İSRA 15 |
مَّنِ
اهْتَدَى
فَإِنَّمَا
يَهْتَدي
لِنَفْسِهِ
وَمَن ضَلَّ
فَإِنَّمَا
يَضِلُّ عَلَيْهَا
وَلاَ
تَزِرُ
وَازِرَةٌ
وِزْرَ أُخْرَى
وَمَا
كُنَّا
مُعَذِّبِينَ
حَتَّى
نَبْعَثَ رَسُولاً |
15. Kim doğru yolu
bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o
da ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü yüklenmez.
Biz, bir resul göndermedikçe azab ediciler değiliz.
"Kim doğru yolu
bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığadüşerse, o
da ancak kendi aleyhine sapmış olur." Yani, herkes kendi nefsinden dolayı hesaba
çekilir. Başkasından dolayı hesaba çekilmeyecektir. Buna bağlı olarak hidayet
bulan kimsenin hidayetinin mükafatı kendisinindir. Sapan kimsenin küfür ve
inkarının cezası da onun aleyhinedir.
"Hiç bir yük
taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez" buyruğuna dair açıklamalar, bundan
önce el-En'am Suresi'nde (164. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki: Ayet-i
kerime, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. O, Mekkelilere şöyle demişti:
Bana uyun, Muhammed'i inkar edin. Ben de sizin günahlarınızı yükleneyim. Bunun
üzerine bu ayet-i kerime indi. Yani el-Velid, sizin günahlarınızı
taşıyamayacaktır. Bilakis, her bir kimsenin günahı kendi aleyhine olacaktır.
(Günah anlamındaki
"vizr" kelimesinin kullanımı ile ilgili olarak) şöyle denilir:
"Günah kazandı, kazanır" demektir. Esasen "vizr" kelimesi
ağır gelen, ağır yük demek olup, bunun çoğulu "evzar" şeklinde gelir.
"Günahlarını sırtlarına yüklenerek ... "(el-En'am, 31) buyruğunda da
aynı şekilde kullanılmıştır ki, günahlarının ağır yükleri anlamındadır.
"Yük taşıdı"
anlamında kullanılır ki, ismi faili, "vazir" şeklinde gelir.
Sultanın, devlet idaresinin ağır yüklerini taşıyan yardımcısına da
"vezir" denilmesi buradan gelmektedir. "Vazir"in sonundaki
"te" harfi nefisten kinayedir. Yani, günahkar hiçbir nefis, bir
başkasının günahı dolayısıyla sorumlu tutulmayacaktır. O kadar ki anne, kıyamet
gününde evladı ile karşılaşacak ve şöyle diyecektir: Oğulcuğum, benim bağrım
senin yatağın değil miydi, benim göğsüm senin için bir su kaynağı değil miydi,
karnım senin için bir kab değil miydi? O, evet öyleydi anneciğim, diyecektir.
Annesi de: Oğlum, işte gerçekten günahlarım bana çok ağır gelmektedir. Haydi,
benim yerime bir günah olsun yükleniver. O, beni bırak anacığım, çünkü bugün
ben kendi günahlarımla uğraşmaktayım, senin günahlarını taşıyacak durumum yok,
diye cevapverecek.
Geride Bıraktıklarının
Ağlaması Dolayısıyla Ölünün Azab Görmesi Sözkonusu mudur?
Aişe (r.anha), bu ayet-i
kerimeden hareketle, İbn Ömer'in: "Ölen kişi, yakınlarının ağlaması
dolayısıyla azaba uğratılır" şeklindeki kanaatini reddetmiştir. İlim
adamları derler ki: Hz. Aişe'yi bu kanaati reddetmeye iten husus, onun bu
konudaki hadisi duymamış olması ve bu iddianın ayet-i kerime ile tearuz halinde
olduğunu görmesidir. Ancak, Hz. Aişe'nin bunu reddetmesinin bir sebebi yoktur.
Çünkü bu anlamdaki rivayet pek çok yoldan gelmiştir. Hz. Ömer, onun oğlu,
Muğire b. Şu'be, Kayle bint Mahreme gibi. Bunlar rivayeti kesin ve açık
ifadelerle nakletmektedirler. O bakımdan bunların bu rivayetleri dolayısıyla
hatalı olduklarını söylemenin haklı bir gerekçesi yoktur. Diğer taraftan,
ayet-i kerime ile hadis-i şerif arasında herhangi bir zıtlık da söz konusu
değildir. Çünkü hadis-i şerifin sözünü ettiği bu durumlar, ağlayıp ağıt
yakmanın, ölenin vasiyeti, adet ve uygulamasından olması halinde söz konusudur.
Nitekim cahiliye dönemi insanları böyle yapmaktaydı. O kadar ki, Tarafe şöyle
demiştir: "Ölecek olursam, layık olduğum şekilde benim için ağıt yak Ve
ölümüm dolayısıyla elbisenin yakalarını parçala ey Mabed'in kızı!"
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Ve bir seneye kadar (her gün benim için ağlamaya devam edin)
sonra selamın adı üzerinize olsun (selam olsun sizlere). Zaten tam bir yıl
ağlayıp duran artık (ondan sonra ağlamasa) mazurdur."
Buhari de bu
kanaattedir. İlim ehlinden bir gurup da -ki, Davud (ez-Zahiri) da bunlardandır-
hadisin zahirinin bildirdiğine inanmakta ve ölünün, yakınlarının ağıt yakmaları
dolayısıyla azap gördüğünü kabul etmektedir. Çünkü o, ölümünden önce bu işi
yapmamalarını söylemeyi ve bu hususta onlara gerekli şekilde te'dipde bulunmayı
ihmal etmiştir. Bu sebepten, bu konudaki kusurlu davranışından ve Yüce
Allah'ın: "O ateşten nefislerinizi ve ai lelerinizi koruyunuz"
(et-Tahrim, 6) buyruğu gereği Allah'ın kendisine emrettiği şeyi terkettiğinden
dolayı azab görecektir. Başkasının günahından dolayı değiL. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
"Biz, bir resul.
göndermedikçe azab ediciler değiliz." Yani Biz, insanları başıboş
bırakmadık. Aksine peygamberler gönderdik. Bu buyruk -akıl bir şeyin çirkin ve
güzel olduğuna hükmedebilir, mübah ve yasak olduğu hükmünü verebilir diyen
Mu'tezile'nin kanaatlerinin aksine- ahkamın ancak şeriat ile sabit olduğuna
delildir. el-Bakara Süresi'nde (29. ayet, 2. başlıkta) buna dair açıklamalar
geçmiş bulunmaktadır. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk dünyadaki azab ile
ilgilidir. Yani, Yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp
korkutmadan önce o ümmeti helak etmez.
Bir kesim ise bunun hem
dünya, hem ahiret hakkında umumi olduğunu kabul etmekte ve buna Yüce Allah'ın
şu buyruğunu gerekçe olarak göstermektedirler: ''İçine her bir grup atıldığında
bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mı: diye sorarlar? Onlar:
Evet.. gerçekten bize uyarıp kor kutan geldı: derler. "(el-Mülk, 8-9)
İbn Atiyye der ki:
İlgili buyruklar üzerinde düşünmenin neticesinde varılan kanaat şu ki: Yüce
Allah, Adem (a.s)'ı tevhid ile gönderip inanç esaslarını evlatları arasında
yayması, mutlak yaratıcının varlığına delil teşkil eden delilleri de ortaya
koyması, ayrıca, her bir kimsenin iman etmesini ve Allah'ın şeriatına tabi
olmasını gerektiren şekil, fıtratların kötülüklerden uzak bulunması; herkesin
belli bir imana sahip olmasını ve Allah'ın şeriatine uymasını gerektirmektedir.
Daha sonra aynı husus, kafirlerin suda boğulmasından sonra Nuh (a.s) zamanında
da yenilendi. Bu ayet-i kerimenin lafızları aynı zamanda kendilerine risaletin
ulaşmadığı kimseler hakkında da benzeri bir kanaatin söz konusu olması
gerektiğini ihtimal olarak ifade etmektedir. Kendilerine risaletin ulaşmadığı
kimseler, bazı ilim ehlinin varlığını kabul ettiği "fetret dönemi"
insanlarıdır. Şanı Yüce Allah'ın, kıyamet gününde onlara, delilere ve çocuklara
peygamber göndereceğine dair gelen rivayet ise, sahih olmayan bir hadistir. Ayrıca
şeriatın ahiretin teklif yurdu olmadığına dair verileri de böyle bir
şeyolmamasını gerektirmektedir.
el-Mehdevi der ki: Ebu
Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Yüce Allah, kıyamet gününde fetret ehline,
sağır ve dilsizlere bir peygamber gönderecektir. Ve bunlar arasından dünya
hayatında o peygambere itaat etmesini isteyen kimseler de itaat edecektir,
demiş ve bu ayet-i kerimeyi okumuştur. Bunu Ma'mer, İbn Tavus'dan, o,
babasından, o, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiş, en-Nehhas da bunu
zikretmiştir.
Derim ki: Bu rivayet
mevkuftur. İleride Yüce Allah'ın izniyle Ta-Ha Süresi'nin sonlarında merfu
olarak gelecektir, ama sahih değildir.
Bir takım kimseler şunu
delil göstermişlerdir: Issız adalarda bulunan insanlar, İslam'ı işitip iman
edecek olurlarsa, geçmiş dönemler hakkında onlar için teklif söz konusu
değildir. Bu doğru bir iddiadır. Davetin kendisine ulaşmadığı bir kimse, akli
bakımdan azaba müstehak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN