetin tefsirinde) geçtiği üzere-
tamamlanınca bu sefer deniz onların üzerine kapandı ve Firavun suda boğulmuş
oldu. Musa'nın arkadaşlarından bazıları: Firavun suda boğulmadı dediler. Bunun
üzerine Firavun denizin kıyısına atıldı ve onu da gözleriyle gördüler.
İbnu'l-Kasım'ın
rivayetine göre Malik şöyle demiş: Musa (a.s) ile birlikte ticaretle
uğraşanlardan iki kişi de denize doğru çıkmıştı. Onlar denizin yanına
geldiklerinde, Allah sana neyi emretti? diye sordular. O da: Bu asam ile denize
vurmakla emrolundum, o da yarılacaktır. Bunun üzerine onlar: Allah'ın sana
emrettiğini yap. Asla sana verdiği sözünden caymayacaktır. Sonra da onu tasdik
etmek üzere kendilerini denize attılar. Firavun ve beraberindekiler denize
girinceye kadar bu durum böylece devam etti, sonra deniz eski haline döndü. Bu
anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Süresi'nde (50. ayetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Diğerlerini de
buraya yanaştırdık." Onları yani Firavun ve kavmini denize yaklaştırdık.
Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demektedir:
"Geçen herbir gün yahut geride kalan herbir gecede, Canlar ecellere daha
bir yaklaşmaktadır."
Ebu Ubeyde dedi ki:
"Yanaştırdık" onları bir araya getirdik, topladık demektir.
Müzdelife'de
kalınan geceye
"cem'" gecesi denilmesi bundan dolayıdır.
Ebu Abdullah b. el-Haris
ile Ubeyy b. Ka'b ve İbn Abbas bu lafzı "onları helak ettik"
anlamında kaf ile; (...) diye okumuşlardır ki bu da; "Dişi deve ve kısrak,
yavrusunu bıraktı" tabirinden alınmıştır ki; bunun ism-i faili: (...) diye
gelir.
"Musa'yı ve onunla
birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini" yani Firavun ve
kavmini "suda boğduk."
"Şüphesiz ki bunda
bir ayet" şanı Yüce Allah'ın kudretine dair bir alamet "vardır. Fakat
çoğu iman etmediler." Zira Firavun kavminden ancak Firavun hanedanının
mü'mini diye bilinen Hazkiyel adındaki şahıs, onun kızı olan Firavun'un hanımı
Asiye, Yusüf es-Sıddik (a.s)'ın kabrini gösteren yaşlı kadın ve Za Musa'nın
kızı Meryem iman etmişti.
Yusüf (a.s)'ın kabrinin
gösterilmesi de şöyle olmuştu: Musa (a.s) İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan
dışarıya çıkınca ay görünmedi ve karanlık oldu. Kavmine: Bu nedir? diye
sorunca, ilim adamları şöyle dedi: Yusüf (a.s)'ın ölüm vakti yaklaştığında o
bizden Allah adına Mısır'dan çıkacak olursak, kemiklerini de mutlaka bizimle
beraber alacağımıza dair söz almıştı. Bunun üzerine Musa: Hanginiz onun
kabrinin nerede olduğunu bilir? diye sorunca, şöyle dedi: O kabri ancak
İsrailoğullarının yaşlı kadını bilir. O kadına haber gönderdi, ona: Bana
yusüf'un kabrini göster, dedi.
Bunun üzerine kadın:
Allah'a yemin ederim ki benim hükmümü vermediğin sürece böyle bir iş
yapmayacağım, dedi. Ona: Hükmün nedir? diye sorunca, şöyle dedi: Benim hükmüm
cennette seninle birlikte olmaktır. Bu iş ona ağır gelince, ona: Sen bu kadına
istediğini ver, dediler. Bu sefer kadın da onlara Yusüf (a.s)'ın kabrini onlara
gösterdi. Orayı kazıdılar ve kemiklerini oradan çıkardılar. Kemikleri oradan
aldıktan sonra yolları gündüz gibi aydınlık oldu.
Bir diğer rivayette
denildiğine göre; Yüce Allah ona istediğini ver, diye vahyetti, o da bunu
yaptı. Kadın da onları alıp bir su göletine götürdü. Onlara:
Bu suyu çekiniz, dedi.
Suyu çektiler ve Yusüf (a.s)'ın kemiklerini çıkardılar. Yol onlar için tıpkı
gündüz aydınlığı gibi apaçık görünmeye başladı. Bu husus daha önce Yusüf
Süresi'nde (101. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Burde'nin, Ebu Musa
(r.a)'dan rivayetine göre Rasülullah (s.a.v.) bedevi bir Arab'ın yanında
misafir oldu ve ona ikram etti. Rasülullah (s.a.v.) ona:
Bir ihtiyacın var mı?
diye sordu. O da şöyle dedi: üzerinde yük taşıyacağım bir deve ile sütlerini
sağacağım bir kaç keçiye ihtiyacım var. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Ne diye İsrailoğullarının o kocakarısı gibi olamadın?"
Ashabım: İsrailoğullarının kocakarısının durumu nedir? diye sorunca, onlara
Musa (a.s)'a cennette onunla birlikte olma şartını koşan bu kocakarının
durumunu anlattı.
(Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır).
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN