A’RAF 150 / 151 |
وَلَمَّا
رَجَعَ
مُوسَى
إِلَى
قَوْمِهِ غَضْبَانَ
أَسِفاً
قَالَ
بِئْسَمَا
خَلَفْتُمُونِي مِن
بَعْدِيَ
أَعَجِلْتُمْ
أَمْرَ
رَبِّكُمْ وَأَلْقَى
الألْوَاحَ
وَأَخَذَ
بِرَأْسِ أَخِيهِ
يَجُرُّهُ
إِلَيْهِ
قَالَ ابْنَ
أُمَّ إِنَّ
الْقَوْمَ
اسْتَضْعَفُونِي
وَكَادُواْ يَقْتُلُونَنِي
فَلاَ
تُشْمِتْ
بِيَ الأعْدَاء
وَلاَ
تَجْعَلْنِي
مَعَ
الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
{150} قَالَ رَبِّ
اغْفِرْ لِي
وَلأَخِي
وَأَدْخِلْنَا
فِي رَحْمَتِكَ
وَأَنتَ
أَرْحَمُ
الرَّاحِمِينَ
{151} |
150.
Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce dedi ki: "Siz bana halef olduktan
sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini
istediniz ha!" Derken Levhaları bırakıverdi, kardeşinin başından yakalayıp
onu kendine doğru çekmeye başladı. Dedi ki: "Ey anamın oğlu, bu kavim beni
gerçekten zayıf buldular. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana
düşmanları sevindirecek bir iş yapma. Ve beni o zalimler güruhu ile bir
tutma."
151.
Dedi ki: "Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen,
rahmet edenlerin en merhametli olanısın."
Yüce Allah'ın:
"Musa kavmine öfkeli ve kederli dönünce ... " buyruğundaki;
"Öfkeli" kelimesi, munsarıf değildir. Çünkü bunun müennesi; (...)
diye gelir. Diğer taraftan bundaki "elif" ile "nun,"
''Kırmızı lafzında yer alan ve müenneslik bildiren elif ile hemze yerine
geçmektedir. Bu kelime hal olarak nasbedilmiştir.
"Kederli" ise,
gazabın ileri derecesi demektir. Ebu'd-Derda der ki: Esef (keder), gazabın
ötesinde ve ondan daha ağır bir durumdur. Esef duyan kişiye (...) denilir.
(...); aynı zamanda oldukça kederli demektir.
İbn Abbas ile es-Süddi
der ki: Musa, kavminin yaptığından ötürü oldukça üzülmüş halde döndü. Taberi
der ki: Yüce Allah ona, İsrailoğullarının yanına dönmeden önce buzağı sebebiyle
fitneye düşürüldüklerini haber verdi. İşte kızgın dönüşünün sebebi budur.
İbnü'l-Arabi der ki:
Musa (a.s) insanlar arasında en çok kızan kişi idi. Bununla birlikte oldukça
çabuk sakinleşir ve kızgınlığı geçerdi. Böylelikle bu hali diğerini telafi
ediyordu.
İbnü'l-Kasım der ki:
Ben, Malik'i şöyle derken dinledim: Musa (a.s) kızdığı vakit, başlığından duman
çıkar, bedenindeki tüyleri cübbesini yükseltirdi. Buna sebep ise, kızgınlığın
kalpte alevlenen bir kor ateş oluşundan dolayıdır. İşte bundan dolayı Peygamber
(s.a.v.) kızan kimseye yatmasını emretmiştir. Yine kızgınlığı geçmeyecek olursa
yıkanmasını istemiştir. Bu kızgınlığını onun yatması dindirir, yıkanması da
söndürür. Hz. Musa'nın çabuk kızması, ölüm meleğine tokat vurup gözünü
çıkarmasına sebep teşkil etmişti. el-Maide Suresi'nde (26. ayetin tefsirinde)
bu hususta ilim adamlarının görüşleri de geçmiş bulunmaktadır.
et-Tirmizi el-Hakim de
der ki: Hz. Musa'nın böyle bir davranışı uygun görmesi, kendisinin Kelimullah
oluşundan dolayıdır. O, adeta kendisine karşı cüretkarca davranan yahut da onu
rahatsız edecek bir şekilde kendisine el uzatan kimsenin bu davranışı ile çok
büyük bir şekilde haddini aştığını kabul ediyordu. Nitekim, Hz. Musa'nın ölüm
meleğine Ruhumu nereden alacaksın dediğini görmekteyiz. Ağızımdan mı, ben
onunla Rabbimle münacaat ettim. Yoksa kulağımdan mı, halbuki ben kulağımla
Rabbimin kelamını işittim. Yahut elimden mi, halbuki ben elimle Levhaları
tuttum. Yoksa ayaklarımdan mı, ben ayaklarımın üzerinde O'nun huzurunda dikilip
Tur'da O'nunla konuştum. Yahut gözlerimden mi, yüzüm O'nun nurundan ötürü
aydınlanmış bulunuyor. Bunun üzerine ölüm meleği Hz. Musa'ya çaresiz ve cevap
veremeyecek bir halde geri dönmüştü.
Ebu Davud'un Sünen'inde
de Ebu Zer'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Rasulullah (s.a.v.) bize
şöyle dedi: "Sizden herhangi bir kimse kızdı mı, eğer ayakta ise, otursun.
Şayet kızgınlığı geçerse (mesele yok). Yoksa yatsın"
Yine Ebu Davud, Ebu Vail
el-Kaas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Urve b. Muhammed es-Sa'di'nin yanına
girdik. Bir adam onunla konuştu ve onu kızdırdı. Kalktı, sonra da abdest alıp
geri döndü ve şöyle dedi: Babam bana dedem Atiyye'den naklen şöyle dediğini
anlattı: Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Şüphesiz kızgınlık şeytandandır.
Ve şüphesiz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateş ise ancak su ile söndürülür.
Sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın. "
Yüce Allah'ın: "Siz
bana halef olduktan sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız" buyruğu, Hz.
Musa'nın, kavmini bu sözlerle yerdiğini ifade etmektedir. Yani siz benden sonra
çok kötü bir iş yaptınız.
"Ona halef
oldu" tabiri, hem hoşuna gitmeyecek şekilde halef olmasını anlatmak hem de
hayırlı bir şekilde ona halef olduğunu anlatmak için kullanılır. İşte bu sebep
dolayısıyla; "Ayrılışından sonra ailesi ve kavmi arasında hayır veya şer
(iyi veya kötü) bir şekilde ona halef oldu, denilir.
"Rabbinizin emrinin
çabuk gelmesini istediniz ha!" Yani, siz Rabbinizin emri gelmeden önce
birşeyler yaptınız ha!
Acele (çabukluk) bir
şeyi vaktinden önce yapmak demektir. Bu, yerilen bir huydur. Sür'at ise, bir
işi ilk vaktinde yapmaktır. Bu da övülen bir iştir. Yakub der ki: (...) tabiri,
bir şeyi vaktinden önce yapmak hakkında kullanılır. (...) ise, kişinin acele
etmesini istedim; yani, onu acele davranmaya ittim, anlamına gelir.
"Rabbinizin
emri" ise, Rabbinizin tayin ettiği vakti demektir. Yani, O'nun tayin
ettiği kırk günlük süreden önce mi hareket ettiniz? anlamına gelir. Bunun:
Rabbinizin gazabının çabucak gelmesini mi istediniz? anlamına geldiği
söylendiği gibi; Siz, Rabbinizden herhangi bir emir size gelmeden önce buzağıya
ibadette acele mi ettiniz? anlamına geldiği de söylenmiştir.
[ - ]
"Derken Levhaları bırakıverdi"
buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
1- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması:
2- Hz. Musa'nın Levhaları Bırakması,
Sema' ve Vecde Delil Gösterilmez:
1- Hz. Musa'nın
Levhaları Bırakması:
"Derken Levhaları
bırakıverdi." Yani o, kavminin buzağıya tapmakta olduklarını, kardeşinin
de bu hususta onlara karşı ihmalkar davrandığını görünce, kızgınlık ve
kederinden Levhaları bıraktı, demektir. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır.
İşte bundan dolayı "haber almak görmek gibi değildir" denilmiştir.
(Bununla Hz. Musa'ya, kavminin buzağıya tapma fitnesine düştüğünün önceden
haber verildiği halde kızmamış olduğuna işaret etmek istemektedir) .
Katade'den gelen -eğer
sahih ise ki, sahih de değildir- Hz. Musa'nın levhaları bırakması, Levhalarda
ümmetine verilmemiş üstün bir faziletin Muhammed (s.a.v.)'ın ümmetine
verildiğini görmesinden ötürü idi, şeklindeki rivayete iltifat edilmez. Çünkü
bu Musa (a.s)'a izafe edilmemesi gereken oldukça bayağı bir görüştür. İbn Abbas
(r.a)'dan ise, Levhaların kırılmış olduklarına ve Levhalardan herşeye dair
açıklamaların kaldırılıp geriye hidayet ve rahmetin kalmış olduğuna dair
açıklaması önceden geçmişti.
2- Hz. Musa'nın
Levhaları Bırakması, Sema' ve Vecde Delil Gösterilmez:
Mutasavvıf cahillerden
kimisi bunu, sufilerin sema ve şarkılardan dolayı ileri derecede neşelendikleri
vakit elbiselerini atmalarının caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Diğer
taraftan onlardan kimisi aklı başındayken de elbiselerini atıvermektedir. Kimisi
ise, önce elbiselerini parçalamakta sonra atmaktadır. Bu davranışlarının caiz
oluşuna Hz. Musa'nın Levhaları bırakmasını delil gösteren bu kimseler derler
ki: Bunlar gaybet halindedir. (Vecd içerisinde olup, akıllarını
kaybetmişlerdir.) O bakımdan kınanmazlar. Çünkü Musa da kavminin buzağıya
tapmasından dolayı kederin etkisi altına girince Levhaları attı ve kırdı.
Halbuki yaptığını da bilemiyordu.
Ebu'l-Ferec el-Cevzı der
ki: Peki Hz. Musa'nın Levhaları bunları kırmak amacıyla attığı görüşünü kim
doğru kabul eder? Kur'an-ı Kerim'de onun Levhaları bıraktığından söz
edilmektedir. Bu Levhaların kırıldığını nerden biliyoruz? Kırıldı, diyelim.
Peki, Hz. Musa'nın Levhaları kırmak maksadıyla onları bıraktığını nerden
biliyoruz? Onun bu maksatla bıraktığını kabul edecek olsak dahi, Hz. Musa bu
durumda gaybet halindeydi deriz. O kadar ki, önünde bir ateş denizi dahi
bulunsaydı, ona bile dalardı. Ya bu gibi kimselerin şarkı ve sema'ı
başkalarından ayırd edebildikleri haldeyken ve eğer önlerinde bir kuyu olsa
ondan kendilerini koruyabilecek durumda iken, gaybet halinde olduklarını kim
doğru kabul edebilir? Hem peygamberlerin halleri bu gibi beyinsizlerin
hallerine nasıl kıyas edilir?
İbn Akil'e, bu gibi
kimselerin vecde kapılıp elbiselerini parçalamalarının hükmü hakkında sorulmuş,
şu cevabı vermiştir: Bu bir günahtır ve haramdır. Rasulullah (s.a.v.) da
malların zayi edilmesini yasaklamıştır. Birisi ona:
O'nlar yaptıklarına akıl
erdiremeyecek haldedirler deyince, şu cevabı verdi:
Eğer onlar sema'ın
zevkinin etkisine girip bunun sonucunda akıllarının zail olacağını bile bile bu
gibi yerlerde bulunacak olurlarsa, elbiselerini yırtmak ve buna benzer
yaptıkları fesatlara kendilerini itmiş olduklarından ötürü günahkar olurlar ve
bu halleri dolayısıyla da şeriatın hitabı onlardan kalkmaz. Çünkü onlar, bu
gibi yerlere gelmeden önce kendilerini bu hallere götürebilecek yerlerden uzak
durmakla muhatab olunmuşlardır. Tıpkı sarhoşluk veren şeyi içmeleri kendilerine
yasak kılındığı gibi. İşte tasavvuf ehlinin -eğer doğru söylüyorlarsa- vecd
adını verdikleri bu neşve hali, tabiatların sarhoş olması halidir. Eğer bu
halde olduklarını yalan yere iddia ediyorlarsa, ayık olmakla birlikte mallarını
ifsad etmiş olurlar. Her iki durumda da günahtan kurtulamıyorlar. Şüphe bulunan
yerlerden uzak durmak ise vacibtir.
* * *
"Kardeşinin
başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başladı."
Yani, onu sakalından ve
perçeminden tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Hz. Harun, Hz. Musa'dan
-Allah'ın salat ve selamı ikisine de olsun- üç yaş daha büyüktü. İsrail
oğulları da Hz. Harun'u Hz. Musa'dan daha çok severlerdi. Çünkü o, kızması dahi
yumuşak bir kimse idi.
Hz. Musa'nın kardeşinin
başından yakalayıp kendisine doğru çekmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının
dört te'vili vardır:
1- Böyle bir davranış
onlar arasında örf haline gelmişti. Nitekim Araplar, kardeşlerine ve
arkadaşlarına ikram ve ta'zim olmak üzere biri diğerinin sakalını tutardı. Bu
bakımdan bu davranış zelil düşürmek kastıyla olmamıştır.
2- Hz. Musa'nın Hz.
Harun'u bu şekilde yakalayıp çekmesi, ona Levhaların üzerlerine indirilmiş
olduğunu gizlice bildirmek içindi. Çünkü Levhalar Hz. Musa'ya bu münacaatı
sırasında nazil olmuş, o da Tevrat'tan önce bu Levhaları İsrailoğullarından
gizlemek istemişti. Harun (a.s) da kendisine: Beni başımdan da yakalama,
sakalımdan da tutma, diyerek bu şekilde küçük düşürülmüş olduğu izlenimini
İsrailoğullarına verip Hz. Musa'nın kendisine gizlice birşey söylemiş olduğu
şüphesini uyandırmak istememişti.
3- Hz. Musa'nın
kardeşine bunu yapması, Hz. Harun'un da buzağı hakkında yaptıkları şeylerde
İsrailoğulları ile birlikte bir meyil taşıdığı düşüncesine sahip olmasından
ötürü idi.
4- Hz. Musa, kardeşini
durumunun ne olduğunu bilmek için böyle çekmişti. Hz. Harun ise, İsrailoğulları
Hz. Musa kendisini küçük düşürdüğünü düşünmelerini istememişti. Böylelikle
kardeşine buzağıya tapanların kendisini zayıf gördüklerini ve az kalsın onu
öldüreceklerini açıkladı. Hz. Musa kardeşinin mazeretini işitince şöyle dedi:
Rabbim, bana ve kardeşime mağfiret buyur. Yani, benim Levhaları bırakmama sebep
olan kızgınlığımı bağışla, kardeşimi de bağışla. Çünkü o, Hz. Harun'un herhangi
bir kusuru olmamakla birlikte, onların yaptıklarına gerekli tepkiyi
göstermediğinden kusurlu davrandığını sanmıştı. Yani, eğer kardeşimin kusuru
varsa ona da mağfiret buyur, onu da bağışla, demek istemiştir.
el-Hasen der ki: Harun
müstesna hepsi de buzağıya tapmışlardı. Zira orada Musa ile Harun (ikisine de
selam olsun) dışında mü'min bir kimse olsaydı, Hz. Musa Rabbim, beni ve kardeşimi
bağışla! demekle yetinmez, onların dışındaki diğer mü'minlere de dua ederdi.
Şöyle de açıklanmıştır:
O, kardeşine yaptığından ötürü kendisi için mağfiret dilemişti. Zira, Hz. Musa
kardeşine bu işi kızdığından dolayı yapmıştı. Kızmasının sebebi ise, kardeşinin
kendisine gelip ona meydana gelen olayları anlatmaması idi. Çünkü Hz. Musa o
takdirde geri dönüp yaptıklarını düzeltme yoluna gidecekti. Bundan dolayı Hz.
Musa şöyle demişti: "Onları sapıklıkta gördüğünde bana uymaktan (yahut
arkamdan gelmekten) seni ne alıkoydu"(Ta-Ha, 92-93) demişti.
Hz. Harun da
öldürülmekten korktuğu için kaldığını açıklamıştı. Böylelikle ayet-i kerime
münkeri değiştirmeye kalkışmak halinde öldürüleceğinden korkan kimsenin susabileceğine
delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önce Al-i İmran
Süresi'nde (21-22. ayetlerin, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
İbnü'l-Arabi der ki: Bu
ayet-i kerimede -bazı kimselerin yanlış iddiaları gibi- kızgınlığın ahkamı
değiştirmeyeceğine delil vardır. Musa (a.s)'ın kızgınlığı, fiillerinde herhangi
bir değişiklik yapmamıştır. Aksine onun fiilleri normal mecrasında akıp gitmiş,
Levhaları bırakmış, kardeşine sitem etmiş, bir meleğe tokat vurmuştur...
el-Mehdevi der ki: Çünkü
Hz. Musa'nın gazabı Allah içindi. İsrailoğullarına ses çıkarmayışı ise,
birbirleriyle savaşmalarından, parçalanıp dağılmalarından korkması idi.
"Dedi ki: Ey anamın
oğlu." Hz. Harun, Hz. Musa'nın anne baba bir kardeşi idi. Ancak, bu ifade
yumuşatıcı ve kendisine şefkat etmesini sağlayıcı bir tabirdir. ez-Zeccac der
ki: Hz. Harun'un, Hz. Musa'nın anne bir kardeşi olduğu söylenmiştir. Ayet-i
kerimedeki; "Anam" kelimesi, hem "mim" harfi üstün olarak,
hem de esreli olarak okunmuştur. Bunu üstün okuyan; "Anamın oğlu"
kelimesini; "Onbeş" gibi tek bir isim olarak kabul etmiştir. Bu da:
"Ey onbeş kişi geliniz" demek gibidir. "Mim" harfini esreli
olarak okuyan kimse ise önce bu ismi mütekellim zamirine muzaf yapmış, ondan
sonra da izafet ya 'sını hazfetmiş olur. Çünkü, nidanın hazf üzere mebni olduğu
kabul edilmiştir. "Mim" harfinin esresinin kalması ise orada
hazfedilmiş izafete delil teşkil etmesi içindir. Yüce Allah'ın: "Ey
kullarım" (ez-Zumer, 10) buyruğu gibidir. Nitekim bunun böyle olduğuna İbn
es-Semeyka'nın; "Ey anamın oğlu" şeklinde aslına uygun olarak
"ye" harfini tesbit ile okuyuşu delil teşkil etmektedir.
el-Kisai, el-Ferra ve
Ebu Ubeyd derler ki: "Mim" harfinin üstün olarak okunuşunun takdiri:
"Eyanamın oğlu" şeklindedir. Basralılar ise bu yanlış bir görüştür,
derler. Çünkü, "elif" aslında hafif bir harftir, hazfedilmez. Fakat
burada Hz. Musa, her iki ismi tek bir isim kılmıştır.
el-Ahfeş ile Ebu Hatim
ise; "Ey anamın oğlu" şeklinde esreli okuyuş; "Ey kölemin oğlu
gel," demeye benzer ki, bu şaz bir söyleyiştir, böyle bir okuyuş ise uzak
bir ihtimaldir. Ancak, bu şekildeki okuyuş, izafeti sana (yani, mütekellimin
kendisine) yapılan hallerde uygundur.
Sana izafe olunan şeye
izafeye gelince; "Ey kölemin oğlu ve ey kardeşimin oğlu" denmesi uygundur.
Arapların; "Ey anamın oğlu, ey amcamın oğlu," şeklindeki ifadeyi caiz
görmeleri ise, çokça kullanılmasından ötürüdür.
ez-Zeccac ile en-Nehhas
derler ki: Ancak bu kullanımın güzel ve uygun bir açıklaması vardır. Anne ile
birlikte oğul ve amca ile birlikte oğul tabirinin kullanılması tek bir isim
kabul edilir ve bir kimsenin; "Ey onbeş kişi geliniz," demesi
gibidir. Burada; "Ey oğul, ey köle," kelimesinden "ya"
harfi hazfedildiği gibi hazfedilmiştir.
"Bu kavim beni
gerçekten zayıfbuldular." Beni güçsüz kabul ettiler ve beni zayıf
saydılar. "Neredeyse" azkalsın "beni öldüreceklerdi bile."
Buradaki; "Beni
öldüreceklerdi" kelimesi, geniş zaman (muzari) fiil olduğundan dolayı iki
"nun" iledir. Kur'an'ın dışındaki söz ve konuşmalarda bu iki
"nun"un idğam edilmesi caizdir.
"Sen de bana
düşmanları sevindirecek bir iş yapma" yani, bu sebeple onları sevindirme.
(...) ; gerek din, gerekse dünya hususlarında kardeşine isabet eden musibetler
dolayısıyla sevinmeyi ifade eder. Bu haramdır ve yasak kılınmıştır. Hadis-i
şerifte Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu Zikredilmektedir: "Sen,
kardeşinin musibetine sevindiğini açığa vurma. O takdirde Allah ona afiyet
verir ve seni de belalara düçar kılar."
Rasulullah (s.a.v.) da
başına düşmanlarını sevindirecek iş gelmesinden dolayı Allah'a sığınır ve şöyle
dua ederdi:
"Allah'ım ben
Senden kazanın kötüsünden, bedbahtlık veren şeylerin bana gelip yetişmesinden
ve başıma gelen musibetlerden dolayı da düşmanlarımın sevinmesinden Sana
sığınınm." Bu hadisi Buhari ve başkaları rivayet etmiştir. Şair de şöyle
demiştir: "Zaman bazı kimseler aleyhine musibetlerini çekecek olsa, Diğer
başkalarının çevresine çöker.
Bizim musibetlerimize
sevinenlere de ki: Ayılın Musibetinize sevinenler de bizim karşılaştığımızm
benzeriyle karşılaşacaklardır."
-Bu kelimeyi- Mücahid
ile Malik, (...) şeklinde "te" harfini nasb ile ve "mim"i
de üstün olarak okumuşlar ve "Düşmanlar'' kelimesini ise merfu' olarak
okumuşlardır. Yani: Sen bana kendisi sebebiyle düşmanlarımın sevineceği bir iş
yapma. Yani, senin bana yapacağın bir iş dolayısıyla onlar sevinmesinler.
Yine Mücahid'den; (...)
şeklinde "te" ve "mim" harfleri üstün ile;
"Düşmanlar'' kelimesini de nasb ile okumuştur. İbn Cinnı der ki: Yani, Rabbim,
Sen düşmanları bana sevindirme, anlamına gelir. Bunun caiz oluşu, Yüce
Allah'ın: "Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 15) buyruğu ve
benzerlerinin de uygun oluşundan dolayıdır. Sonra da asıl maksada dönerek
"düşmanlar" anlamındaki kelimeyi kendisiyle nasbettiği bir fiili
takdir etmiştir. Adeta: (...): Başkalarını yani düşmanları bana gelecek
musibetlerle sevindirme, demiş gibidir.
Ebu Ubeyd der ki: Ben
Humeyd'den; (...) şeklinde "mim" harfini esreli olarak okuduğunu
naklediyorum. en-Nehhas der ki: Ancak bu okuyuşun açıklanabilir bir tarafı
yoktur. Çünkü eğer bu fiil; (...)'den geliyor ise, (...) demesi gerekirdi. Eğer
(...) den geliyor ise, bu sefer -"te" harfi ötreli "mim"
harfi de esreli olmak üzere-; (...) demesi gerekirdi.
Hz. Harun'un: "Ve beni
o zalimler güruhu ile bir tutma" ifadesine gelince, Mücahid der ki: Yani
sen beni buzağıya tapanlarla bir kabul etme, demektir.
"Dedi ki: Rabbim!
Beni de kardeşimi de bağışla, bizi rahmetine al.
Sen rahmet edenlerin en
merhametli olanısın." Bu buyruğa dair açıklamalar ise daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. (Bk. el-Bakara, 286. ayet 9. başlık v.d.).
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN