HUD 41 / 44 |
وَقَالَ
ارْكَبُواْ فِيهَا
بِسْمِ
اللّهِ
مَجْرَاهَا
وَمُرْسَاهَا
إِنَّ
رَبِّي
لَغَفُورٌ
رَّحِيمٌ {41} وَهِيَ تَجْرِي
بِهِمْ فِي
مَوْجٍ
كَالْجِبَالِ
وَنَادَى نُوحٌ
ابْنَهُ
وَكَانَ فِي
مَعْزِلٍ
يَا بُنَيَّ
ارْكَب
مَّعَنَا وَلاَ
تَكُن مَّعَ
الْكَافِرِينَ
{42} قَالَ
سَآوِي
إِلَى
جَبَلٍ
يَعْصِمُنِي
مِنَ
الْمَاء
قَالَ لاَ
عَاصِمَ الْيَوْمَ
مِنْ أَمْرِ
اللّهِ
إِلاَّ مَن رَّحِمَ
وَحَالَ
بَيْنَهُمَا
الْمَوْجُ
فَكَانَ مِنَ
الْمُغْرَقِينَ
{43} وَقِيلَ يَا
أَرْضُ ابْلَعِي
مَاءكِ
وَيَا
سَمَاء أَقْلِعِي
وَغِيضَ
الْمَاء
وَقُضِيَ
الأَمْرُ
وَاسْتَوَتْ
عَلَى
الْجُودِيِّ
وَقِيلَ بُعْداً
لِّلْقَوْمِ
الظَّالِمِينَ
{44} |
41. Dedi
ki: "Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır.
Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahimdir."
42. O
içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken, Nuh ayrı
bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: "Oğlum, gel bizimle birlikte sen
de bin. Kafirlerle beraber olma!''
43; O
dedi ki: "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığinırım.." Dedi ki:
"Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak
hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin arasına dalgalar girdi.
Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu.
44.
"Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de tut!" denildi. Su kesildi, iş,
olup bitirildi ve Cudi üzerinde oturdu. "O zalimler topluluğu uzak
olsunlar" denildi.
"Dedi ki,: Binin
içerisine!" Bu, gemiye binmek için verilmiş bir emirdi. Bu emrin Yüce
Allah'tan verilmiş olma ihtimali olduğu gibi, Hz. Nılh'un kavmine verdiği emir
olma ihtimali de vardır.
Binmek (rukub) bir şeyin
sırtına, üstüne çıkmak demektir. Mesela; "Borç ona bindi (borca
battı)" denilir.
Bu ifadede hazf vardır,
yani siz suya gömülen gemiye binin, demektir. Anlamın ona binin şeklinde olduğu
ve "içerisi... " lafzının ise te'kid için geldiği de söylenmiştir.
Yüce Allah'ın: "Eğer rüya yoru munu biliyorsanız ... " (Yusuf, 43)
buyruğunda olduğu gibi. (Burada "rüya" lafzının başına gelen
"lam" harf-i cerrinin te'kid için geldiğini söylemek istiyor).
Buradaki; "İçerisi" edatının faydası da şudur: Onlar geminin sırtında
değil de içerisinde yer almakla emrolunmuşlardı.
İkrime der ki: Nuh (a.s)
gemiye Receb ayının onuncu günü bindi ve gemi Cudi dağı üzerinde 10 Muharrem
(Aşura) günü durdu. Böylelikle altı ay tamam olmaktadır. Katade de bu
görüştedir. Ayrıca o, işte o gün Aşura günüdür, diye ilavede bulunur.
Hz. Nuh da beraberinde
bulunanlara dedi ki: Aranızdan oruçlu bulunanlar, oruçlarını tamamlasınlar,
oruçlu olmayanlar da bugün oruç tutsunlar.
Taberi ayrıca bu hususta
Peygamber (s.a.v.)den naklen bir hadis zikretmektedir. Buna göre Nuh (a.s)
Receb ayının birinci günü gemiye bindi ve bütün ayı oruçla geçirdi. Gemi, Aşura
gününe kadar suyun üzerinde akıp, durdu. İşte Aşura günü gemi Cudi dağı
üzerinde demir attı. Nuh (a.s) ve beraberindekiler de o günü oruç tuttular.
Yine Taberi, İbn İshak'tan, Hz. Nuh'un altı ay süreyle su üzerinde kaldığını ve
Beytullah'ın yanından geçerek etrafında yedi (şavt) tavaf ettiğini ve Yüce
Allah'ın o sırada Beyt'i suyun üstüne çıkartmış olduğunu ve su altında kalmamış
olduğunu, bundan sonra gemisinin Yemen'e kadar gittikten sonra Cudi'ye geri
dönüp, Cudi üzerinde durduğunu ifade eden rivayeti de zikretmektedir.
"Onun akması da,
durması da Allah'ın adıyladır" buyruğunu Haremeyn ehli ile Basralılar her
iki kelimenin de "mim" harflerini -istisna (şaz) teşkil edenler
dışında- ötreli okumuşlardır ve bunun anlamı, onun akıtılması da, durdurulması
da Allah'ın adı iledir, şeklindedir. Buna göre "akması ve durması"
anlamındaki kelimeler mübteda olarak ref mahallindedirler. Nasb mahallinde
olmaları ve takdirin şu şekilde olması da caizdir: "Akacağı vakit Allah'ın
adı ile (akar)." Bu durumda "vakit" kelimesi hazfedilmiş ve
bunun yerine; "Akması" kelimesi getirilmiştir.
el-A'meş, Hamza ve
el-Kisai "mim" harfini ötreli olarak; "Onun akması Allah'ın
adıyladır" şeklinde; "Durması" kelimesini ise "mim"
harfini ötreli olarak okumuşlardır.
Yahya b. İsa,
el-A'meş'ten, o Yahya b. Vessab'dan; (...) şeklinde her iki kelimenin de
"mim" harfini üstün olarak okuduğunu rivayet etmektedir ki; bu
okuyuşa göre birincisi: "Aktı, akar"dan mastar, diğeri ise;
"Durdu, demirledi" kelimesinden mastar okumuştur.
Buna karşılık Mücahid,
Süleyman b. Cundub, Asım el-Cahderi ve Ebu Reca el-Utaridi ise; "Onu
akıtan ve durduran Allah'ın adıyla" şeklinde cer mahallinde
"Allah" lafzının sıfatı olarak okumuşlardır. Bununla birlikte bu
isimlerin bir mübteda takdiri ile ref mahallinde, yani; "Onu akıtan da,
durduran da O'dur" anlamında olması mümkündür. hal olarak nasb olması da
mümkündür.
ed-Dahhak der ki: Nuh
(a.s) "akması Allah'ın adı iledir" dedi mi gemiakar giderdi.
"Durması Allah adı iledir" dedi mi de dururdu.
Mervan b. Salim, Talha
b. Ubeydullah b. Keriz'den, o el-Huseyn b. Ali'den, o Peygamber (s.a.v.)den
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "ümmetimin gemiye binmeleri
halindeki emanları: "Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla! Onlar Allah'ı gereği
gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile O'nun
kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır. O şirk
koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir. " (ez-Zümer, 67);
"Onun akması da,
durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır,
Rahim'dir" (sözlerini söylemeleri)dir.
İşte bu ayet-i kerime de
herbir işin başında besmeleyi zikretmeye dair bir delildir. Nitekim biz bunu
daha önce Besmele ile ilgili yaptığımız açıklamalarda beyan etmiş bulunuyoruz.
Yüce Allah'a hamdolsun.
"Şüphesiz Rabbim
günahları bağışlayandır, Rahim'dir." Yani gemiye binenlerin günahlarını
bağışlar, onlara çok merhametlidir.
İbn Abbas'tan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Hayvanların dışkıları ve pislikler çoğalınca Yüce
Allah Nuh (a.s)'a: Filin kuyruğuna bastır diye vahyetti. Ondan biri erkek, biri
dişi bir çift domuz düştü ve bunlar da dışkılara yöneldiler. Nuh, kendi
kendine: Şu domuzun kuyruğuna bastırsam dedi ve dediğini yaptı. Bu sefer ondan
biri erkek, biri dişi bir çift fare çıktı. Bu fareler gemiye düşünce, gemiyi ve
iplerini, eşyaları ve azıkları kemirmeye başladılar. Öyle ki geminin
halatlarının kopacağından korktular. Şanı Yüce Allah bu sefer Hz. Nuh'a:
Arslanın alnını sıvazIa, diye vahyetti. Hz. Nuh, alnını sıvazladıktan sonra bu
sefer ordan iki kedi çıktı ve bunlar da fareleri yemeye koyu ldular. Hz. Nuh,
arslanı gemiye yüklediğinde: Rabbim ben buna nereden yiyecek bulacağım,
demişti. Bu sefer Yüce Allah: Ben onu meşgul edeceğim, diye buyurdu ve arslan
hummaya tutuldu. O bakımdan arslan her zaman hummalı (yüksek ateşli) dir.
İbn Abbas der ki: Hz.
Nuh'un gemiye aldığı hayvanların ilki ördek, sonuncusu ise eşek'tir. İblis de
eşeğin kuyruğuna yapıştı ve o sırada eşeğin ön ayakları geminin içinde, arka
ayakları ise geminin dışında idi. Eşek yerinde kıpırdanıp duruyor ve içeri
giremiyordu. Hz. Nuh yüksek sesle ona, ne oluyor sana, girsene! diye bağırınca
yine eşek yerinde debelenmeye başladı. Yine: Ne oluyor sana? girsene,
beraberinde şeytan dahi olsa gir, dedi ve bu son sözleri ağzından kaçırmış
oldu. Böylelikle eşek de girdi, beraberinde şeytan da girmiş oldu. Daha sonra
Hz. Nuh, şeytan'ın gemide şarkı söylediğini görünce ona, ey lanetli! Seni evime
sokan ne oldu? deyince, Hz. Nuh'a: Sen bana izin verdin, diyerek durumu anlattı.
Hz. Nuh da ona: Kalk ve buradan çık git, deyince, şeytan: Senin de beni gemide,
seninle beraber taşımaktan başka yolun yok. İşte bu iddiaya göre iblis de
gemide bulunuyor idi.
Nuh (a.s) ile birlikte
birisi güneşin yerine, diğeri de ayın yerine olmak üzere parıldayan iki boncuk
vardı. İbn Abbas der ki: Bunlardan birisi gündüzün aydınlığı gibi beyaz, diğeri
ise gecenin karanlığı gibi siyahtı. O bu boncuklar vasıtasıyla namaz
vakitlerini tesbit edebiliyordu. Akşam olduğunda siyah boncuğun siyahlığı, beyazınkini
bastırırdı. Sabah olduğunda ise beyaz boncuğun aydınlığı, diğerinin siyahlığını
bastırırdı ve bu da gece ile gündüzün saatleri miktarına göre oluyordu.
"O içindekilerle
beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken" buyruğundaki; "Dalgalar"
kelimesi; (...) in çoğuludur. Dalga; şiddetli rüzgarın esmesi esnasında
yükselen suyun bir bölümüne denilir. Buyruktaki "kef" harfi benzetme
edatıdır. Bu edat da "dalgalar"ın sıfatı olarak cer mahallindedir.
Tefsirlerde nakledildiğine göre su, herbir şeyin üzerinden onbeş zira yükselmiş
idi.
"Nuh ayrı bir yere
çekilmiş olan oğluna seslendi." Denildiğine göre oğlunun adı Kenan olup,
kafir idi. Adının Yam olduğu da söylenmiştir.
Sibeveyh'in görüşüne
göre "Nuh ... oğluna seslendi" anlamındaki buyrukta yer alan; (...):
Oğluna" kelimesinden (sonraki "he" zamirinde yazılmayıp med
olarak okunan) "vav" hazfedilebilir. Sibeveyh buna örnek olmak üzere
de şu mısraı kaydeder: "O avamca şiir söyleyip söylediği bu şiir develere
şarkı söyleyenin sesini andıran gibidir."
"Nuh ... olan
oğluna seslendi şeklindeki kıraat ise şaz bir kıraattir, bununla birlikte bu
Ali b. Ebi Talib (r.a.)'den ve Urve b. ez-Zübeyr'den de rivayet edilmiştir. Ebu
Hatim ise bu kıraatin (...): O kadının oğlu, kasdı ile caiz olacağını ve tıpkı;
"O erkeğin oğlu" derken "vav" hazfedildiği gibi, bundan da
"elif"in hazfedildiğini iddia etmiştir.
en-Nehhas ise der ki:
Ebu Hatim'in bu açıklaması, Sibeveyh'in görüşüne göre caiz değildir. Çünkü
"elif" söylenişi hafif bir harf olduğundan hazfedilmesi caiz olmaz,
"vav"ın ise sakil (ağır) olduğundan hazfi caizdir.
"Ayrı bir yere
çekilmiş olan" yani babasının dininden uzak bulunan, bir açıklamaya göre
gemiden uzakta olan. Diğer bir açıklamaya göre; Nuh (a.s) oğlunun kafir
olduğunu bilmiyordu, mü'min olduğunu zannederek onu çağırmış ve bundan dolayı
ona: "Kafirlerle beraber olma" demişti -ki ileride gelecektir.- Hz.
Nuh'un bu seslenişi, kavminin suda boğulacaklarına inanmalarından ve artık
kurtuluştan ümitlerinin kesildiğini görmelerinden önce olmuştu. Tandırdan suyun
ilk kaynadığı ve Hz. Nuh'un tufan alametini ilk gördüğü sırada olmuştu.
Asım: "Oğlum gel,
bizimle birlikte sen de bin" buyruğunda ki "ya" harfini üstün,
diğerleri ise esreli okumuştur. "Ey oğulcağızım" kelimesinin aslında
üç "ya"lı olması gerekiyor. Birisi küçültme "ya"sı, diğeri
fiilin aslındaki "ya" diğeri de izafet "ya"sı. Küçültme
"ya"sı lam el-fiil'in (son harfin) "ya"sına idğam
edildikten sonra izafet "ya"sından ötürü de lam el-fiil esreli gelmiş
ve tenvin mahallinde olduğundan, "ya" da burada hem kendisinin, hem
de ondan sonraki kelimenin "ra" harfinin sakin oluşundan dolayı
hazfedilmiştir. İşte "ya" harfini esreli okuyanların kıraatinin asıl
şekli budur. Fethalı okuyanların kıraatinin aslı da budur. Çünkü bu şekilde
okuyanlar izafet için kullanılan "ya" harfini, "elif"in
söylenişinin hafifliği dolayısıyla "elif" e kalb etmişler. Bundan
sonra da hazfedilen harfin yerine geldiği için "ya" da hem kendisinin
hem de ondan sonraki "ra" harfinin sakin oluşundan ötürü
"elif" hazfedilmiştir.
en-Nehhas der ki:
Asım'ın kıraati, açıklanması zor bir kıraattir. Ebu Hatim de der ki: O bununla;
"Ey oğulcağızım," şeklindeki kıraati ve ondan sonraki (sondaki
"he" harfinin) hazfini kastetmektedir. Yine en-Nehhas der ki: Ben Ali
b. Süleyman'ın böyle bir kıraatin caiz olmadığı görüşünde olduğunu gördüm.
Çünkü "elif" hafif bir harftir. Ebu Ca'fer en-Nehhas der ki: Ben
nahivcilerden bu şekildeki bir telaffuzu Ebu İshak'ın dışında caiz gören bir
kimse olduğunu bilmiyorum. Çünkü o iki cihetten üstün, iki cihetten de esreli
okunabileceğini ileri sürmüştür. üstün okuyuş "elif"in "ya"
harfine bedel gelişine göredir. Nitekim Yüce Allah, şöyle söyleneceğini bize
haber vermektedir: "Eyvah bana ... " (el-Furkan, 28) Şair de bu şekilde
kullanmıştır: "Onun sırtına vurulan yükten hayret doğrusu."
(Ebu İshak) bununla;
(...) söyleyişini kastetmektedir. Bundan sonra ise iki sakinin arka arkaya
gelişinden dolayı, "elif" hazfedilmiştir. Nitekim tesniye olarak;
"İki Abdullah bana geldi" demek de bu kabildendir. İkinci açıklama
şekli ise, nida hazf mahalli olduğundan dolayı "elif"in hazfedildiği
şeklindeki açıklamadır.
Esreli okuyuşa gelince,
nida dolayısıyla sondaki "ya" harfi hazfedilir.
İkinci açıklaması da iki
sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, son "ya" harfinin hazfedilişi
şeklindedir.
"O dedi ki: Ben
beni sudan koruyacak" ve boğulmamı önleyecek, engelleyecek "bir dağa
sığınırım.." Oraya gider ve orada yerimi alırım. "Dedi ki: Bugün
-rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu"
Allah'ın azabım önleyecek hiçbir engelleyici "yoktur." Çünkü bugün
azabın, kafirlere hak olduğu bir gündür. "Koruyucu" kelimesi ondan
önceki "la" edatının tebrie (cinsi nefy) için gelmesi dolayısıyla
nasbedilmiştir. Bununla birlikte; "Yoktur" anlamında olması da
mümkündür.
"Rahmet ettiği
kimselerden başka" ifadesi de birinci türden olmayan (munkatı') bir
istisna olarak nasb mahallindedir. Allah'ın rahmetine mazhar kıldığı kimseyi
Allah korur, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. Bununla birlikte;
"Koruyucu"nun, "Korunmuş" anlamında olması suretiyle ref
mahallinde olması da mümkündür. Nitekim; "Atılıp, dökülen bir su
"(et-Tarık, 6) buyruğunda olduğu gibi, kelime ism-i fail olmakla birlikte,
ism-i mef'ul anlamındadır. Buna göre ise istisna muttasıl olur. Şairin şu
beyitinde olduğu gibi: "Yerinden kalkması zor, sözü de anlaşılmıyor.
Bununla birlikte kalbim ona meyledicidir."
Burada da "Fatin
(meyledici)", ism-i mef'ul olarak "meftun (meyletmiş)"
anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demektedir: "Sen yüksek ahlaki
değerlere ulaşmaktan vazgeç. Onları elde etmek için Yerinden kalkma(na gerek
yoktur) otur, çünkü sen yedir(il)en ve giydir(il)ensin."
Görüldüğü gibi burada da
Cism-i mef'ul anlamında) yedirilen ve giydirilensin demektir.
en-Nehhas der ki: Bu
hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de; "Kimse,"
kelimesinin: Bugün Allah'ın emrinden ancak rahmet edici, yani Allah
koruyabilir, başka kimse koruyamaz, anlamında ref mahallinde olmasıdır.
Taberi'nin tercih ettiği görüş de budur. Bunun güzel görünme sebebi ise,
buradaki "koruyucu" kelimesinin "korunan" anlamında (ism-i
mef'ul) kabul edilmeyip asli babından başka bir baba nakledilmeyişidir. Aynı
şekilde; "Başka" anlamındaki istisna edatının da; "Ama,
lakin" anlamına nakledilmeyişidir.
"Derken
ikisinin" yani Hz. Nuh ile oğlunun "arasına dalgalar girdi.
Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu." Denildiğine göre oğlu bir ata
binmiş ve bundan dolayı bayağı böbürlenmiş idi. Suyun yaklaşmakta olduğunu
görünce, bu sefer: Babacığım! Tandır kaynayıp coştu demiş, babası da kendisine:
"Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" demiş, fakat daha cevabı
tamamlanmadan, gelen büyük bir dalga oğlunu atıyla birlikte içine alıvermiş,
böylelikle Hz. Nuh ile oğlu arasına dalga girdikten sonra oğlu da boğulup
gitmişti.
Yine denildiğine göre o,
kendisi için suya karşı korunmak üzere camdan bir oda yapmıştı. Tandır
kaynayınca, bu odasının içine girib içerden üzerine kilitlemiş idi. O odası
içerisinde büyük ve küçük abdestini bunlarla boğuluncaya kadar yapıp, durdu.
Sığındığı dağın Turu
Sina olduğu söylenmiştir.
"Ey arz! Suyunu
yut! Ey gök! Sen de tut, denildi." Buradaki ifade mecazi bir ifadedir.
Çünkü arz da, sema da cansızdır. Arzı ve semayı idrak ve ayırdetme gücüne sahip
kıldığı da söylenmiştir.
Bunun mecazi bir ifade
olduğunu söyleyenler şöyle derler: Eğer Arapların da, Arap olmayanların da
dilleri araştırılacak olursa, güzel söz dizisi, ifadelerinin belağati ve
kapsadığı anlamları itibariyle bu ayetin bir benzeri bulunamaz.
Rivayette denildiği ne
göre Yüce Allah bir ya da iki yıl boyunca yeryüzünü yağmursuz bırakmaz. Semadan
ne kadar su (yağmur) indiyse, mutlaka bu işle görevli meleğin koruması (ve
tesbiti) ile inmiştir. Tufan yağmurları ve suları bundan müstesnadır.
Çünkü tufanda meleğin koruyup
tesbit etmediği kadar sular çıktı. İşte Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki su
haddini aştığı sırada sizlerigemide Biz taşıdık" (el-Hakka, 11) buyruğu
bunu anlatmaktadır.
Gemi, içindekilerle
birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde akıp gitti. Daha sonra Yüce
Allah, gökten boşanan suya kesilmesini, yere de suyunu yutmasını emretti.
"Suyu yuttu,
yutar" ifadesinde fiilin ikinci harfi hem mazi, hem muzaride üstündür.
"Engelledi, engeller" fiilinde olduğu gibi. "Hamdetti,
hamdeder" fiilinde olduğu gibi, mazide ikinci harfi esre'li, muzaride de
üstün kullanıldığı da olur. Bunlar iki ayrı söyleyiş olup her ikisini de
el-Kisai ve el-Ferra nakletmişlerdir. Aynı kökten gelen; (...): Suyu içen,
yutan yer demektir.
İbnu'l-Arabi der ki:
Yerin ve göğün suları ilahi ilimde takdir edilmiş bir noktada birbirine
karıştı, kavuştu. Yerdeki su ile gökten inen su bir araya geldikten sonra Yüce
Allah gökten inene çekilmeyi emretti. O bakımdan yeryüzü ondan bir damla dahi
emmedi. Yere de yalnızca kendisinden çıkan suları yutmasını emretti. İşte Yüce
Allah'ın: "Ey Arz! Suyunu yut. Ey gök! Sen de tut (geri kalanı al)
denildi" buyruğunda anlatılan budur. Yüce Allah'ın her iki suyu
birbirinden ayırtettiği de söylenmiştir. Yerin suyunu Allah yere emir vererek
yuttu, gökten gelen su da denizleri meydana getirdi.
"Su kesildi"
yani eksildi; "Eksildi" ile; "Onu ben eksilttim" şeklinde
(hem lazım, hem müteaddi olarak) kullanılır. Nitekim; "Eksildi ve başkası
onu eksiltti" de denilir. "Kesildi," fiilinin "ğayn"
harfi ötreli (yani "ya" harfin üzerinde esrenin işmamı ile) okunması
da mümkündür.
"İş olup
bitti." Yani sağlam bir şekilde bitirildi. Bu da Nüh kavminin bütünüyle ve
kesin bir şekilde helak edildiği anlamına gelir.
Denildiğine göre Yüce
Allah, tufandan kırk yıl öncesinden kadınlarını kısırlaştırdı. O bakımdan helak
edilenler arasında küçük (mükellef olmayan kimse) yoktu. Ancak sahih olan,
çocukların da tufan ile helak edildiğidir, tıpkı kuşların ve yırtıcı
hayvanların helak edildiğigibi. Suda boğulmak, çocuklar, hayvanlar ve kuşlar
için bir ceza değildi. Onlar ecelleriyle ölmüş oldular.
Yine nakledildiğine göre
su yollarda çoğalıp, artınca bir çocuğun annesi, çocuğunun boğulacağından
korktu. Yavrusunu oldukça seviyordu, çocuğunu alıp dağa çıktı. Dağın üçte
birine ulaştığında, su da ona yaklaşmaya başladı. Yine dağın üçte ikisine kadar
tırmandı, su orada da ona yetişince, dağın tepesine kadar çıktı. Su kadının
boynuna ulaşınca, elleriyle oğlunu havaya kaldırdı ve nihayet su onu alıp
gitti. İşte, şayet Allah onlardan herhangi bir kimseyi esirgeyecek olsaydı, bu
çocuğun annesini esirger, tufandan kurtarırdı. "Ve Cudi üzerinde durdu. O
zalimler topluluğu uzak olsunlar denildi." Yani onlar helak olsunlar
denildi.
Cudi; Musul yakınlarında
bir dağdır. Muharrem ayının onuncu günü olan Aşura günü o dağın üzerinde durdu.
O bakımdan Nüh (a.s) o günü oruç tuttu, beraberinde bulunan herkese de vahşi
hayvanlara, kuşlara ve diğer canlılara da emir vererek o günü -yüce Allah'a
şükür olmak üzere- oruçla geçirdiler. Bu husus daha önceden de geçmişti.
Bugünün, cuma günü
olduğu da söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre Yüce Allah dağlara: Geminin
dağlardan birisi üzerine duracağını vahyetti. Bu dağların herbirisi
yüksekliğini düşünerek umutlandı. Cüdi dağı ise Yüce Allah'a tevazu olmak üzere
öyle bir umuda kapılmadı. O bakımdan gemi de onun üzerine durdu ve geminin
tahtaları, direkleri o dağın üzerinde kaldı. Hadis-i şerif'te de Peygamber
(s.a.v.)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Andolsun ki bu gemiden, bu
ümmetin ilklerinin yetiştiği (yetişeceği) bir şeyler geriye kalmış
bulunuyor."
Mücahid der ki: Dağlar
yüksekliklerine ve yüceliklerine kanarak, suyun altında kalmayacaklarını
zannettiler. Ancak su dağların üzerinden onbeş zira kadar yükseldi. Cudi dağı
ise Yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük ve tevazu gösterdi. O bakımdan
orası suyun altında kalmadı ve gemi onun üzerinde durdu.
"Cudi"
kelimesinin her dağın adı olduğu da söylenmiştir. Nitekim Zeyd b. Amr b.
Nufeyl'in şu beyiti de bu türdendir:
"Tenzih ederim
O'nu, sonra yine yalnız O'na ait olmak üzere tenzih ederim, Bizden önce de
zaten Cudi (dağlar) ve yerdeki diğer yükseklikler de tesbih etmişlerdi."
Cudi'nin cennet
dağlarından bir dağ olduğu için, geminin onun üzerinde durduğu da söylenmiştir.
Şanı Yüce Allah'ın üç kişi ile üç dağa ikramda bulunduğu söylenmiştir: Hz. Nuh
ile Cudi'ye, Hz. Musa ile Tur-i Sina'ya, Muhammed ile de Hira dağına (Allah'ın
salat ve selamları hepsine olsun).
Alçak Gönüllülük ve
Büyüklük Taslamak: Cudi dağı alçak gönüllülük gösterip, boyun eğince Allah ona
üstünlük verdi. Başkası da kendisini yüksek görüp, üstünlük taslayınca zelil
oldu. İşte Yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünneti (kanunu) budur. Tevazu
ile boyun eğeni yükseltir, üstünlük taslayanı da alçaltır. Şu beyiti söyleyen
ne güzel demiş: "Boyunlarımız Senin önünde itaatle eğilecek olup,
zilletini arzederse, İşte bizim aziz oluşumuz da onların zelilliklerini ortaya
koymalarındadır."
Buhari ve Müslim'in,
Sahih'lerinde kaydedildiğine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber
(s.a.v.)in "el-Adba" adında bir dişi devesi vardı ki bu deve bir
türlü geçilemiyordu. Bedevi bir Arap altı yaşına henüz basmamış erkek bir deve
ile geldi. İşte bu deve Hz. Peygamber'in dişi devesini (yarışta) geride
bıraktı. Bu durum müslümanlara ağır geldi ve el-Adba yarışta geçildi, dediler.
Resulullah (s.a.v.) da şöyle buyurdu: "Dünyadan herhangi bir şeyi
yükseltti mi, mutlaka onu alçaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır (O'nun
kanunudur)."
Yine Müslim, Ebu Hureyre
(r.a)dan Rasülullah (s.a.v.)ın şu buyruğunu kaydetmektedir: "Sadaka hiçbir
malı eksiltmez. Affeden kulunun da Allah mutlaka izzetini arttırır. Allah için
alçak gönüllülük gösteren bir kimseyi de Allah mutlaka yükseltir.''
Yine Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Yüce Allah bana: "Sizden herhangi bir kimse bir
diğerine haksızlık etmeyecek ve kimse kimseye karşı övünmeyecek noktaya
gelinceye kadar birbirinize alçak gönüllü olunuz, diye vahyetti." Bu
hadisi de Buhari rivayet etmiştir.
Hz. Nuh ve Gemisi ile
ilgili Bazı Bilgiler:
Burada Hz. Nüh'un kavmi
ile başından geçen kıssanın bir bölümünü ve gemi ile ilgili bazı açıklamaları
söz konusu edelim.
Hafız İbn Asakir,
Tarih'inde (Tarihu Dimaşk), el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir: Nüh
(a.s) Yüce Allah'ın yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk rasüldür. İşte Yüce
Allah'ın: "Andolsun Biz Nuh 'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli
yıl eksik olmak üzere bin yıl kaldı ... " (el-Ankebut, 14) buyruğu buna
işaret etmektedir. Kavminin işledikleri masiyetler alabildiğine çoğalmış, aralarındaki
zorbaların sayısı artmış ve azdıkça azmışlardı. Hz. Nüh da gece gündüz, gizli
açık onları davet eder dururdu. Oldukça sabırlı ve tahammülkar birisi idi.
Peygamberlerden hiçbir kimse Hz. Nüh'un karşılaştıklarından daha ağırı ile
karşılaşmış değildir. Kavmi yanına girer ve yere yığılıncaya kadar onun
boğazını sıkar, dururlardı. Meclislerde onu döverler ve kovulurdu. Bununla
birlikte kendisine bunları yapanlara beddua etmez, aksine onları hak dine davet
eder ve: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar"
derdi. Ancak onun bu yaptıkları kavminin kendisinden kaçıp, uzaklaşmalarından
başka bir şeylerini artırmıyordu. Hatta onlardan birisiyle konuşacak olursa, o
kişi elbisesi ile başını sarar, sarmalar, kulaklarını da sözlerinden hiçbir şey
işitmesin diye parmaklarıyla tıkardı. İşte Yüce Allah'ın: "Gerçekten ben
onlara kendilerine mağfiret etmen için ne zaman davette bulunduysam,
parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerine büründüler ... " (Nüh, 7)
buyruğunda anlatılan budur.
Mücahid ve Ubeyd b. Umeyr
derler ki: Hz. Nuh'u kavmi baygın düşünceye kadar döver dururlardı. Ayılıp
kendisine geldiğinde ise: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar
bilmiyorlar" derdi.
İbn Abbas der ki: Hz.
Nuh kavmi tarafından dövülür, sonra da bir keçeye sarılarak öldü düşüncesi ile
evine bırakılırdı. Sonra yine dışarı çıkar, onları davet ederdi. Nihayet
kavminin iman edeceğinden ümidini kestiği bir sırada, bir adam asasına
yaslanarak, oğluyla birlikte yanına geldi ve oğluna şöyle dedi: Oğulcağızım! Şu
yaşlıya dikkatle bak, sakın seni aldatmasın. Oğlu: Babacığım! Sen bana asayı
ver dedi. Babası ona asayı verince, o da asayı aldıktan sonra beni yere bırak
dedi. Babası onu yere bıraktıktan sonra, asa ile Hz. Nuh'un üzerine yürüdü ve
ona vurup ve başını yaraladı, başından kanlar aktı. Bunun üzerine Hz. Nuh şöyle
dedi: "Rabbim, kullarının bana neler yaptığını görüyorsun. Eğer Senin
kulların hakkında dilediğin bir hayır var ise onlara hidayet ver, eğer dileğin
bundan başkası ise hükmünü verinceye kadar da bana sabır ver. Zaten, Sen hüküm
verenlerin en hayırlısısın."
Yüce Allah ona indirdiği
vahyiyle artık kavminin iman etmeyeceğini belirtip imanlarından yana ümidini
kesti. Ne erkeklerin sulblerinde, ne de kadınların rahminde iman edecek kimse kalmadığını
bildirdi ve buyurdu ki:
"Nuh'a şöyle
vahyolundu: Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan baş kası asla iman
etmeyecektir. O halde işlediklerine tasalanma." Yani onlara üzülme
"gözümüzün önünde ve vahyimizle gemiyiyap." (Hüd, 36-37) Hz. Nuh:
Peki Rabbim gemiyi yapmak için kereste nerede? deyince, Yüce Allah ona, ağaç
dik, diye emir verdi. O da yirmiyıl süreyle tik ağaçlarını dikti. Davet
etmekten uzak durdu, onlar da onunla alayetmekten uzak durdular. Çünkü onunla
alayedip dururlardı. Ağaçlar yetişince Rabbinin ona emir vermesi üzerine
ağaçları kesip kuruttu ve şöyle dedi: Peki Rabbim ben bu evi (gemiyi) nasıl
yapacağım? Yüce Allah ona: Sen bu evi (gemiyi) üç şekle benzeterek yap. Başı
horoz başı gibi olsun, teknesi kuşun göğüs kafesi gibi olsun, kuyruğu da
horozun kuyruğuna benzesin. Bu gemiyi kat kat yap ve yan taraflarında kapıları
olsun. Ondan sonra demir çivilerle bu kapıları kapat.
Yüce Allah Hz. Cebrail'i
göndererek, ona gemiyi nasıl yapacağını öğretti. Hz. Nuh'un eli en ufak bir
yanlışlık yapmaz oldu. İbn Abbas dedi ki: Nuh (a.s)'ın evi Dimaşk'ta idi.
Gemisini Lübnan'dan getirdiği kerestelerden, Zemzenı kuyusu ile Rükun ile Makam
arasında inşa etti. Gemi tamamlanınca yırtıcı hayvanları ve yerdeki diğer
canlıları birinci kapıdan aldı. Yabani hayvanlar ile kuşları ikinci kapıdan
aldı ve kapıları üzerlerine kapattı. Adem oğullarından kırk erkek ve kırk
kadını da üst kapıdan alarak, kapıyı da üzerlerine kapattı. Küçük çocukları da
zayıflıkları dolayısıyla, hayvanların onları ezmemesi için güçsüzlükleri
dolayısıyla kendisiyle beraber üst kapıdan aldı.
ez-Zührı dedi ki: Yüce
Allah bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar, yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, vahşi
hayvanlardan ve diğerlerinden herbir çiftten birisini ona taşıyıp getirdi.
Cafer b. Muhammed dedi
ki: Yüce Allah, Hz. Cebrail'i gönderdi, o da bu canlıları toplayıp bir araya
getirdi. Eliyle bir çiftin üzerine vuruyor ve böylelikle sağ eli erkeğin, sol
eli de dişinin üzerine konuyor ve bunları alıp gemiye koyuyordu.
Zeyd b. Sabit dedi ki: Teke
gemiye girmekte Hz. Nuh'a zorluk çıkardı. O da eliyle kuyruğundan itti, işte o
zamandan bu yana keçinin kuyruğu yukarı doğru bükük olarak kaldı ve edeb yeri
açığa çıkmış oldu. Koyun da gelip gemiden içeriye girdi, Hz. Nuh da eliyle
kuyruğunu sıvazladığından dolayı edeb yeri örtülmüş oldu.
İshak dedi ki: ilim
ehlinden bir kişinin bize haber verdiğine göre; Hz. Nuh gemidekileri, gemiye
yerleştirdi ve o gemiye her türden çifter çifter koydu. Hüdhüd kuşundan da bir
çift taşıdı. Dişi hüdhüd kuşu yer görünmeden önce öldü. Erkek hüdhüd ona bir
yer bulsun diye dünyayı dolaştırdı, ne çamur, ne de toprak bulamadı. Rabbi
rahmetiyle onu esirgedi ve kafasının arka tarafında ona bir kabir kazıdı ve onu
oraya gömdü. işte hüdhüdun kafasının arka tarafında çıkıntı şeklindeki tüyler o
kabrin yeridir. Bundan dolayı hüdhüdlerin kafalarında böyle bir çıkıntı vardır.
Resulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır: "Nuh gemiye beraberinde bütün ağaçlardan almıştı.
Acve (hurması) da cennetten olup, gemide Nuh ile birlikte idi."
"Kitabul-Arus"un
sahibinin ve başkalarının naklettiğine göre Nuh (a.s) yeryüzünün durumuna dair
kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli göndermek isteyince, tavuk ben
gideyim dedi. Hz. Nuh, o tavuğu alıp kanatlarını mühürledi ve ona şöyle dedi:
Sen benim mührümle mühürlüsün, ebediyyen uçamazsın. Seninle benim ümmetim
istifade etsin. Bunun üzerine kargayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada
kaldı, dönüşü gecikti. Hz. Nuh da kargaya lanet etti, işte bundan dolayı karga
hem Harem bölgesinde hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür. Hz. Nuh kargaya
korkak olsun diye beddua etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra
güvercini gönderdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir
ağaca kondu ve bir zeytin yaprağı taşıdı. Nuh (a.s)'ın yanına geri döndü,
böylelikle Hz. Nuh güvercinin yere konamadığını anladı. Bundan sonra onu bir
daha gönderdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vadilerinden birisine kondu.
Kabe'nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğu görüldü. Oranın çamurları kırmızı
renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi. Sonradan
Nuh (a.s)'a gelerek, sanavereceğim müjde karşılığında benim boynuma gerdanlık
bağışlaman, ayaklarımın kınalanması ve Harem bölgesinde yerleşmem olsun. Hz.
Nuh da eliyle boynunu sıvazladı, boynu etrafında ger danlık oluştu; ayaklarında
da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübarek olması için dua etti.
es-Sa'lebi'nin naklettiğine göre Hz. Nuh kargadan sonra sülünü göndermişti.
Sülün de tavuk türündendi, ona: Sakın ha özür beyan etmeyesin, demişti. Sülün
yeşilliğe ve seyredilecek manzaralara kendisini kaptırdı, kıyamet gününe kadar
da onun yavrularını yanına rehin aldı.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN