ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

HUD

84

/

95

وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْباً قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ {84} وَيَا قَوْمِ أَوْفُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ {85} بَقِيَّةُ اللّهِ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ {86} قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ {87} قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىَ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقاً حَسَناً وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ {88} وَيَا قَوْمِ لاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَن يُصِيبَكُم مِّثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِّنكُم بِبَعِيدٍ {89} وَاسْتَغْفِرُواْ رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُواْ إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ {90} قَالُواْ يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيراً مِّمَّا تَقُولُ وَإِنَّا لَنَرَاكَ فِينَا ضَعِيفاً وَلَوْلاَ رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا أَنتَ عَلَيْنَا بِعَزِيزٍ {91} قَالَ يَا قَوْمِ أَرَهْطِي أَعَزُّ عَلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءكُمْ ظِهْرِيّاً إِنَّ رَبِّي بِمَا تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ {92} وَيَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُواْ إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ {93} وَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْباً وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مَّنَّا وَأَخَذَتِ الَّذِينَ ظَلَمُواْ الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُواْ فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ {94} كَأَن لَّمْ يَغْنَوْاْ فِيهَا أَلاَ بُعْداً لِّمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ {95}

 

84. Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. O'ndan başka hiçbir İlahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten bir hayır içinde görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum."

85. "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle, tastamam yerine getirin. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın."

86. "Eğer mü'min iseniz Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim."

87. Dediler ki: "Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin."

88. Dedi ki: "Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak, size (emrettiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem. Benim başarım ancak Allah iledir, ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim."

89. "Ey kavmim! Bana muhalefetiniz sakın Nuh kavminin veya Hud kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen musibetin bir benzerinin başınıza gelmesine sebeb olmasın. Lut kavmi de sizden uzak değildir."

90. "Rabbinizden mağfiret dileyin ve sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir, çok sevendir."

91. Dediler ki: "Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı, seni taşa tutardık. Zaten sen, bizim için değerli bir kimse değilsin."

92. Dedi ki: "Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz. Şüphe yok ki Rabbim, yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır."

93. "Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım. Yakında kendisini rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiciyim. "

94. Emrimiz gelince, şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.

95. Sanki orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semud kavmi, Allah'ın rahmetinden nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı.

 

84. "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı" peygamber olarak gönderdik, Medyen, Hz. Şuayb'ın kavmidir. Onlara bu ismin verilişi hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre Medyenliler İbrahim'in oğlu Medyen'in soyundan gelenlerdir. O bakımdan Medyenoğulları kastıyla, Medyen denilmiştir. Mudaroğulları kastedilerek, Mudar denilmesi gibi. İkinci görüşe göre Medyen şehirlerinin adıdır,; o şehre nisbet edilerek anılmışlardır.

 

en-Nehhas der ki: "Medyen" kelimesi munsarıf değildir. Çünkü bir şehir ismidir. Bu anlamdaki açıklamalar daha geniş bir şekilde el-A'raf Suresi'nde (85-87. ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

 

"Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur" buyruğunun benzeri (Hud, 61'de) az önce geçti.

 

"Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın." Medyenliler kafir olmakla birlikte, ölçü ve tartıyı eksik yapan kimselerdi. Yiyecek satmak üzere onlara gelen birisi oldu mu onu fazla ölçekle alırlardı. Ona bir şey verecek olurlarsa, ellerinden geldiği kadar ona fazla vermemeye çalışırlar, hatta zulüm dahi ederlerdi. Onlardan bir kimse yiyecek (buğday) almak üzere geldi mi, ona eksik ölçekle satarlardı ve ellerinden geldiği kadar da ona az vermeye çalışırlardı. Şirkten vazgeçerek, iman etmeleri ve eksik ölçüp tartmak yasak edilerek tam ölçüp vermeleri emrolundu.

 

"Ben sizi gerçekten bir hayır" yani geniş bir rızık ve pek çok nimetler içerisinde -el-Hasen der ki: Fiyatları oldukça ucuzdu, demiştir- "görüyorum ve ben sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum." Burada günü kuşatıcı olmakla nitelendirilmekle birlikte, o günün onları kuşatıcı olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü azab günü onları kuşatacak olursa, azab onların etrafını çevirmiş demek olur. Mesela sıcağı şiddetli kastıyla, şiddetli bir gün demek gibi.

 

Onlara gelen bu azabın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, ahiretteki ateş azabıdır. Bir diğer görüşe göre dünyada topluca helak edilme azabıdır. Bunun fiyatların pahalılaşması şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

 

Hadis-i şerifte de Hz. Peygamber'den şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Bir kavim ölçü ve tartılarda açıkça eksiklik yapmaya başladı mı mutlaka Allah da onlara kıtlık ve pahalılık belasını verir." Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

 

85. "Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin." Eksik ölçüp tartmayı yasakladıktan sonra, tamam ölçüp tartmayı emretmesi te'kid içindir.

 

"Tamam yapmak, eksiksiz yapmak" demektir, (...) ise adaletle, hak ile demektir. Maksad, herkesin hakettiği payı gereği gibi almasıdır. Yoksa ölçülen ve tartılan şeyin (ölçek ve tartıda) tamamlanmasını kastetmemektedir. Çünkü burada ölçü ile ve tartı ile tam verin, dememiştir. Aksine bu buyrukla ölçüyü alışılmış ve bilinen miktarından, hacminden daha eksik yapmayın, demektedir. Aynı şekilde kullanılan tartı ve ağırlıklar da böyle olmalıdır.

 

"İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin." Hakettiklerinden daha az bir şey vermeyin, haklarını eksiltmeyin."Yeryüzünde fesadçılar olarak kötülük yapmayın" buyruğuyla Yüce Allah ölçü ve tartılarda hainlik etmenin yeryüzünde fesat çıkarmakta aşırıya gitmek olduğunu beyan etmektedir ki, bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Süresi'nde (85. ayetin tefsiri ve devamında) daha da fazlası ile geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah'a hamdolsun.

 

86. "Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır." Yani hakları adaletle, tastamam verdikten sonra Allah'ın sizin için geriye bıraktığı daha bir bereketlidir ve akıbeti daha bir övülecek şeydir. Bu yönüyle bunlar sizin zorbalık yaparak, haksızlık ederek ölçü ve tartıları eksik yapıp kendiniz için bir şeyler arttırmanızdan daha üstündür. Bu anlamdaki açıklamayı Taberi ve başkaları yapmıştır. Mücahid de der ki: "Allah'ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır" buyruğundan kasıt, Allah'a itaat etmenizdir. er-Rabi' der ki: Allah'ın tavsiyesi (emri) sizin için daha hayırlıdır, demektir. el-Ferra ise: Allah'ın gözetimi, İbn Zeyd Allah'ın rahmeti. .. diye açıklarken Katade ve el-Hasen de; sizin Rabbinizden alacağınız pay (mü kafatınız) sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamışlardır. İbn Abbas da: Allah'ın rızkı sizin için daha hayırlıdır, diye açıklamıştır.

 

"Eğer mü'min kimseler iseniz" anlamındaki buyruk şarttır. Çünkü onlar bunun doğruluğunu ancak mü'min olmaları şartıyla anlayabilirler, bilebilirler. Şöyle de açıklanmıştır: Onların Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf edenler olmaları da muhtemeldir. Bundan dolayı onlara bu şekilde hitab etmiştir.

 

"Yoksa ben üzerinizde koruyucu değilim." Yani ölçüp tarttığınız vakit sizi gözetlemek imkanım yoktur. Yani ben yapmış olduğunuz herbir muameleye tanıklık etmek imkanına sahip değilim ki herkesin hakkını eksiksiZ ve tam olarak verip vermediğinizden dolayı sizleri sorgulayabileyim.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Masiyetleriniz sebebiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerinin zeval bulmasına karşı, benim sizi koruyabilme imkanım olamaz.

 

87. "Dediler ki: Ey Şuayb! Bize babalarımızın tapındıklarından ... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" buyruğundaki "Namazın mı?" buyruğu, "Namazların mı?" şeklinde çoğul olarak da okunmuştur.

 

"Terketmemizi" ifadesindeki (...); (mastar anlamı veren edat) nasb mahallindedir. el-Kisai de der ki: Bu hazfedilmiş "be" harf-i cerri ile cer mahallindedir.

 

Rivayet edildiğine göre Şuayb (a.s) çokça namaz kılar, farzı ile, nafilesiyle ibadete çokça ve dikkatle devam eder ve şöyle derdi: Şüphesiz ki namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyar. Onlara bu şekilde (iyilikleri) emredip (kötülüklerden) yasaklayınca devamlı çokça namaz kıldığını gördüklerinden onu ayıplamaya, onunla alayetmeye ve Yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği sözleri söylemeye koyuldular.

 

Bir açıklamaya göre buradaki "namaz" okumak anlamındadır. Bunu da esSüfyan, el-A'meş'ten nakletmiştir. Yani senin okudukların mı sana bunları emretmektedir? Böylelikle bu görüşüyle onların kafir olduklarını kastetmektedir. el-Hasen de der ki: Allah ne kadar peygamber gönderdiyse, mutlaka ona namazı ve zekatı farz kılmıştır.

 

"Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi ... " el-Ferra'nın iddiasına göre ifadenin takdiri: Yahut sen bize mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmemizi mi yasaklıyorsun? şeklindedir.

 

es-Sülemı ve ed-Dahhak b. Kays da; "Yahut kendi mallarımızda senin dilediğin gibi tasarruf etmeni (sana namazın mı emrediyor?)" şeklinde her iki fiili de "(muhatab) te"si ile okumuşlardır. Bu da: Ey Şuayb! Senin dilediğini yapmanı ... takdirindedir.

 

en-Nehhas ise der ki: Bu kıraate göre; "Yahut ... me ... " ifadesi birinci; " ... me ... " ye atfedilmiştir.

 

Zeyd b. Eslem'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Şuayb'ın kav-. mine yasaklamış olduğu şeyler arasında dirhemlerin kenarlarını kesmek de vardı. Yine denildiğine göre: "Yahut kendi mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmekten vazgeçmemizi ... " buyruğunun anlamı şudur: Biz kendi aramızda eksik vermek konusunda karşılıklı razı olursak, sen ne diye bize bunu yasaklıyorsun, bundan vazgeçmemizi istiyorsun?

"Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin."

 

Bu sözleriyle; kendi kanaatine göre sen kendinin böyle olduğunu zannediyorsun, demek istemişlerdi. Ebu Cehil'in vasfı ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'deki şu buyruk da bu yönüyle buna benzemektedir: 'Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (ed-Duhan, 49) yani kendi iddiana göre sen böylesin!

 

Bir diğer görüşe göre onlar bu sözlerini Hz. Şuayb ile alayetmek, eğlenmek için söylemişlerdir. Bu açıklamayı da Katade yapmıştır. Arapların Habeşli bir kimseye Ebu'l-Beyda (beyazın babası) demeleri, beyaz olan bir kimseye de siyahın babası demeleri bu kabildendir. İşte cehennem bekçilerinin Ebu Cehil'e: 'Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin" (el-Duhan, 49) şeklindeki sözleri de böyledir.

 

Süfyan b. Uyeyne der ki: Araplar uğur ve tefe'ül (iyi şeylerle karşılaşmak umudu) olsun diye herhangi bir şeyi kendi zıddı ile nitelendirebilirler. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulmuş bir kimseye "selim" denildiği gibi, geniş ve düzlük araziye "mefaze (çabucak geçilebilecek yer)" demeleri de bu kabildendir.

 

Bir diğer açıklamaya göre; Hz. Şuayb'ın kavmi sövmek ve tahkir etmek kastıyla, tariz olsun diye bu ifadeleri kullanmışlardır. Bu da bu konudaki açıklamaların en güzelidir. Ondan önceki buyruklar da bu açıklamanın doğruluğuna delildir. Yani şüphesiz ki sen gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir kimsesin. nasıl olur da atalarımızın taptıklarını terketmemizi, onlara tapmaktan vazgeçmemizi emredebilirsin? Bu açıklamaların doğruluğuna Yüce Allah'ın: "Bize babalarımızın tapındıklarından ... vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?" sözleri delildir. Onlar Hz. Şuayb'ın çokça namaz kılıp ibadet ettiğini ve onun yumuşak huylu ve aklı başında birisi olmakla birlikte, kendilerine atalarının taptıklarını terk etmelerini emretmesini uygun göremediler. Bundan sonraki buyruklar da buna delil teşkil etmektedir: "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem ve O bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş ise (buna) ne dersiniz?" Yani bu durumda ben size sapıklıktan vazgeçmenizi söylemeyecek miyim?

 

İşte bütün bunlar onların bu sözleri hakikat anlamına söylediklerini ve onun hakkındaki kanaatlerinin bu olduğunu göstermektedir. Kurayzaoğullarına mensub yahudilere, Peygamber (s.a.v.)'in "Ey maymun'a dönüştürülmüş olanların kardeşleri" dediğinde onların: Ey Muhammed! Biz senin cahillik eden bir kimse olduğunu bilmiyorduk, demeleri de buna benzemektedir.

 

Paralarda Hile ve Değerlerini Düşürecek işlemler Yapmak:

 

Tefsir alimleri derler ki: Hz. Şuayb'in kavmine yasaklayıp vazgeçmelerini istediği ve kendilerinin de o işi yaptıkları için azaba uğradıkları amellerden birisi de dinar ve dirhemlerin kenarlarını kesmektir. Onlar o kesilen bölümler kendilerinde kalsın diye sağlam dirhemlerin kenarlarını kesiyor, koparıyorlardı. Sağlam dirhem ve dinarları sayarak işlem yapıyor, kenarları kesilmiş dirhemleri ise tartı ile işleme konu ediyorlardı. Tartıda da ayrıca hile yapıyorlar, tartılarını az gösteriyorlardı. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: Bunlar dinar ve dirhemleri kırıyorlardı. Said b. el-Müseyyeb, Zeyd b. Eslem ve bunlara benzer mütekaddimin tefsir alimlerinden bir grup da böyle açıklamışlardır. Bu şekilde paraları kırmak ise büyük bir günahtır.

 

Ebu Davud'un kitabında (Sünen'inde) Alkame b. Abdullah'tan, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a.v.) müslümanların aralarında kullandıkları geçerli sikkelerin gerektirici bir sebep olmadıkça kırılmalarını nehyetmiştir.

 

Çünkü eğer bu sikkeler sağlam ise bunların maksatları tahakkuk eder ve faydaları da gerçekleşir. Bu dirhemler kırılacak olursa, sıradan bir malolur ve sikke olarak kullanılmalarından beklenen fayda ortadan kalkar. Bu da insanlara zararlı olur. İşte bundan dolayı bu iş haram kılınmıştır.

 

Yüce Allah'ın: ''O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan fakat ıslah etmeyen dokuz kişi vardı." (en-Neml, 48) buyruğun te'vili ile ilgili olarak bu kimselerin dirhemleri kırdıkları şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamayı Zeyd b. Eslem yapmıştır.

 

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr der ki: İlim adamlarının söylediklerine göre Medine'de Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den sonra Kur'an'ın te'vili (açıklaması, tefsiri) hususunda Zeyd b. Eslem'den daha alim bir kimse yoktu.

 

Sikkeleri Kırmanın Cezası:

 

Esbağ dedi ki: Abdu'r-Rahman b. el-Kasım b. Halid b. Cünade -Zeyd b. el-Haris el-Rutaki'nin azadlısı- dedi ki: Sikkeleri kıranın şehadeti kabul olunmaz. Bu konuda bilgisiz olduğunu mazeret olarak ileri sürse dahi kabul edilmez. Çünkü bu, mazeretin kabul olunacağı bir yer değildir.

 

İbnu'l-Arabi der ki: Böyle birisinin şehadetinin kabul olunmaması, bunun büyük bir günah işlediğinden ötürüdür. Büyük günahlar ise -küçük günahlardan farklı olarak- kişinin adalet sıfatını kaldırır. Bu konuda bilgisizliğin mazeret olarak kabul edilmemesine gelince, bu hiçbir kimseye gizli kalmayan apaçık bir husus olduğundan dolayıdır. Çünkü mazeret ancak kişinin doğru söylediğinin açık olması yahut ta doğru söyleyip söylemediğinin belli olmaması ve bu hususu Allah'ın kuldan daha iyi bilmesine havale edilmesi halinde -Malik'in dediği gibi- kabul edilir.

 

Sikkeleri Kırarak, Paranın Değerini Düşürerek Fesat Çıkartma ve Cezası:

Bu davranış masiyet ve şehadetin kabul edilmemesine sebep teşkil eden bir fesat (bozgunculuk) olduğuna göre; bu işi yapan kimseler cezalandırılır. İbn Müseyyeb kendisine sopa vurulmuş bir adamın yanından geçer ve: Bu neden böyledir? diye sorar. Adamın birisi: Bu adam, dinar ve dirhemleri keser deyince, İbnu'l-Müseyyeb, ona sopa vurulmasına karşı çıkmayarak: Bu yeryüzünde fesat çıkarmak kabilindendir, der.

 

Buna benzer bir olay Süfyan'dan da nakledilmektedir: Ebu Abdu'r-Rahman en-Necibi de der ki: Medine valisi olduğu sıralarda Ömer b. Abdulaziz'in yanında oturuyor idim. Dirhemleri kesen bir adam getirildi. Bu hususta ona karşı şahitlik de edilmişti. Ömer ona sopa vurdu, saçlarını traş etti ve şehirde dolaştırılarak teşhir edilmesini emretti. Bu işi yapacak kişiye de: İşte dirhemleri kesenin cezası budur, diye yüksek sesle bağırmasını emretti. Daha sonra da bu adamın kendisine geri getirilmesini söyledi ve dedi ki: Elini kesmekten beni alıkoyan tek şey bugünden önce benzer bir durumla karşı karşıya kalmamış oluşumdur. Artık bu hususta sen böyle bir işi yapmış oldun ve öne geçmiş oldun. Bundan sonra isteyen (bu tür işleri yapan kimselerin) elini kessin.

 

Kadı Ebu Bekr b. el-Arabi der ki: Böyle bir kimsenin kamçı vurularak tedib edilmesi hususunda söylenecek bir söz yoktur. Saçının traş edilmesini de Ömer b. Abdulaziz uygulamış bulunuyor. İnsanlar arasında hüküm verdiğim günlerde ben hem dövüyor, hem de saçlarını traş ediyordum. Saçlarını traş etme cezasını da, saçını masiyet işlemek konusunda kendisine yardımcı bir unsur ve fesadı işlerken saçını güzelleşme yolu olarak gören kimselere uyguluyordum. İşte masiyete götüren her yolda yapılması gereken uygulama da budur, eğer bedene etki etmiyor ise o unsur kesilmelidir. Bu işi yapanın elinin kesilmesine gelince, Ömer bunu hırsızlık ile ilgili hükümlerden çıkarmıştır. Çünkü dirhemlerin etrafını kesip kırpmak onları kırmaktan farklı bir şeydir. Çünkü dirhemi kırmak onun niteliğini değiştirmektir, kenarlarını kırpıp kesmek ise miktarını eksiltmektir. O halde böyle bir iş, gizli bir şekilde başkasına ait bir malı almak demektir. Eğer: Malın korunması, elin kesilmesi için asıldır, denilecek olursa, şu cevabı veririz: Ömer'in bu sikkelerin insanlar arasında dinar veya dirhem olarak ayırıcı bir konumda olmak üzere hazırlanmalarını, onların korunmaları olarak değerlendirmiş olması ihtimali vardır. Herbir şeyin korunması ise kendi durumuna göre değişir. Diğer taraftan İbn ez-Zübeyr bunu uygulamaya koymuş ve dinar ve dirhemlerin etrafını kırptığı için bir adamın elini kesmiştir.

Maliki mezhebine mensub ilim adamlarımız derler ki: Dinar ve dirhemler, üzerlerinde Allah'ın adının bulunduğu, Allah'ın mühürleridir. Eğer tefsir alimlerinin görüşlerine göre Allah'ın mührünü kıran kimsenin eli kesilir, denilecek olursa bu işi yapan gerçekten buna layıktır. Yahut ta bir kimse üzerinde sultanın mührü bulunan bir şeyi kırsa te'dib edilir. Allah'ın mührü sayesinde ise ihtiyaçlar karşılanır. Dolayısıyla ceza bakımından bu iki mührü kırmak eşit olamaz.

 

İbnu'l-Arabi der ki: Benim görüşüme göre dirhemlerin kırılması dolayısıyla değil de etraflarının kesilmesi dolayısıyla el kesme cezası uygulanır ve ben bunu hakimlik yaptığım günlerde uyguluyor idim. Şu kadar var ki etrafım cahillerle dolup taşıyordu, ancak sapık kıskançların söyleyecekleri sözler dolayısıyla korkuya da kapılmadım. Hak ehlinden bunu uygulama imkanını bulan herhangi bir kimse Allah rızası için, ecrini Allah'tan bekleyerek bunu uygulamalıdır.

 

88. "Dedi ki: Ey kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" -buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyor- "ve, O bana kendisinden güzel" yani geniş ve helal "bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz?" İbn Abbas ve başkalarının dediklerine göre Şuayb (a.s)ın malı pek çoktu.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Şuayb, bununla hidayet, ilahi tevfik, ilim ve marifeti kastetmiş idi ve ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Bu da bizim zikrettiğimiz husustur. Yani buna rağmen ben sizi sapıklıklardan vazgeçirmeye çalışmayacak mıyım?

 

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" ben yine sapıklığa mı tabi olacağım?

 

Şu anlamda olduğu da söylenmiştir. "Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir belgeye sahipsem" siz yine bana insanların eşyalarını eksik vermek, hakettiklerinden daha az vermek suretiyle isyankarlık etmemi mi emredeceksiniz? Allah beni buna muhtaç bırakmamışken, bunu yapmamı mı istersiniz?

 

"Size yasakladığım. şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemiyorum." Ben size emrettiğim bir şeyi terketmediğim gibi, yasakladığım bir şeyi de kendim işleyemem.

"Ben gücümün yettiği kadar ıslahtan başkasını istemem." Ben ıslahtan başka bir iş yapmak istemem. Yani adaletli davranarak dünyanızı ıslah etmenizi, ibadetlerle ahiretinizi ıslah etmenizi istiyorum.

 

Hz. Şuayb'ın "gücümün yettiği kadar" demesi; güç yetirmenin -iradeden ayrı olarak- fiilin şartları arasında yer aldığından dolayıdır.

 

"Gücümün yettiği kadar" ifadesindeki; (...) mastariyedir.

 

Yani ben ancak gayret ve gücüm ile ıslahı istiyorum, ondan başka bir isteğim yoktur.

"Benim başarım" yani doğruyu bulmam, -çünkü başarı (tevfik) doğruluk (rüşt) demektir- "ancak Allah iledir. Ben yalnız O'na güvenip dayandım ve yalnız O'na dönerim." Başıma gelen bütün musibetlerden dolayı yine O'na dönerim. Ahirette dönüşüm O'na olacaktı", diye açıklandığı gibi; dönüş Cinabe) dua etmek demektir, diye de açıklanmıştır ki; buna göre; ben yalnız O'na dua ederim, demek olur.

 

89. "Ey kavmim! ... ınıza ... sebeb olmasın" buyruğundaki; "... ınıza .....sebeb olmasın" kelimesini Yahya b. Vessab; "Günah işlemenize...." diye okumuştur .

 

"Bana muhalefetiniz" ref' mahallindedir. "Başınıza gelmesi" ise nasb mahallindedir. Buna göre; "ey kavmim! bana muhalefetiniz ... başınıza gelmesine sebeb olmasın" buyruğu şu demektir: Bana düşmanlık etmeniz, sizi imanı terketmeye götürmesin. O takdirde sizden önceki kafirlere gelen musibet de gelir, sizi bulur. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bana muhalefetiniz sizden öncekilere isabet ettiği gibi size de azabın isabet etmesine sebeb olmasın. Bu açıklamayı da ez-Zeccac yapmıştır.

 

(...): Başına gelir, sebeb olur, sizi ... götürür, iter'in anlamı Maide Suresi'nde (2. ayet, 12. başlıkta); şikak (ayrılık, muhalefet)in anlamı da el-Bakara Suresi'nde (137. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada "şikak" düşmanlık anlamındadır, bunu es-Süddı ifade etmiştir. el-Ahtal'ın şu beyitinde de bu anlamdadır: "Benim bu mesajımı var mı bildirecek (onlara): Siz düşmanlığın tadını nasıl buldunuz?"

 

Hasan-ı Basrı de burada bu kelimeyi; "bana zarar vermek isteğiniz" diye açıklamıştır. Katade ise, benden ayrılmanız diye açıklamıştır.

 

"Lut kavmi de sizden uzak değildir." Çünkü Şuayb kavmi ile Lut kavminin helakı; arasında az bir zaman geçmişti. Şöyle de açıklanmıştır: Lut kavminin yurdu sizden uzak bir yerde değildir. İşte bundan dolayı "uzak" anlamındaki kelime tekil gelmiştir. el-Kisai de der ki: Bu onların yurdu, sizin yurdunuz içindedir demektir, diye açıklamıştır.

 

90. "Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin" buyruğu daha önceden geçmiş idi.

 

"Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir, çok sevendir." Bunlar Yüce Allah'ın isimlerinden iki isimdir. Biz bunları ''el-Esna fi Şerhi'l-Esmai'l-Hüsna" adlı kitabımızda açıklamış bulunuyoruz.

 

el-Cevheri der ki': Bir kimseyi sevdiğimiz zaman; (...) deriz. "el-Vedud" ise seven kimse demektir. "Ved, vid, vud ve meveddet" sevgi demektir. Peygamber (s.a.v.)den rivayet edildiğine göre Hz. Şuayb söz konusu edildiği zaman: "İşte o peygamberlerin hatibidir" demiştir.

 

91. "Dediler ki: Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinden bir çoğunu anlamıyoruz." Çünkü sen bizi öldükten sonra diriliş, amellerden dolayı hesaba çekilmek gibi gayb olan bir takım hususları kabul etmeye çağırıyorsun ve alışkın almadığımızşeylerle bize öğüt veriyorsun.

Şöyle de denilmiştir: Onlar bu sözleri onu dinlemekten yüz çevirmek, onun sözlerini de küçümsemek kastıyla söylemişlerdi. Bir şeyin anlaşıldığı, kavranıldığı vakit; "Anladı, anlar" denilir. el-Kisai'nin naklettiğine göre de bir kimse fakıh olduğu vakit de; (...) denilir.

 

"Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz." Hz. Şuayb'ın gözlerinin görmediği söylenmiştir. Bunu Said b. Cübeyr ve Katade söylemiştir.

 

Bir diğer görüşe göre de görmesi zayıf idi. Bunu da es-Sevri söylemiştir. en-Nehhas ondan, Said b. Cübeyr ve Katade'nin kanaatinin bir benzerini de nakletmiştir. en-Nehhas der ki: Dilcilerin naklettiğine göre Himyerliler gözü görmeyen kimseye "zayıf" derler, yani gözleri görmediği için zayıf düşmüş demektir. Nitekim gözleri görmeyen bir kimseye "darir" da denilir, gözlerinin görmeyişi sebebiyle zarar görmüş kimse demektir. Aynı şekilde görmeyene "mekfuf" da derler. Çünkü gözleri görmediği için görmesi kef edilmiş (alıkonulmuş, önlenmiş) kimsedir.

 

el-Hasen ise; burada "zayıf" değersiz anlamındadır. Bedenen zayıf diye de açıklanmıştır ki bunu da Ali b. İsa nakletmiştir. es-Süddi: Tek başına, yardımcıları ve bize muhalefet etmeye gücü yetecek kadar destekçileri olmayan kişi, anlamına geldiğini söylemiştir.

 

Bir diğer açıklamaya göre dünya maslahatlarını ve dünyadaki insanların idaresini az bilen kimse demektir.

 

"Güçsüz" anlamındaki kelime de hal olarak nasbedilmiştir.

 

"Eğer senin aşiretin olmasaydı" anlamındaki; "Senin aşiretin" kelimesi mübteda olarak refedilmiştir. Aşiret (raht) ise kişinin kendilerine dayandığı ve kendileri dolayısıyla güç kazandığı yakınlarıdır. Cerboa'nın yuvasına "rahita" denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü o bu yuva ile kendisini güvenlik altına alır ve yavrularını orada saklar.

 

"Seni taşa tutardık." Taşlayarak, öldürürdük, çünkü onun kavmi birisini öldürmek istediklerinde ona taş atarlardı. Hz. Şuayb'in aşireti de ona bunu söyleyenlerin dinlerine bağlı idi. Bir başka görüşe göre"seni taşa tutardık." Sana hakaret ederdik, ağır söz söylerdik anlamına gelir. el-Ca'di'nin şu beyitinde de bu anlamdadır.

 

"Acı sözlerle birbirimize hakaret edip durduk, o kadar ki Yarışta at başı giden iki at gibi oluruz."

 

"Recm (taşa tutmak)" aynı zamanda lanetlemek anlamındadır. eş-Şeytanu'r-Racim (lanetlenmiş, kovulmuş) şeytan ifadesi de buradan gelmektedir.

 

"Zaten sen bizim için değerli bir kimse değilsin." Yani sen bize karşı galip gelen, bizi yenik düşürecek ve korunabilecek olan bir kimse değilsin.

 

92. "Dedi ki: Ey kavmim! Size göre benim aşiretim Allah'tan daha değerli midir ki?" anlamındaki buyrukta; "Benim aşiretim ... mi?" buyruğu mübteda olarak merfudur. Yani sizin kalplerinizde benim aşiretim, sizin mutlak malik ve sahibiniz olan Allah'tan daha büyük ve daha üstün müdür? ki "onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz?" Size getirmiş olduğum Allah'ın emirlerini arkanıza atıverdiniz ve kavmimden korkarak beni öldürmekten vazgeçtiniz?

 

Bir kimse hakkında işlenen kusur ve eksikliği ifade etmek için; "Onun işini arkaya attım" anlamındaki tabir kullanılır ki buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Suresi'nde (100. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

 

"Şüphe yok ki Rabbim yaptıklarınızı" küfür, inkar ve masiyetlerinizi "çepeçevre kuşatıcıdır." Çok iyi bilendir, koruyucudur, yani hıfz ve tesbit edendir, diye de açıklanmıştır.

 

93. "Ey kavmim! Elinizdengeleni yapın. Muhakkak ben de yapacağım.

Yakında. .. bileceksiniz." Bu ifadeler tehdittir. Buna dair açıklamalar da daha önce el-En'am Suresi'nde (135. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

 

"Kendisini rüsvay edecek azabın kime geleceğini" bu azabın kimi helak edeceğini "ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz." Bu buyruktaki birinci- "Kim" kelimesi nasb mahallindedir. Yüce Allah'ın: "Kimin ıslah ettiğini, kimin de fesat yaptığını bilir." (el-Bakara, 220) buyruğuna benzemektedir. İkinci "kim" lafzı da O'na atfedilmiştir.

 

"Kimin yalancı olduğunu" anlamındaki buyruğu, aramızdan kimin yalan söylediğini de bileceksiniz, diye de açıklanmıştır.

 

Bunun (nasb değil de) ref' mahallinde olduğu ve takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Ve O, yalan söyleyeni rüsvay edecektir. Takdiri şöyledir de denilmiştir: Yalancı olan ise yalan söylediğini bilecek ve yaptığı bu işin vebalini tadacaktır.

 

el-Ferra'nın iddia ettiğine göre -Araplar; (...): Kim kalktı, kim kalkar, kalkmış olan kimdir?" diye kullandıkları halde-; "Kimin yalancı olduğunu" ifadesinde "O" zamirini fazladan getirmelerinin sebebi, bu cümlenin fiil cümlesi yerini tutması içindir. en-Nehhas da der ki: Şairin şu sözü onun bu dediğinin aksine delil teşkil etmektedir: "Ondan uzak kaldığıma -kitab hakkı için- artık tahammülümün kalmadığını Süreyya'ya bildirmek üzere bana elçilik yapacak kimdir?"

 

"Gözetleyin gerçekten ben de sizinle beraber gözetleyiciyim." Siz azabı ve ilahi gazabı bekleye durun, ben de ilahi yardım ve rahmeti beklemekteyim.

 

94. "Emrimiz gelince ... " Denildiğine göre Hz. Cebrail öyle bir çığlık bastı ki, derhal ruhları cesetlerinden çıkıverdi.

 

"Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri nezdimizden bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses" yani Cebrail'in çığlığı "yakalayıverdi. " Buradaki "yakalayıverdi" anlamındaki; (...) fiilinin müennes gelmesi, "sayha: korkunç ses, çığlık" lafzının müennes olmasından dolayıdır. Hz. Salih kıssasında ise: "O zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı'' (Hud, 67) buyruğunda ise fiil; "Çığlık basmak, feryad etmek" anlamına göre müzekker gelmiştir.

 

İbn Abbas der ki: Yüce Allah, Hz. Salih ile Hz. Şuayb kavimleri dışında iki ayrı ümmeti aynı azab ile helak etmiş değildir. Allah bu iki kavmi de çığlık ile helak etmiştir. Şu kadar var ki Salih kavmini çığlık alt taraflarından, Şuayb kavmini ise çığlık üst taraflarından yakalamıştır "de yurtlarında diz üstü çöküp, kaldılar."

 

95. "Sanki orada yaşamış değillerdi. Haberiniz olsun ki Semud kavmi Allah'ın rahmetinden nasıl uzaklaştıysa, Medyen kavmi de öylece uzaklaştı." Bu buyruğun anlamı az önce geçti.

el-Kisai'nin naklettiğine göre Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemi; "Uzaklaştı," fiilini "ayn" harfi ötreli olarak okumuştur. en-Nehhas ise şöyle demektedir: Dilde bilinen bu fiilin helak olmak anlamında: (...) şeklinde kullanılacağıdır.

 

el-Mehdevi der ki: Burada "ayn" harfini ötreli okuyanların okuyuşu aslında hem hayır, hem şer hakkında kullanılabilen bir şive olup bunun mastarı (...) dır.

 

Ancak "ayn" harfinin esreli söylenişi sadece kötülüğü anlatmak için kullanılır ve (...) denilir. Buna göre çoğunluğun kıraatine göre "uzak olmak" lanet anlamındadır. Anlam itibariyle ikisinin de birbirlerine yakın olması dolayısıyla her iki kullanışın anlamı da aynı olabilir. Böylelikle bu, manaları yakın olması hasebiyle mastarı lafzından başka şekilde gelen kelimelerden birisi olur.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Hud 96-99

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR