ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

A’RAF

185

أَوَلَمْ يَنظُرُواْ فِي مَلَكُوتِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللّهُ مِن شَيْءٍ وَأَنْ

عَسَى أَن يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ أَجَلُهُمْ فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ

 

185. Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve ecellerinin yakın olduğu ihtimaline hiç de bakmazlar mı? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?

 

Yüce Allah'ın: "Onlar göklerin ve yerin hükümdarlığına ... hiç de bakmazlar mı?" buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Tefekkür Amacıyla Bakmak:

2- Allah'a Taklidi iman Etmenin Hükmü:

3- Kelami Metodlarla Allahı Tanımak Zorunlu Değildir:

4- ibretle Bakmanın Meşru çerçevesi:

 

1- Tefekkür Amacıyla Bakmak:

 

Yüce Allah'ın: "Hiç de bakmazlar mı?" buyruğu, el-Bakara Süresi'nde de açıkladığımız gibi O'nun kudretinin kemalini bilmek için Allah'ın ayetleri üzerinde dikkatle düşünmekten yüzçevirmelerinin hayret edilecek bir tutum olduğunu ortaya koymaktadır.

 

"Melekut: hükümdarlık" ise, mübalağa kiplerinden birisidir. Büyük mülk azametli mülk (ve hakimiyet) anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am 75) geçmiş bulunmaktadır.

 

2- Allah'a Taklidi iman Etmenin Hükmü:

 

Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmenin ve Allahın yarattıklarından ibret almanın vacip olduğunu kabul edenler bu ayet ile bu ayete benzeyen Yüce Allah'ın: ''De ki: Göklerde ve yerde neler var bir bakın ... "(Yunus, 101); ''Onlar üstlerindeki göğe onu nasıl bina ettiğimize bakmadılar mı ... " (Kaf, 6); ''Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmazlar mı?" (el-Gaşiye, 17); ''Kendi nefislerinizde de (nice belgeler vardır) görmez misiniz?" (ez-Zariyet, 21) buyruklarını delil göstererek şöyle derler: Yüce Allah düşünmeyenleri yermekte ve onların sahib oldukları duyularla yararlanma imkanlarının bulunmadığını belirterek: ''Onların kalpleri vardır fakat bunlarla anlamazlar ... " (el-A'raf, 179) diye buyurmaktadır.

Düşünmek ve istidlalde bulunmak mı öncelikli bir görevdir, yoksa kalpte sahih olması için marifetin şart görülmediği, kalpte hasıl olan tasdik mi öncelikli bir görevdir? Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılğı vardır. el-Kadı (el-Bakillani) ve başkaları görevlerin ilkinin düşünmek ve istidlal olduğu görüşündedirler. Çünkü Şanı Yüce Allah'ın bilmek zorunlu (ister istemez ve kendiliğinden hasıl olan) bir husus değildir. O, ancak düşünmek ve kendisini tanımak için ortaya koymuş olduğu delillerle, istidlal ile bilinir. Nitekim Buhari de Kitabında şöyle bir başlık açmakla bu kanaatte olduğuna işaret etmiştir: "Aziz ve celil olan Allah'ın: ''Onun için bilkiAllahtan başka hiçbir ilah yoktur" (Muhammed, 19) buyruğu dolayısıyla ilmin, söz ve amelden önce geldiği." Kadı der ki: Her kim Allah'ı bilen birisi değilse o cahildir. Onu bilmeyen ise kafirdir.

 

İbn Rüşd ''Mukaddimat" ında şöyle demektedir: Ancak bu husus (delillerden) açık seçik bir şekilde anlaşılan birşey değildir. Çünkü iman, kimi zaman Yüce Allah'ın hidayet verdiği kimseler tarafından taklid yolu ile de elde edilebilir. Onun birden çok ayet-i kerimelerden birisi üzerinde ibretle düşünmeye irşad etmesi suretiyle ilk anda ibret alması ile de husule gelebilir. (İbn Rüşd) der ki: el-Baci, düşünmek ve istidlal bu konudaki görevlerin birincisidir diyenlere karşı bütün çağlar boyunca müslümanların, avam ve mukallit kimselere mü'min adını vermiş olamalarını delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer bu görüşü ileri sürenlerin kanaatleri doğru olsaydı, ancak düşünme ve istidIale dair bilgiye sahip olan kimselere mü'min demek doğru olabilirdi. Aynı şekilde eğer iman ancak düşünme ve istidlalden sonra sahih olsaydı, kafirlerin de müslümanlar tarafından mağlup edildikten sonra müslümanlara sizin bizi öldürmeniz helal olamaz. Çünkü iman ancak düşünme ve istidlal ile sahih olacağı sizin dininizin bir parçasıdır. O halde düşünüp istidlal edinceye kadar bizi erteleyiniz, derlerdi. Bu ise, o kimseleri küfürleri üzere terketmek sonucunu ve düşünüp istidlal edinceye kadar öldürülmemeleri gereği neticesini verir.

 

Derim ki: Bu hususta sahih olan budur. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ben insanlarla la ilahe illallah deyinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu yapacak olurlarsa benden kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onun hakkı ile (sorumlu tutulmaları hali) müstesna. Hesaplarını görmek ise Allah'a aittir."

 

İbnü'l-Munzir ise, "el-işraf" adlı kitabında "imanın kemalinin niteliğine dair açıklamalar" diye bir başlık açmakta ve şöyle demektedir: İlim ehlinden olup kendisinden ilim bellenen herkes: Şahadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür. Muhammed'in getirdiği herşey haktır. Ve İslam dinine muhalif hertürlü dinden uzak olduğumu bildiririm, diyen bir kafirin "eğer aklı başında ve baliğ ise" müslüman olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Artık bundan sonra dininden dönüp küfrünü açığa vuracak olur ise, mürtedde uygulanması gereken şeyler onun hakkında da uygulanması gerekli bir mürted olur.

 

Ebu Hafs ez-Zincanı der ki: Hocamız Kadı Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed es-Simmanı şöyle derdi: Görevlerin başı, Allah'a ve Rasulüne ve onun bütün getirdiklerine iman etmek, sonra da Şanı Yüce Allah'ı bilip tanımaya götüren düşünme ve delillere bakıp araştırmadır. Buna göre onun kanaati açısından Yüce Allah'a imanın vücubu Allah'ı bilmekten önce gelir.

Devamla şöyle der: Doğruya daha yakın, insanlar hakkında daha bir şefkatli olan görüş budur. Çünkü insanların çoğunluğu marifetin, düşünmenin ve istidlalin gerçeğini bilememektedirler. Eğer görevlerin ilki Yüce Allah'ı bilip tanımaktır diyecek olsak, bu çok büyük kalabalıkları ve çok sayıda kimseyi tekfir etmeye götürür, cennete ancak belirli sayıdaki kimselerin girmesi sonucunu verir. Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) cennet ehlinin çoğunluğunun kendi ümmetinden olacağını kati olarak ifade etmiş, diğer bütün peygamberlerin ümmetlerinin tek bir saf, kendi ümmetinin ise seksen saf olacağını ifade etmiştir. Bu da gayet açıkça anlaşılan bir husustur. Bunun anlaşılmıyacak bir tarafı yoktur. Cenabı Allah'a hamd olsun.

 

3- Kelami Metodlarla Allahı Tanımak Zorunlu Değildir:

 

Kelamcıların önce ve sonra gelenlerinin (mütekaddimun ve müteahhirunun) bazılarının kanaatine göre, Yüce Allah'!, kendilerinin ortaya koymuş olduğu yollar ve kaydettikleri araştırmalar yoluyla bilmeyen kimsenin imanı sahih değildir ve böyle bir kimse kafirdir. Ancak bu görüşe göre müslümanların pek çoğunun tekfir edilmesi gerekir. Öncelikle de bunu diyen kişinin atalarının, geçmişlerinin ve komşularının da tekfir edilmesiyle işe başlamak gerekir. Bu kanaatte olan kimseler, kendilerine bu şekilde itiraz edenlere de:

Cehennemliklerin çokluğu dolayısıyla beni ayıplama, diye veya buna benzer cevap vermişlerdir.

 

Derim ki: Böyle bir görüş ancak Allah'ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetini bilmeyen kimseden sadır olur. Çünkü bu sözü söyleyen kişi Yüce Allah'ın geniş rahmetini kelamcılardan oldukça az bir azınlığa münhasır kılmış ve bunlar kendilerinin dışında kalan müslümanların genelini tekfir etme yoluna gitmişlerdir. Bu söz nerede, küçük abdestini bozmak için elbisesini bir kenara çekerek Peygamber (s.a.v.)'ın ashabı kendisini azarlayınca; Allah'ım bana ve Muhammed'e merhamet buyur, bizimle beraber de kimseye merhamet eyleme! diyen bedevi araba Peygamber (s.a.v.)'ın: "Andolsun sen geniş bir şeyi alabildiğine daralttın" sözü nerede? Ki, bunu Buharı, Tirmizı ve onların dışındaki hadis imamları rivayet etmişlerdir.

 

Acaba bu bedevi arap Yüce Allah'ı delil, burhan, hüccet ve beyan yollarıyla mı tanımıştı. Halbuki onun rahmeti herşeyi kuşatmıştır. Bunun gibi kimseler hakkında ise mü'min oldukları şeklinde hüküm verilir. Hatta Peygamber (s.a.v.) İslama giren çok kimsenin şehadet kelimesini sözlü olarak söylemesiyle yetinmiştir. Hatta bu hususta işaret ile dahi yetinmiştir. Nitekim o, siyahi cariyeye: "Allah nerede" diye sorunca, o da: Semada diye cevap vermişti. Bu sefer, ben kimim diye sorunca, o da sen Allah'ın Rasulüsün, diye cevap verince, Hz. Peygamber de: "Bunu azad et, çünkü bu mü'min bir cariyedir" demişti.

 

Oysa, ortada düşünme ve istidlal diye birşey sözkonusu değildir. Aksine, Hz. Peygamber ilk andan itibaren böylelerinin iman sahibi olduklarına hüküm vermiştir. Delil ve marifet yerine getirilmemiş olsa bile. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

4- ibretle Bakmanın Meşru çerçevesi:

 

Aynı şekilde itikat konusunda tüysüz gençlerin ve kadınların güzel yüzlerine bakmak ve bunlardan ibret almak da sözkonusu edilemez. Ebu'l-Farac el-Cevzi der ki: Ebu't-Tayyib Tahir b. Abdullah et-Taberi dedi ki: Bu sema'  dinleyen kesim hakkında bana ulaştığına göre bunlar, semaa bir de tüysüzlerin yüzüne bakmayı ilave ederler. Kimi zaman bunların bu tüysüzleri çeşitli süs eşyalarıyla ve boyalı elbiselerle süsledikleri de olur. Bu yaptıkları ile bakmak ve ibret almak sureti ile Sani'in sanatına delil görüp imanlarını artırmak maksadını güttüklerini de ileri sürerler. Bu ise hevaya tabi oluşun, aklı aldatmanın ve ilme muhalefet etmenin en ileri derecesidir.

 

Ebu'l-Farac der ki: İmam Ebu'l-Vefa b. Akil de der ki: Allah ancak nefsin kendisine meyletmediği, hevanın da ondan dolayı herhangi bir pay sahibi olamadığı bir surete, hatta ve hatta şehvetin hiçbir şekilde karışmadığı ve beraberinde lezzetin bulunmadığı bir surete bakmayı helal kılmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah bir kadını Peygamber olarak göndermemiştir. Kadını hakim, imam ve müezzin kılmamıştır. Bütün bunların sebebi ise, kadının şehvet ve fitne sebebi oluşundan dolayıdır. Ben, güzel suretlerden ibretler çıkartıyorum, diyenin yalancı olduğunu kabul ederiz. Her kim kendisinin bizden farklı bir tabiata sahip olmak suretiyle ayrıcalıklı olduğunu söyleyecek olursa, onu yalanlarız. Bunlar, olsa olsa bu iddiada bulunanlara şeytanın aldatmalarından ibarettir.

 

 

Kimi hikmet ehli şöyle der: Büyük alemde her ne varsa, küçük alemde de onun bir benzeri vardır. Bundan dolayı Yüce Allah: "Şüphesiz biz insanı ahsen-i takvimde yarattık'' (et-Tin, 4) diye buyurmuştur. Bir başka yerde de:

 

"Kendi nefislerinizde de (nice ayetler vardır) görmez misiniz'?'' (ez-Zariyat, 21) diye buyurmaktadır. Biz, (küçük ile büyük alem arasındaki) bu benzerliğin benzeşme yönünü En'am Süresi'nin baş tarafında (2. ayetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.

 

Aklı başında bir kimsenin kendi nefsine bakması ve hızlıca atılan bir su olduğu dönemden itibaren dosdoğru mükemmel bir yaratık haline gelinceye kadarki yaratılışı üzerinde düşünmesi gerekir. Ona gıdalar ile destek verilmekte, merhamet ile terbiye edilip beslenip büyütülmekte, güçlerini elde edinceye ve en güçlü dönemine ulaştırılıncaya kadar yumuşak bir şekilde muhafaza edilmektedir. Aynı kişi bakıyoruz ki, ben ben ... demeye kalkışıyor ve henüz anılmaya değer bir şeyolmadığı bir zamanın üzerinden geçmiş olduğunu ve sonunda kabre gömüleceğini unutuveriyor.

 

Eğer bu yaptıklarından dolayı hasret duyacaksa (ki duyacaktır) yazıklar olsun ona! Yüce Allah: "Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir nutfe kılıp sağlam bir karargahta yerleştirdik. .. Sonra da kıyametgününde elbette diriltileceksiniz" (el-Mu'minün, 12-16) diye buyurmaktadır.

 

O bakımdan o, kendisinin Rabbi bulunan mükellef bir kul olduğuna, kusurlu hareket edecek olursa azab ile tehdit edilmiş bulunduğuna, eğer kendisine verilen emirleri yerine getirecek olursa da Allah'ın sevap ve mükafatım umacağına ibretle bakıp düşünsün de Mevlasına ibadete yönelsin. Çünkü, her ne kadar o Mevlasını görmüyor ise de, O kendisini görmektedir. İnsanlardan da hiçbir şekilde korkmasın. Çünkü Allah'tan korkması daha uygundur. Allah'ın kullarından herhangi bir kimseye karşı büyüklenmesin. Unutmasın ki, kendisi birtakım pisliklerden oluşmaktadır. Pislikler ile dolup taşmaktadır. Ve neticede Rabbine itaat ederse cennete gidecektir, aksi takdirde ateşe. İbnü'l-Arabi der ki: Hocalarımız kişinin bu ilmi nitelikleri kendisinde toplayan şu hikmet dolu beyitler üzerinde dikkatle düşünmesini güzel görüyorlardı:

 

"Ebediyyen pisliği kendisiyle birlikte oturup kalkan kimse nasıl olur da büyüklenir, böbürlenir O, o pisliktendir, ona doğru gitmektedir. O pisliği onun hem kardeşi, hem onunla süt emenidir. Küçülterek kendisini helaya davet eder de O da ona boyun eğer."

 

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye" buyruğu, kendisinden önceki buyruğa atfedilmiştir. Yani, Yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeylere bakmazlar mı?

"Ve ecellerinin yakın olduğu ihtimaline ... " Yani, yakınlaşmış olma ihtimali bulunan ecellerine de bakmazlar mı?

 

Bu buyruk da kendisinden önceki buyruğa atfedilmiş ve cer mahallindedir. İbn Abbas der ki: Yüce Allah burada ecellerinin yaklaşmış olmasıyla Bedir günü ile Uhud gününü kastetmektedir.

 

"Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" Muhammed (s.a.v.)'in getirmiş olduğu Kur'an'dan başka neyi tasdik edecekler? Buradaki "bu" anlamındaki zamirin "ecel"e ait olduğu da söylenmiştir. Yani: Onlar ecellerinin gelişinden sonra imanın fayda vermeyeceği zamanda artık hangi söze inanacaklardır? Çünkü ahiret teklif yurdu değildir.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

A’raf 186

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR