TEVBE 118 |
وَعَلَى
الثَّلاَثَةِ
الَّذِينَ
خُلِّفُواْ
حَتَّى
إِذَا
ضَاقَتْ
عَلَيْهِمُ
الأَرْضُ بِمَا
رَحُبَتْ
وَضَاقَتْ
عَلَيْهِمْ
أَنفُسُهُمْ
وَظَنُّواْ
أَن لاَّ
مَلْجَأَ مِنَ
اللّهِ
إِلاَّ
إِلَيْهِ
ثُمَّ تَابَ
عَلَيْهِمْ
لِيَتُوبُواْ
إِنَّ
اللّهَ هُوَ
التَّوَّابُ الرَّحِيمُ |
118. Geri bırakılan üç
kişinin de (tevbesini kabul buyurdu). Öyle ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen
onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan
-yine O'ndan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra tevbe
etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul
edendir, hakkıyla merhamet edendir.
"Geri
Bırakılma"nın Anlamı:
Yüce Allah'ın:
"Geri bırakılan üç kişinin de" buyruğu, Mücahid ve Ebu Malik'ten
nakledildiğine göre, "tevbeden geri bırakılan üç kişi" diye
açıklanmıştır. Katade ise, "Tebuk gazvesinden geri bırakılan üç kişi"
diye açıklamıştır. Muhammed b. Zeyd'den de "geri bırakılan" ın,
terkedilen anlamına geldiğini söylediği nakledilmiştir. Çünkü, "filanı
geri bıraktım", onu terk ettim ve benim giriştiğim işe onu katmayarak onu
oturur halde bırakıp ondan ayrıldım, demektir.
İkrime b. Halid bu
anlamdaki kelimeyi, Rasülullah (s.a.v.)'ın ardında geri kalanlar anlamında;
(...) diye okumuştur. Cafer b. Muhammed'den, onun bu kelimeyi; "Muhalefet
edenler..." diye okuduğu rivayet edilmiştir.
"Geri
bırakılan" ın, münafıklardan farklı olarak sonraya bırakılan, tehir edilen
ve haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen kimseler anlamına geldiği de
söylenmiştir. Çünkü, münafıkların tevbeleri kabul edilmemişti. Diğer bazı
kimseler ise özür beyan etmiş ve bu özürleri de kabul edilmişti. Peygamber
(s.a.v.) ise bu üç kişiyi haklarında Kur'an-ı Kerim buyruğu inene kadar
ertelemişti. Müslim, Buhari ve diğerlerinin rivayetleri gereğince doğrusu da
budur.
Lafız Müslim'in olmak
üzere Ka'b (b. Malik) dedi ki: Biz, yani bu üç kişi kendisine yemin ettiklerinde
mazeretlerini kabul edip kendilerine bey'at edip mağfiret olunmalarını istediği
o kimselerden geriye bırakılmıştık. Ve Resulullah (s.a.v.) da işimizi, Allah
hakkımızda hüküm verinceye kadar ertelemişti. İşte bundan dolayı Yüce Allah:
"Geri bırakılan üç kişinin de ... " diye buyurmuştur. Yoksa, Şanı
Yüce Allah'ın sözünü ettiği geri bırakılışımız, gazadan geri kalışımız
değildir. Buradaki geri kalış, onun (Hz. Peygamberin) bizi geriye bırakması ve
bizim işimizi kendisine yemin edip mazeret beyan eden ve bu mazeretlerini kabul
ettiği kimselerden sonraya bırakmasından dolayıdır.
Bu uzunca bir hadistir,
bizim buraya aldığımız, bu hadisin son bölümüdür.
"Geri
Bırakılanlar''ın Kimlikleri:
Geri bırakılan üç kişi
ise, Ka'b b. Malik, Amiroğullarından Murare b. Rabia ile Vakıfoğullarından
Hilal b. Umeyye'dir. Hepsi de Ensardan idiler. Buhari ve Müslim onlara dair
hadisi rivayet etmişlerdir.
Müslim dedi ki: ... Ka'b
b. Malik'den, dedi ki: Tebuk gazvesi müstesna, Resulullah (s.a.v.)'ın katıldığı
hiçbir gazveden geri kalmadım. Şu kadar var ki, ben Bedir gazvesinden de geri
kalmış idim. Ama, Peygamber o gazada kendisinden geri kalan hiçbir kimseye
serzenişte bulunmadı. Çünkü Resulullah (s.a.v.) ve müslümanlar Kureyş'in kervanını
ele geçirmek kastıyla çıkmışlardı. Nihayet Allah, onları ve düşmanlarını
(önceden) herhangi bir sözleşme olmaksızın bir araya getirdi. Ben, Resulullah
(s.a.v.) ile birlikte İslam üzere ahidleştiğimiz vakit Akabe gecesinde hazır
bulundum. Bunun yerine Bedir'de hazır bulunmuş olmayı tercih etmem. Her ne
kadar Bedir insanlar arasında ondan daha meşhur ise de.
Tebuk gazvesinde
Resulullah (s.a.v.)'dan geri kaldığım sırada durumuma dair haberin bir bölümü
şöyledir: O gazvede Peygamber'den geri kaldığım vakte kadar hiçbir zaman daha
güçlü ve daha bolluk içinde olmamıştım. Allah'a yemin ederim, ondan önce hiçbir
zaman bir arada iki bineğim olmamıştı. Fakat aynı anda iki bineğim vardı.
Resulullah (s.a.v.) oldukça sıcak bir dönemde gazaya çıkmıştı. Önünde katedilecek
uzun bir mesafe ve yollar vardı. üzerine gittiği düşman sayıca çok fazla idi. O
bakımdan, gazalarına gereği gibi hazırlansınlar diye müslümanlara durumlarını
açıkça ifade etti ve nereye gitmek istediğini onlara bildirdi.
Müslümanlar, Resulullah
(s.a.v.) ile birlikte pek çoktular. Herhangi bir belleyicinin -divan
defterlerinin (tutanaklarının)- defteri onları bir arada yazabilmiş değildir.
Ka'b dedi ki: Geri
kalmak isteyip de -hakkında Yüce Allah'tan bir vahiy inmediği sürece- bu işin
Hz. Peygamber'e gizli kalacağını sanmayan kişi çok azdı.
Resulullah (s.a.v.)
meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin hoş olduğu bir zamanda bu gazaya çıktı.
Bense, bu gibi şeylere bir parça düşkün bir kimse idim. Resulullah (s.a.v.) ve
onunla beraber müslümanlar bu gaza için hazırlıklarını yaptılar. Ben de onlarla
birlikte hazırlık yapmak üzere gitmek istedimse de hiçbir iş göremedim. Kendi
kendime: İstersem ben bunu yapabilirim, diyordum. Ancak, benim işi bu şekilde
ağırdan alışım devam edip gitti. Nihayet insanlar ciddiyetle işe koyuldular.
Resulullah (s.a.v.) ve beraberinde müslümanlar gazaya çıktılar, ben ise kendim
için hiçbir hazırlık yapmadan duruyordum. Sonra bir sabah erkenden gittim, yine
hiçbir şey yapmaksızın geri döndüm.
Benim bu işi ağırdan
alışım devam edip durdu, nihayet onlar sür'atle yola koyuldular ve gaziler yol
alıp ilerlediler. Bineğime binip onlara yetişmek istedim, keşke yapabilseydim.
Sonra bu da benim için mukadder olmadı. Rasülullah (s.a.v.)'ın çıkışından
sonra, insanlar arasına çıktığım da ben, ya münafık olduğu hususunda hakkında
ciddi şüpheler bulunan, yahut Allah'ın mazur gördüğü zayıf kabul ettiği
kimselerden başka benim gibi geri kalmış hiçbir kimse görmeyişim beni üzüyordu.
Resulullah (s.a.v.)
Tebuk'e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Tebuk'de ashabı arasında otururken:
"Ka'b b. Malik ne yaptı acaba?" diye sordu, Selemeoğullarından bir
kişi: Ey Allah'ın Resulü dedi, onu iki elbisesi ve bu elbiselerin kenarlarına
bakması kendisini alıkoydu. (Kendisini beğendiğini, güzel elbiselere kendisini kaptırdığını
kastediyor). Ancak, Muaz b. Cebel ona: Ne kadar kötü dedin diye karşılık verdi.
Allah'a yemin ederim, ey Allah'ın Rasülü, biz onun hakkında hayırdan başka bir
şey bilmiyoruz. Rasülullah (s.a.v.) sustu. Bu halde iken serapta hareket eden
beyaz elbiselere bürünmüş bir adam gördü. Resulullah (s.a.v.): "Ebu
Hayseme olasın" diye buyurdu. Gerçekten de Ensardan Ebu Hayseme olduğunu
gördüler. İşte, bir avuç hurma tasadduk ettiği için münafıkların kendisini
ayıpladıkları kişi odur.
Ka'b b. Malik (devamla)
dedi ki: Nihayet Resulullah (s.a.v.)'ın Tebuk'ten geri döndüğü haberini alınca,
aşırı üzüntüm beni istila etti. Söyleyeceğim yalanları hatırımdan geçirmeye ve:
Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulabilirim demeye koyuldum, bu hususta
akrabalarımdan görüşü sağlam herkesten yardım istiyordum. Bana: Artık
Rasulullah (s.a.v.) geliyor ve oldukça yaklaştı denilince, batıl kanaatler
benden uzaklaştı ve ondan hiçbir şekilde (yalan söylemekle) kurtulamayacağımı
kesinlikle anladım. O bakımdan, ona doğru söylemeyi kararlaştırdım.
Nihayet, Rasülullah
(s.a.v.) sabah vakti (Medine'ye) girdi. Yolculuktan geldi mi, önce mescide
uğrar, orada iki rekat namaz kılar, sonra insanlar (ı dinlemek) için otururdu.
Bu şekilde oturunca, geri kalanlar da yanına gelmeye başladılar, ona özür beyan
etmeye ve yemin etmeye koyuldular. Seksen küsur kişi idiler. Rasülullah
(s.a.v.) onların açıkladıklarını kabul etti, onlara bey'at etti, onlar için
mağfiret diledi ve içyüzlerini de Allah'a havale etti. Nihayet ben de yanına
vardım. Ona selam verdiğim de öfkeli birisinin edasıyla tebessüm etti, sonra:
"Gel" diye buyurdu. Önünde oturuncaya kadar yürüdüm, bana: "Seni
geri bırakan sebep nedir? Daha önceden bineğini satın almamış mıydın" diye
sordu. Ben: Ey Allah'ın Rasülü dedim. Allah'a yemin ederim ki, eğer dünya
ehlinden senden başka birisinin huzurunda otursaydım; zannederim ileri
süreceğim bir mazeret ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim. Çünkü bana
güzel söz söyleyebilme yeteneği ve tartışabilme gücü verilmiş bulunuyor. Fakat,
Allah'a yemin ederim, şuna inanıyorum ki, eğer bugün sana, senin benden razı
olmanı sağlayacak yalan bir söz söyleyecek olursam, aradan fazla zaman
geçmeksizin Allah senin bana gazaplanmanı sağlayabilir. Ve andolsun sana, bana
karşı olumsuz duygular beslemene sebep teşkil edecek doğru bir söz söyleyecek
olursam, inanıyorum ki, bu hususta Allah bana güzel bir sonuç ihsan edecektir.
Allah'a yemin ederim, hiçbir mazeretim yoktu. Allah'a yemin ederim, senden geri
kaldığım zamandan daha güçlü, daha rahat imkanlara önceden sahip olmamıştım.
Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Buna gelince, bu doğru söyledi. Haydi, Allah hakkında hüküm
verinceye kadar kalk, git."
Bunun üzerine kalktım.
Selemeoğullarından bazıları da kalkıp arkamdan geldiler ve bana şöyle dediler:
Allah'a yemin ederiz, biz bundan önce senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Bu
geri kalanların Rasulullah (s.a.v.)'e mazeret olarak bildirdikleri şekilde
Rasülullah (s.a.v.)'e özür beyan etmekten aciz (mi oldun)? Çünkü, Rasulullah
(s.a.v.)'ın senin için mağfiret dilemesi, işlediğin günaha karşılık sana
yeterdi.
(Ka'b devamla) dedi ki:
Allah'a yemin ederim beni o kadar azarladılar ki, sonunda Rasülullah (s.a.v.)'a
geri dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara: Peki, benim bu durumum
gibisini benden başkasında da gördünüz mü? diye sordum. Onlar, evet dediler.
Seninle birlikte iki kişi daha senin dediğin gibi dediler. Onlara da sana
söylenenin benzeri sözler söylendi. Ben: Bunlar kimdir diye sorunca bana,
bunlar Murare b. Rabia el-Amiri ile Hilal b. Umeyye el- Vakifi'dir dediler.
Böylelikle bana Bedir'e katılmış salih iki kişinin adını söylemiş oldular.
Bunların benim gibi olmaları bana yeterdi. Bu ikisinin adını bana söyleyince,
ben de çekip gittim.
Resülullah (s.a.v.)
müslümanlara kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi olan bizlerle
konuşmayı yasakladı. O bakımdan insanlar bizden uzak durdular. Bize karşı
tutumları değişti. O kadar ki, ben kendi içimde yeri tanımaz oldum. (Yer benim
için değişti). Bildiğim yer değildi artık.
Bu şekilde elli gün
kaldık. Benim iki arkadaşım ise, evlerine çekildiler, evlerine oturup ağlamaya
koyuldular. Bense aralarında en genç ve en güçlüleri idim. Dışarı çıkar, namaza
iştirak eder, çarşılarda dolaşırdım, ama kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan
sonra Rasulullah (s.a.v.) oturduğu yerde kalkmadan yanına gider, ona selam
verirdim ve kendi kendime selamımı almak için: Acaba dudaklarını kıpırdattı mı,
kıpırdatmadı mı diye sorardım. Daha sonra, yakın bir yerde namaz kılar,
gizliden gizliye ona bakardım. Namazıma yöneldimi, bana bakıyor, ben ona doğru
baktım mı benden yüzünü çeviriyordu.
Nihayet müslümanların
benden bu uzaklaşmaları bana uzun gelmeye başladı. Yolda yürürdüm ve nihayet
Ebu Katade'nin bahçe duvarından aştım. Amcam oğlu idi. İnsanlar arasında en
sevdiğim kişiydi. Ona selam verdim. Allah'a yemin ederim selamımı almadı. Ona:
Ey Ebu Katade dedim, Allah adına sana and veriyorum. Benim, Allah'ı ve Rasulünü
sevdiğimi bilmiyor musun? Ebu Katade susuyordu. Tekrar ona aynı şekilde and
verdim, yine sustu. Yine ona and verdim, bu sefer Allah ve Rasulü daha iyi
bilir dedi. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Geri dönüp yine duvarı aştım (ve
gittim).
Medine çarşısında
yürürken, Medine'de satmak üzere buğday getirenlerden Şam halkından Nabatlı
birisinin: Ka'b b. Malik'i bana kim gösterebilir, dediğini gördüm. Bu sefer,
insanlar işaretle beni onlara göstermeye başladılar. Nihayet yanıma geldi.
Bana, Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Okur-yazar birisiydim. O mektubu
okudum, şu ifadeleri gördüm: İmdi bize ulaştığına göre, senin arkadaşın senden
darılmış. Halbuki Allah seni aşağılanacağın, hakkının kaybolacağı bir yerde
bırakmamıştır. O bakımdan sen bize dön, biz seni gereği gibi gözetiriz. Ben,
bunları okuyunca kendi kendime şöyle dedim: Bu da aynı şekilde belanın bir
parçasıdır. Hemen o mektubu alıp bir tandıra yöneldim ve mektubu tandırda
yakıverdim.
Nihayet elli günün kırkı
geçti Vahiy gecikmişti. Resulullah (s.a.v.)'ın elçisinin yanıma geldiğini
gördüm. Bana dedi ki: Rasülullah (s.a.v.) hanımından uzak durmanı sana
emrediyor. Ben, onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım deyince, hayır dedi. Ondan
uzak dur, ona yaklaşma. Diğer iki arkadaşıma da benzeri bir haber göndermişti.
Ben de hanımıma: Ailenin yanına git ve Allah bu hususta hükmünü verinceye kadar
onların yanında kaL. (Ka'b b. Malik devamla) dedi ki: Hilal b. Umeyye'nin
hanımı, bunun üzerine Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna gidip ona şöyle demiş: Ey
Allah'ın Resulü, Hilal b. Umeyye hizmetçisi bulunmayan, bakıma muhtaç yaşlı
birisidir. Benim kendisine hizmet etmemi hoş karşılar mısın? Peygamber:
"Olur, fakat o sana hiçbir şekilde yaklaşmasın" diye buyurmuş. Hanımı
da şu cevabı vermiş: Allah'a yemin ederim onda hiçbir şeye karşı bir arzu yok.
Allah'a yemin ederim, onun bu durumu ortaya çıktığından bugüne kadar ağlayıp
duruyor.
(Ka'b b. Malik devamla)
dedi ki: Yakınlarımdan birisi: Sen de hanımın hususunda Resulullah (s.a.v.)'dan
izin istesen. Çünkü, Hilal b. Umeyye'nin hanımına, Hilal'e hizmet etmesi için
izin vermiş. Ben, hanımım için bu hususta Resulullah (s.a.v.)'dan izin
istemeyeceğim, dedim. Hem ben, Resulullah (s.a.v.)'dan hanımımın hizmeti için
izin isteyecek olursam -ki, ben genç bir adamım- ne diyeceğini de bilmiyorum.
Bu şekilde on gün daha geçti.
Böylelikle bizimle
konuşmanın yasaklandığından bu yana elli gün tamamlanmış oldu. Daha sonra
ellinci günün sabahı, sabah namazını odalarımızdan birisinin damında
kılıyorken, Yüce Allah'ın, hakkımızda söz ettiği şekilde, nefsimin daraldığı,
bütün genişliği ile yeryüzünün üzerime dar geldiği bir halde oturmakta iken,
Sel' tepesine çıkmış birisinin, sesinin çıkabildiği kadar şöyle bağırdığını
işittim: Ey Ka'b b. Malik, müjdeler olsun sana. Bunun üzerine secdeye kapandım
ve kurtuluşumuzun geldiğini anladım. Rasülullah (s.a.v.) insanlara sabah
namazını kıldıktan sonra Allah'ın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmişti. Bunun
üzerine insanlar bizi müjdelemeye koyuldular. Diğer iki arkadaşımın yanına da
müjdeciler gitti. Bir adam da at üstünde koşturarak bana doğru geldi.
Eslemlilerden birisi de bana doğru koşup (Sel') tepesine çıktı. O bakımdan, ses
attan daha hızlı gelmişti. Sesini işittiğim kişi bana müjde vermek üzere yanıma
geldiğinde, bu müjdesi dolayısıyla elbisemi çıkartıp ona verdim. Allah'a yemin
ederim, o gün için üzerimdeki elbiselerden başka bir elbiseye sahip değildim.
Ariyeten başkasından alt ve üst elbise istedim, onları giyindim.
Rasülullah (s.a.v.)'a
doğru yola koyuldum. Kafileler halinde insanlar beni karşılıyor, tevbemin
kabulü dolayısıyla beni tebrik ediyorlar ve şöyle diyorlardı: Allah'ın tevbeni
kabul etmesi mübarek olsun senin için. Nihayet mescide girdim, Rasülullah
(s.a.v.)'ı etrafında ashabı ile birlikte mescidde oturur buldum. Talha b.
Ubeydullah koşarak yanıma geldi, benimle tokalaşarak beni tebrik etti. Allah'a
yemin ederim, Muhacirlerden ondan başka bir kimse ayağa kalkmadı. -Ka'b,
Talha'nın bu davranışını hiçbir zaman unutmadı.-
(Devamla) Ka'b dedi ki:
Rasülullah (s.a.v.)'ın sevinçten yüzü parıldıyor iken ona selam verdim. O da
şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden bu yana geçirdiğin en
hayırlı gün bugündür. Müjde sana." Ben: Ey Allah'ın Rasülü, bu (tevbemizin
kabulü) Allah nezdinden mi geldi, yoksa senden mi? diye sordum. Peygamber:
"Hayır, Allah nezdinden" diye buyurdu.
Resulullah (s.a.v.)
sevindiği vakit yüzü adeta bir ay parçasıymış gibi aydınlanırdı. Biz bunu
farkedebiliyorduk. Önüne, huzuruna oturduğumda, ey Allah'ın Rasülü dedim.
Allah'ın tevbemi kabul etmesi lütfu dolayısıyla malımı Allah'a ve Resulüne
sadaka olarak bağışlamak istiyorum. Ancak, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Hayır, malının bir bölümünü kendin için alıkoy. Böylesi senin için daha
hayırlıdır." Bu sefer ben, Hayber'deki payımı alıkoyuyorum, dedim. Ayrıca
şunları söyledim: Ey Allah'ın Rasülü! şüphesiz Allah beni doğrulukla kurtardı.
Tevbemin bir gereği olarak da hayatta kaldığım sürece doğru olmayan bir söz
söylemeyeceğim. (Ka'b devamla) dedi ki:
Allah'a yemin ederim,
ben bunu Rasülullah (s.a.v.)'a söylediğim günden bu güne kadar Yüce Allah'ın,
müslümanlardan hiçbir kimseyi beni kendisiyle lütuflandırdığından daha
güzeliyle doğruluk sebebiyle lütuflandırmış olduğunu bilmiyorum. Allah'a yemin
ederim, bunu Resulullah (s.a.v.)'a söylediğim günden bu yana bir defa olsun
yalan söylemek kastım olmadı. (Ömrümün geri kalan bölümünde de) Allah'ın beni
koruyacağını ümid ederim. Aziz ve celil olan Allah da: "Andolsun ki, Allah
Peygamberini de, içlerinden bir grubun gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken
dar zamanda ona tabi olan Muhacirlerle Ensarı da tevbeye muvaffak etti. Çünkü O
onları çok esirgeyendir, çok bağışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de. Öyle
ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini
sıktıkça sıkmışh .. Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun. ''(et-Tevbe,
117-119)
Ka'b dedi ki: Allah'a
yemin ederim, Allah beni İslam'a hidayet ettiğinden bu yana bana göre
Rasülullah (s.a.v.)'a doğru söyleyip ona yalan söylememekten daha büyük bir
nimet ihsan etmiş değildir. Ben de ona yalan söylemiş olsaydım, yalan
söyleyenlerin helak olduğu gibi helak olup gitmiştim. Çünkü Allah, vahiy nazil
olduğunda yalan söyleyen kimseler için her hangi bir kimseye söylediği sözün en
kötüsünü, ağırını söylemiş ve şöyle buyurmuştu: ''Yanlarına döndüğünüzde
onlardan vazgeçmeniz için önünüzde Allah'a yemin edeceklerdir. O halde siz de
onlardan yüzçevirin. Çünkü onlar murdardırlar.
Kazandıklarının cezası
olarak varacakları yer de cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olmanız için size
yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah o fasıklar
topluluğundan hoşnut olmaz.'' (et-Tevbe, 95-96)
Ka'b dedi ki: Biz, bu üç
kişi, Resulullah (s.a.v.)'a yemin edip onun da kendilerine bey'at ettiği,
kendileri için mağfiret dilediği o kimselerden geriye bırakılmış ve Rasülullah
(s.a.v.) bizim işimizi, Allah hakkımızda hüküm verinceye kadar sonraya
ertelemişti. İşte bundan dolayı aziz ve celil olan Allah: "Geri bırakılan
üç kişinin de ... " diye buyurdu. Yoksa, Yüce Allah'ın sözünü ettiği geri
bırakılmamız bizim gazadan geri bırakılışımız değildir. Bu, sadece durumumuzu
Hz. Peygamber'e yemin edip özür beyan eden ve Peygamberin de onun mazeretini
kabul ettiği kimselere göre işimizi sonraya ertelemesinden ibaretti.
"Öyle ki yeryüzü
bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş" buyruğundaki: (...): Bunca
genişliğine rağmen" anlamındadır.
"Geniş ev"
denilir, (...) mastar içindir. Yani, yeryüzü genişliği ile birlikte onlara dar
gelmişti. Çünkü, müslümanlar darılmış, onlarla herhangi bir muamelede
bulunulmuyor, konuşulmuyordu. Bu buyrukta tevbe edinceye kadar, masiyet
işleyenlerden dargın kalına(bile)ceğine delil vardır. "Vicdanları
kendilerini sıktıkça sıkmıştı." Yani, üzüntü ve yalnızlıktan dolayı
ashab-ı kiramdan gördükleri dargınca muameleden dolayı kalpleri alabildiğine
daralmış, vicdanları sıkılmıştı.
"Nihayet Allah'tan,
-yine O'ndan- başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı." Yani,
affedilmeleri ve tevbelerinin kabulü hususunda O'ndan başka hiçbir
sığınaklarının olmadığına kesinlikle inanmışlardı. Ebu Bekr el-Verrak der ki:
Nasüh tevbe, bütün genişliğine rağmen yeryüzünün tevbe edene dar gelmesi ve
kişinin bizzat kendi vicdanının da kendisini alabildiğine sıkacak hale
gelmesidir. Tıpkı Ka'b'ın ve iki arkadaşının tevbesi gibi.
"Sonra, tevbe
etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Allah, tevbeyi kabul
edendir, hakkıyla merhamet edendir." Yüce Allah, böylelikle tevbelerinin,
önce kendisi tarafından kabul edildiğini belirtmiş olmaktadır. Ebu Zeyd dedi
ki: Yüce Allah için yapılan dört işte başlangıcın benden olacağını zannederek
hataya düştüm. Ben (önce), benim kendisini sevdiğimi zannettim, bir de baktım
ki, O beni sevmiş bile. Yüce Allah:
"Kendisinin onları
seveceği, onların da kendisini seveceği ... " (el-Maide, 54) Benim önce
O'ndan razı (lütfundan hoşnut) olacağımı zannediyordum, baktım ki O, benden
razı olmuş bile. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onlardan
razı olmuştur, onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. " (el-Beyyine, 8) Yine
ben, (öncelikle) benim O'nu anacağımı sandım, bakıyorum ki, O beni anmış bile.
İşte Yüce Allah: "Allah'ın zikretmesi ise elbette en
büyüktür"(el-Ankebut, 45). Yine ben, (öncelikle) tevbe edenin ben olduğumu
zannediyordum, bakıyorumki O, benim tevbemi kabul etmiş bile. Nitekim Yüce
Allah: "Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu"
diye buyurmaktadır.
Buyruğun: Tevbe üzere
sebat etsinler diye onları tevbeye iletti anlamında olduğu da söylenmiştir.
Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, iman edin (imanınız üzere sebat
gösterin)" (en-Nisa, 136) diye buyurmaktadır.
Şöyle açıklanmıştır:
Allah onlara genişlik ve mühlet verdi, başkalarına yaptığı gibi onları
cezalandırmakta acele etmedi. (Günah dolayısıyla cezalandırmakta acele etmesi
hususunda örnek olmak üzere) Yüce Allah'ın şu buyruğu gösterilebilir:
"Yahudilere zulümleri sebebiyle kendilerine helal kılınmış olan pek çok
şeyiyasakladık. "(en-Nisa, 160)
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN