ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

NUR

40

أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُّجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ مَوْجٌ مِّن

فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ

يَكَدْ يَرَاهَا وَمَن لَّمْ يَجْعَلِ اللَّهُ لَهُ نُوراً فَمَا لَهُ مِن نُّورٍ

 

40. Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga örter, onu da üstünden bir dalga kaplar. Onların üzerlerinde bulutlar vardır. Birbiri üstünde karanlıklar. Elini çıkarsa, neredeyse onu dahi göremeyecektir. Allah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz.

 

"Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir" buyruğu ile Yüce Allah, kafirlere bir başka örnek vermektedir. Yani onların amelleri ya çöldeki bir serab gibidir, yahut karanlıklar gibidir. ez-Zeccac der ki: Dilersen amellerine serabı örnek al, dilersen karanlıkları örnek al, demektir. Buna göre buradaki "yahut" mübahlık (serbestlik) bildirir. Nitekim daha önce bu kabilden açıklamalar Yüce Allah'ın: "Yahut ... yağmura benzer" (el-Bakara, 19) buyruğunu açıklarken geçmişti.

 

el-Cürcani dedi ki: Birinci ayet, kafirlerin amellerini söz konusu etmektedir. İkincisi ise onların küfürlerini dile getirmektedir. Küfrün amellere atfedilmesine sebeb ise, küfrün de onların amellerinden oluşundan dolayıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları karanlıklardan, nura çıkarır. "(el-Bakara, 257) Yani onları küfürden, imana çıkarır demektir.

 

Ebu Ali (el-Faris!) dedi ki: Yahut " ... karanlıklar gibidir" ifadesi yahut karanlıklara sahip kimse gibidir, demektir. Böyle bir muzafın varlığına Yüce Allah'ın: "Elini çıkarsa ... " buyruğu delalet etmektedir. Buna göre buradaki zamir hazfedilmiş muzafa aittir.

el-Kuşeyri dedi ki: ez-Zeccac'a göre örneklendirme kafirlerin amelleri hakkındadır. el-Cürcani'ye göre örnek kafirin küfrü hakkında, Ebu Ali'ye göre, örnek kafirin kendisi hakkındadır.

 

İbn Abbas kendisinden nakledilen bir rivayette: Bu kafirin kalbinin misalidir, demektedir.

 

"Derin bir denizdeki" buyruğunun terkibi, derinliğe mensub deniz anlamındadır; denizde dibine ulaşılamayan demektir. "el-Lucce" de çok büyük su anlamındadır, çoğulu "lucce" şeklinde gelir. "Dalgaları ardı sıra geldi" anlamındadır. Peygamber (s.a.v.)ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: "Denizin dalgalı olduğu sırada denizde yolculuğa çıkan kimsenin üzerinden (ilahi) himaye kalkar. '' Yüce Allah'ın: "Onu derin bir su sandı"(en-Neml, 44) buyruğu, oldukça derin sandı, demektir. "Gemi büyük suya (denize) daldı" denilir. "el-lecce" ise insanların çıkardıkları ses demektir, mesela "insanların seslerini ve gürültülerini duydum" anlamındadır. Şair Ebu'n-Necm de şöyle demektedir: "Gürültü ve patırtı içerisinde filanı filandan tut (ona yaklaşmasını önle)!"

 

''Sesler birbirine karıştı ve yükseldi" demek olur.

 

"Onu bir dalga örter." Bu derin denizin üzerinde bir dalga bulunmaktadır, demektir,

"Onu da üstünden bir dalga kaplar." Yani dalganın üstünde bir başka dalga vardır. Bu ikinci dalganın üstünde de bir bulut vardır. Öylelikle dalga korkusu, rüzgar korkusu ve bulut korkusu bir arada bulunur.

 

Onu dalga üstüne dalga örter, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre; Dalgalar peşpeşe gelir, öyle ki adeta biri diğerinin üstündeymiş gibi, demektir. Denizin dalgaları kesintisiz arka arkaya gelip de bu dalgaların da üstünde bulut var ise, bu en korkulu bir haldir. İki bakımdan daha korkunçtur: Bir defa kişinin kendileriyle yolunu bulacağı yıldızların görülmesini önlemektedir. Diğer taraftan bulutlarla beraber rüzgar ve bulutlardan inen yağmur dolayısı ile korkunçtur.

 

"Birbiri üstünde karanlıklar." İbn Muhaysın ve İbn Kesir'den, el-Bezzı izafet terkibi halinde ve "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi esreli olarak; (...) diye o kumuştur.

 

Kunbul, "bulutlar" anlamındaki kelimeyi; (...) şeklinde tenvinli olarak; "Karanlıklar" kelimesini de esreli ve tenvinli okumuştur.

 

Diğerleri ise (her iki kelimeyi de) ref ile ve tenvinli okumuşlardır. el-Mehdevı dedi ki: Bu buyruğu; "Onun üstünde karanlık bulutlar vardır" şeklinde izafet halinde okuyanların kıraati şöyle açıklanır: Bulut bu karanlıklar zamanında yukarı doğru yükseldiğinden dolayı, ona izafe edilmiştir. Nitekim yağmur yağacağı vakit yükselen buluta da; "Rahmet bulutu" denilir. (...): Bulutlar vardır. O karanlıklar ki ... " şeklinde "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi mecrur okuyanlar, birinci "karanlıklar" kelimesini te'kid veya ondan bedel olmak üzere esreli okurlar. Bu durumda "bulut" kelimesi mübteda, "üstünden" kelimesi de haber olur. (üstünde bulut vardır, anlamında). "Bulutlar vardır. .. karanlıklar" diye okuyanların kıraatine göre "karanlıklar" mahzuf bir mübtedanın haberidir, ifadenin takdiri de: Onlar karanlıklardır yahut bunlar karanlıklardır, şeklindedir.

 

İbnu'l-Enbari dedi ki: "Onu da üstünden bir dalga kaplar" ifadesi tam değildir. (Burada cümle tamamlanmamaktadır). Çünkü; "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" ifadesi "dalga" lafzının sılasıdır. Vakıf ise Yüce Allah'ın "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" buyruğunun bitiminde yapılırsa güzel bir vakıf olur. Sonra da; "birbiri üstünde karanlıklar" diye başlanılır. Onlar biri diğerinin üstünde olan karanlıklardır, demek olur. Mekkelilerden onların, yahut ... karanlıklar gibidir. Öyle karanlıklar ki biri diğerinin üstündedir" anlamına gelecek şekilde; (...) şeklinde okudukları da rivayet edilmiştir. Bu takdirde "bulutlar" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.

 

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu karanlıklarla kastedilen bulutun karanlığı, dalganın karanlığı, gecenin karanlığı ve denizin karanlığıdır. Bu karanlıklar içerisinde olan bir kimse hiçbir şey, bir yıldız dahi göremez.

 

Karanlıklarla, zorlukların kastedildiği de söylenmiştir. Biri diğerinin üstünde olan zorluklar ve sıkıntılar, demektir. Bir başka açıklamaya göre karanlıklarla kafirlerin amelleri, derin dalgalı denizle kafirin kalbi, üstüste dalgalar ile onun kalbini bürüyen cehalet, şüphe ve şaşkınlık, bulutla kastedilen kalbinin kabuk bağlaması, kalbinin mühürlenmesidir. Bu anlamdaki açıklamalar İbn Abbas ve başkalarından rivayet edilmiştir. Yani o kalbiyle iman nurunu göremez, tıpkı denizde bu gibi karanlıklar içerisinde bulunan kimsenin elini yukarı doğru kaldırdığında onu göremeyecek halde olması gibi.

 

Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Kafir beş karanlık içerisinde döner durur. Sözü karanlıktır, ameli karanlıktır, girdiği yer karanlık, çıktığı yer karanlık, kıyamet gününde varacağı yer de cehennem ateşindeki karanlıklardır, ki o ne kötü bir varış yeridir!

 

"Elini çıkarsa" bakan bir kimse "neredeyse" karanlıkların şiddetinden dolayı "onu dahi göremeyecektir." ez-Zeccac ve Ebu Ubeyde dediler ki: Yani onu göremez, görme noktasına dahi yaklaşamaz. el-Hasen'in sözünün anlamı da budur. "Neredeyse" ifadesi onu görmeyi ummaz anlamındadır. elFerra der ki: "Neredeyse" sıladır, (zaiddir) yani onu asla göremez, demektir. Nitekim onu tanımıyorum, anlamında -bu edat kullanılarak (...) denilebilir.

 

el-Muberred der ki: Ancak olanca bir gayret harcadıktan sonra elini görebilir, demektir. Nitekim: "Karanlıktan dolayı neredeyse seni göremeyecektim" denildiği zaman ümit kestikten ve çok zorlandıktan sonra onu gördü, anlamını ifade eder.

 

Bunun görmeye yaklaşmakla birlikte görememek anlamını verdiği de söylenmiştir. Nitekim: "Damat neredeyse prens olacak, devekuşu neredeyse uçacak, ayakkabısı olan neredeyse binekli olacak" sözleri bu kabildendir.

 

en-Nehhas dedi ki: Bu hususta en doğru açıklama şudur: Yani elini görecek noktaya yaklaşamaz. Onu görecek hale yaklaşamadığına göre ne yakın, ne uzak hiçbir şekilde onu göremez, demektir.

 

"Allah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz." Artık onun kendisiyle hidayet bulacağı bir nuru bulunmaz ve herşeyonun için kapkaranlık olur. İbn Abbas dedi ki: Allah'ın kendisine din vermediği bir kimsenin dini olmaz. Allah'ın kıyamet gününde kendisinin aydınlığında yürüyeceği bir nur vermediği kimse cennete giden yolu bulamaz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sizin için aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur verir. " (el-Hadid, 28)

 

ez-Zeccac der ki: Bu, dünyada olan bir şeydir. Allah'ın kendisine hidayet vermediği kimse, kendiliğinden hidayet bulamaz, demektir.

 

Mukatil b. Süleyman dedi ki: Bu ayet Utbe b. Rabia hakkında nazil olmuştur. O cahiliye döneminde bağlanacağı bir din arıyordu. O bakımdan rahiplerin kıyafetlerini giyinmiş, daha sonra da İslam gelince kafir olmuştu.

 

el-Maverdi de, Şeybe b. Rabia hakkında inmiştir, demektedir. O cahiliye döneminde rahipler gibi davranmaya çalışır, yün elbise giyinir ve bağlanacağı dini araştırırdı. Fakat İslam gelince küfre saptı.

 

Derim ki: İkisi de kafir olarak öldüler. Ayet-i kerime ile her ikisinin de, başkalarının da kastedilmiş olma ihtimali uzak değildir. Şöyle de denilmiştir: Ayet-i kerime Abdullah b. Cahş hakkında inmiştir. O müslüman olmuş, Habeşistan'a hicret etmiş, müslüman olduktan sonra da hristiyanlığa girmişti. es-Sa'lebi'nin naklettiğine göre Enes (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Muhakkak Yüce Allah beni bir nurdan yarattı. Ebu Bekir'i de benim nurumdan yarattı. Ömer ve Aişe'yi, Ebu Bekir'in nurundan yarattı. Ümmetimin diğer mü'minlerini Ömer'in nurundan yarattı. Ümmetimin mü'min kadınlarını da Aişe'nin nurundan yarattı. Buna göre kim beni de sevmez, Ebu Bekir, Ömer ve Aişe'yi de sevmezse onun nuru olmaz." Bunun üzerine: "Allah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz" buyruğu nazil oldu.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Nur 41-42

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR