A’RAF 31 |
يَا
بَنِي آدَمَ
خُذُواْ
زِينَتَكُمْ
عِندَ كُلِّ
مَسْجِدٍ
وكُلُواْ
وَاشْرَبُواْ وَلاَ
تُسْرِفُواْ
إِنَّهُ لاَ
يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ |
31. Ey Ademoğulları!
Her mescidde zinetinizi alın. Yeyin, için, israf etmeyin. Çünkü O, israf
edenleri sevmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
1- Bu Ayette Hitap Bütün İnsanlaradır:
2- Namazda Setr-i Avret:
3- Kişinin Kendi Avretini Görmesinin
Hükmü:
4- Yemek, İçmek ve İsraf Etmemek:
5- Az Yemek ve İçmekle Yetinmek,
Mü'minin Sıfatlarındandır:
6- Yemek Yeme Adabı:
7- İsraftan Kaçınmak:
1- Bu Ayette Hitap
Bütün İnsanlaradır:
Yüce Allah'ın: "Ey Ademoğulları"
hitabında, o dönemlerde Beytullahı çıplak olarak tavaf eden Araplar
kastedilmekle birlikte, hitap, bütün insanlaradır. Ve bu buyruk bundan dolayı
namaz için yapılmış bütün mescidler hakkında umumidir. Çünkü, sebebin özelliği
değil, hükmün umumiliği nazar-ı itibara alınır.
İlim adamları arasında
bununla tavafın kastedilmiş olacağını kabul etmeyenler de vardır. Çünkü tavaf
yalnızca tek bir mescidde söz konusu olur. Bütün mescidler için söz konusu olan
şey ise namazdır.
Ancak bu, şeriatın maksatları
kendisine gizli kalmış olan kimselerin söyliyeceği bir sözdür. Müslim'in
Sahih'inde İbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmektedir: Kadın, çıplak olarak
Beyt'i tavaf eder; bu arada: Kendisiyle tavaf edebileceği bir elbiseyi ödünç
olarak kim verebilir, diye seslenir ve aldığı bu elbiseyi ferci üzerine koyar
ve şöyle dermiş:
"Bugün onun bir
kısmı yahut tamamı görünüyor olabilir Ama ben ondan görünen kısmını kimseye
helal kılmıyorum."
Bunun üzerine şu:
"Her mescidde zinetinizi alın" ayeti nazil oldu. Burada sözü geçen
kadın ise, Dubaa bint. Amir b. Kurt'dur. Bunu, Kadı Iyad ifade etmiştir.
Yine Müslimin Sahih'inde
Hişam b. Urve'den, o da babasından rivayete göre, babası şöyle demiş: Araplar,
el-Hums diye bilinenler müstesna Beyti hep çıplak tavaf ederlerdi. el-Hums diye
bilinenler ise, Kureyş ve ondan gelenlerdir. Humsların, kendilerine elbise
vermeleri hali müstesna Beyti çıplak olarak tavaf ederlerdi. Erkekler
erkeklere, kadınlar da kadınlara elbise verirdi. Hums diye bilinenler ise,
Müzdelifenin dışına çıkmazlar, diğer insanların hepsi ise, Arafat'da vakfe
yaparlardı.
Müslim'den başka
eserlerde de şu zikredilmektedir: Ve biz, Harem ehliyiz. Araplardan herhangi
bir kimsenin bizim elbisemiz dışında bir elbiseye bürünmüş olarak tavaf
etmemesi, bizim topraklarımıza girdi mi, bizim yemeklerimizden başka bir yemek
yememesi gerekir diyorlardı. Araplardan Mekke'de kendisine elbise verecek bir
arkadaşı bulunmayan ve ücretle kiralayacak kadar maddi imkanı olmayan kimse, şu
iki halden birisini yapmak zorundaydı. Ya Beyti çıplak olarak tavaf edecekti
yahut da kendi elbiseleriyle tavaf edecekti. Tavaf ettiği elbiselerini de
tavafını bitirdi mi, üzerinden çıkarıp atacak ve kimse de onlara
dokunmayacaktı. Bu elbiseye de (çıkarılıp atılan anlamında): el-Leka denilirdi.
Araplardan birisi de
şöyle demiş: "Benim ona yaptığım yeterdir: üzerine hücum edip onu
Kendisine yaklaşılmayan tavaf edenlerin önünde atılmış bir elbiseye dönüştürmüş
olmam."
İşte Araplar, Yüce Allah
Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'ı gönderdiği vakte kadar bu tür bir cehalet,
bid'at ve sapıklık üzere idiler. Yüce Allah da Peygamberine: "Ey
Ademoğulları, her mescidde zinetinizi alın" ayetini indirdi ve Rasulullah
(s.a.v.)'ın müezzini de: "Şunu bilin ki, çıplak bir kimse Beyti tavaf etmeyecektir.
"
Derim ki: Burada kasıt,
namazdır diyenler, bunun da zineti ayakkabılardır, demişlerdir. Çünkü, Kürz b.
Vebra, Ata'dan, o, Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.v.)
bir seferinde: "Namazın süsünü takınınız" diye buyurmuş. Ona, namazın
süsü nedir diye sorulunca: "Ayakkabılarınızı giyinip onlarla namaz
kılınız" diye buyurmuştur.
2- Namazda Setr-i
Avret:
Ayet-i kerime, önceden
de geçtiği üzere avretin örtülmesinin vücubuna delildir. İlim ehlinin çoğunluğu
(cumhur) da avretin örtülmesinin namazın farzlarından olduğu görüşündedir.
el-Ebheri ise, o, genel olarak bütün hallerde farzdır. İnsanın namazda da
namazın dışında da avretini insanlardan saklayıp örtmesi görevidir. Sahih olan
görüş de budur. Çünkü, Hz. Peygamber, el-Misver b. Mahreme'ye şöyle demiştir:
"Dön, elbiseni al ve çıplak olarak yürümeyin." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
İsmail el-Kadi ise,
setr-i avretin namazın sünnetlerinden olduğu görüşündedir. Buna, şunu delil
göstermektedir: Eğer, setr-i avret namazda farz olsaydı, çıplak kimsenin namaz
kılmasının caiz olmaması gerekirdi. Çünkü namazın farzlarından olan her şeyin
güç yetirilebilmekle birlikte yerine getirilmesi yahut da olmadığı takdirde
onun bedelinin yapılması gerekir, ya da tamamıyla sakıt olur. Oysa setr-i
avrette durum böyle değildir.
İbnü'l-Arabi der ki:
Setr-i avret, namazda bir farzdır. O bakımdan bir imam rükuda iken elbisesi
düşüp de dübürü açılacak olsa, o da başını kaldırıp açılan yerini örtse bu onun
için yeterlidir, görüşü İbn Kasım'a aittir. Suhnun ise şöyle demektedir: Ona
uyanlardan kim ona bakarsa, namazını iade eder. Yine Suhnün'dan şöyle dediği
rivayet edilmektedir: İmam da cemaat de namazlarını iade ederler. Çünkü setr-i
avret namazın şartlarından bir şarttır. Açılacak olursa namaz batıl olur. Bu
görüşünde asıl dayanağı ise taharettir (yani taharet gibi setr-i avreti de şart
görmesidir).
Kadı İbnü'l-Arabi der
ki: Namazları batıl olmaz diyenler böyle bir şartın sözkonusu olmadığından
dolayı bu görüşü benimsemiştir. Elbisesini alıp örtünse, namazı sahih olur,
fakat ona bakanların namazı batıl olur, diyenlerin görüşüne gelince, bu
silinmesi gereken bir sahife (iltifat edilmemesi gereken bir görüş) ve
kendisiyle uğraşılması caiz olmayan bir kanaattir.
Buhari ve Nesai'de Amr
b. Seleme'den şöyle dediği nakledilmektedir: Benim kavmim, Rasulullah
(s.a.v.)'ın yanından döndüklerinde dediler ki: Peygamber şöyle buyurdu:
"Aranızda Kur'an'ı en çok (ezbere) bileniniz size imamlık yapsın."
Bunun üzerine beni çağırdılar, bana rükü ve sücudu öğrettiler. Ben de onlara
namaz kıldırıyordum. üzerimde sökük bir cübbe vardı. Babama: Oğlunun kıçını biz
görmeyelim diye (onu, giydireceğin bir elbise ile) örtemez misin?"
Nesai'nin lafzı ile rivayet bu şekildedir
Sehl b. Sa'd'dan da
şöyle dediği sabit olmuştur: Erkekler, Rasulullah (s.a.v.)'ın arkasında namaz
kıldıklarında büründükleri elbiselerinin darlığından dolayı onları küçük
çocuklar gibi boyunlarında düğüm yapıyorlardı. Birisi de şöyle dedi: Ey
Kadınlar topluluğu, erkekler başlarını (secdeden) kaldırmadıkça, siz
başlarınızı kaldırmayınız. Bunu da Buhari, Nesai ve Ebü Davüd riva yet
etmiştir.
3- Kişinin Kendi
Avretini Görmesinin Hükmü:
Kişinin kendi avretini
görmesinin hükmü hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır:
Şafii: der ki: Eğer
elbise dar ise, onu ya ilikler ya da üzerindeki gömleğin kenarları çekilip de
yakası tarafından avreti görülmesin diye bir şeylerle iliştirir. Bunu
yapmayacak olur da kendi avretini görecek olursa, namazı iade eder. Ahmed'in de
görüşü budur.
Malik ise, düğmeleri
iliklenmeden ve üzerinde şalvar bulunmaksızın entari ile namaz kılmaya ruhsat
vermiştir. Ebu Hanife ve Ebu Sevr'in görüşü de budur. Salim gömleğinin
(entarisinin) düğmelerini iliklemeksizin namaz kılardı.
Davüd et-Tai'der ki:
Eğer sakalı büyükse bunda bir mahzur yoktur. Bu anlamda bir görüşü el-Esrem,
Ahmed'den nakletmektedir.
Eğer kişi imam ise,
ridasız (belden yukarısını örten elbise) namaz kılmamalıdır. Çünkü bu
zinettendir.
Ayakkabı ile namaz
kılmanın da zinetten olduğu söylenmiştir. Bunu da Enes, Peygamber (s.a.v.)'dan
rivayet etmiş olmakla birlikte sahih değildir.
Yine denildiğine göre,
namazın zineti (süsü), rüküa giderken ve rüküdan kalkarken elleri kaldırmaktır.
Ebu Ömer der ki: Her
şeyin bir süsü vardır. Namazın süsü ise tekbir getirmek ve elleri kaldırmaktır.
Ömer (r.a) da şöyle
demiştir: Allah size bolluk vermiş ise siz de kendiniz için bolluk yapın. Bir
adam elbiselerini giyinerek bir izar (belden aşağısını örten elbise) ve bir
rida ile (belden yukarısını örten elbise), bir izar ve bir gömlekle, bir izar
ve bir cübbe ile, şalvar ve rida ile, şalvar ve gömlek ile, şalvar ve cübbe ile
-zannederim: Yarım şalvar ve gömlek ile de dediğini zannediyorum- yarım şalvar
ve rida ile, yarım şalvar ve cübbe ile (kılsın). Bunu da Buhari ve Darakutni
rivayet etmiştir.
4- Yemek, İçmek ve
İsraf Etmemek:
Yüce Allah'ın:
"Yeyin, için, israf etmeyin" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas
şöyle demektedir: Yüce Allah bu ayet-i kerimede israf veya büyüklenme söz
konusu olmadığı sürece yemeyi ve içmeyi helal kılmaktadır.
İhtiyaç gereği olan
miktar ise -ki bu da açlığı susturan ve susuzluğu gideren miktardır- aklen de
şer'an de mendup (teşvik edilmiş) dır. Çünkü, bu kadarı ile nefis muhafaza
edilir (hayatta kalınır) ve duyular korunabilir. Bundan dolayı şeriatte visal
orucu yasağı varid olmuştur. Zira visal, (iftar ve sahur yemeksizin günlerce
oruç tutmak) hem bedeni güçsüz bırakır, hem de nefsi öldürür. İbadet etmeye
takat bırakmaz. Bu ise, şeriatin yasakladığı aklın da reddettiği birşeydir.
Nefsini ihtiyaç duyduğu kadarından alıkoyan kimsenin iyilik namına bir payı
olmayacağı gibi, zühtten de pay sahibi olduğu söylenemez. Çünkü, aciz bırakmak
ve zayıf düşürmek suretiyle kendisini mahrum ettiği itaatleri işlemenin sevabı
daha çok, ecri daha büyüktür.
İhtiyaç miktarından fazlası(nı
yeyip içmek) hususunda iki farklı görüş vardır. Bunun haram olduğu söylendiği
gibi, mekruh olduğu da söylenmiştir.
İbnü'l-Arabı der ki:
Sahih olan da budur. Çünkü doyma miktarı beldeden beldeye, zamandan zamana,
yaştan yaşa ve yiyecekten yiyeceğe farklı farklıdır.
Şöyle de denilmiştir: Az
yemenin pek çok faydaları vardır. Az yiyenin bedenen daha sıhhatli, hafızasının
daha güzel, kavrayışının daha açık, uykusunun daha az ve daha çabuk haraket
edebilen bir kişi olması, bunlar arasındadır. Çok yemek halinde ise, mide
gereksiz şeylerle doldurulur ve lüzumsuz şişirilir. Çeşitli hastalıklar bundan
ortaya çıkar. O bakımdan az yemenin gerektirdiğinden çok daha fazla ilaca
ihtiyaç duyulur.
Fakihlerden birisi: En
büyük ilaç gıda miktarlarını aşmamaktır, demiştir.
Peygamber (s.a.v.) da bu
hususu tabiplerin sözlerine ihtiyaç bırakmayacak şekilde kalplere rahatlık
veren bir ifadeyle şöylece dile getirmiştir: "Ademoğlu karnından daha kötü
bir kap doldulmuş değildir. Ademoğluna sulbünü (iskeletini) ayakta tutacak bir
kaç lokmacık yeter. Eğer mutlaka (çok yemesi) gerekiyorsa, (midesinin) üçte
birini yemeğine, üçte birini içeceğine, üçte birini de nefesine ayırsın."
Bunu Tirmizi, el-Mikdam b. Madikerib yoluyla rivayet etmiştir.
İlim adamlarımız der ki:
Eğer Bokrat (Hipokrat) bu paylaştırmayı işitmiş olsaydı, bu hikmetten hayrete
düşerdi.
Nakledildiğine göre
Harun er-Reşid'in oldukça maharetli hristiyan bir doktoru varmış. Bir gün Ali
b. el-Hüseyn (b. Vakid)'e şöyle sormuş: Sizin Kitabınızda tıp ilmi namına bir
şey yoktur. Halbuki ilim iki türlüdür. Biri edyan (dinler) ilmi diğeri ebdan
(bedenler) ilmi. Ona, Ali b. el-Hüseyin şu cevabı vermiş: Yüce Allah tıbbın
tamamını Kitabımızda yer alan yarım ayette hülasa etmiştir. Hristiyan doktor bu
hangisidir diye sorunca O, şu cevabı vermiş: Bu yarım ayet, Yüce Allah'ın:
"Veyin, için, israfetmeyin" buyruğudur. Hristiyan doktor şu cevabı
vermiş: "Rasulünüzden tıbba dair bir şey nakledilmiyor." Bu sefer Ali
b. el-Hüseyn şu cevabı vermiş: Rasulullah (s.a.v.) da tıbbı bir kaç kelime de
özetleyivermiş. Bunlar hangileridir diye sorunca, Ali şu cevabı vermiş:
"Mide hastalıkların yuvasıdır. Koruma, her türlü tedavinin başıdır. Sen,
her bedene alıştırdığın kadarını ver. " Bunun üzerine hristiyan şu
cevabını vermiş: Kitabınız da Peygamberiniz de Calinos'a tıp diye bir şey
bırakmamıştır.
Derim ki: Denildiğine
göre, hastanın tedavisi iki eşit bölüme ayrılır. Yarısı ilaçla tedavidir,
yarısı da perhizdir. İkisi bir araya geldi mi, hasta kişi iyileşmiş ve
sıhhatine kavuşmuş kabul edebilirsin. İkisinden biri tercih edilecek olursa,
perhizin tercihi daha uygundur. Zira perhizi terk ile birlikte tedavinin bir
faydası olmaz. Ama ilaç kullanmamakla birlikte perhiz faydalı olur. Nitekim
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her türlü tedavinin esası
perhizdir. "
Allahu a'lem bununla
kastedilen her türlü ilaca ihtiyaç bırakmayacağıdır.
O bakımdan şöyle
denilmiştir: Hintlilerin bütün tedavileri perhizden ibarettir. Hasta olan kişi
bir kaç gün süre ile yemekten, içmekten ve konuşmaktan uzak durur, sonunda
iyileşip sağlığına kavuşur.
5- Az Yemek ve İçmekle
Yetinmek, Mü'minin Sıfatlarındandır:
Müslim, İbn Ömer'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Kafir kimse, yedi bağırsakta yer.
Mü'min ise tek bir bağırsakta yer."
İşte bu, Hz. Peygamberin
dünyalıktan az ile yetinmeye, dünyada zühde ve yeteri kadarı ile kanaatkarlık
etmeye bir teşviktir. Araplar, az yemekle övünür ve çok yemekten dolayı
başkalarını yererlerdi. Nitekim şairlerinden birisi şöyle demektedir:
"Aşırı gitmeyecek şekilde yiyecek olursa, közde kızartılmış bir ciğer
parçacığı Yeter ona ve küçük bir bardak su ile kanar."
Um Zer' de İbn Ebi Zer'
hakkında şunları söylemektedir: "Ve onu oğlağın kolu doyurur. "
Hatim et-Tai de çok
yemeyi yererek şunları söylemektedir: "Eğer sen karnına istediği şeyleri
verecek olsan ve bir de fercine Her ikisi birlikte yerilme (sebebi)nin en
sonuna kadar seni götürürler."
el-Hattabı der ki: Hz.
Peygamberin: "Mü'min tek bir bağırsakta yer" buyruğunun anlamı: O,
doymayacak kadar yer ve başkasını kendisine tercih ederek azığından başkasına
birşeyler artırır, yediği kadarı ile de kanaat getirir, demektir. Bununla
birlikte birinci açıklama şekli daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Hz. Peygamberin:
"Kafir ise yedi bağırsakta yer" buyruğunun umum ifade etmediği
söylenmiştir. Çünkü, tanık olunan durum, hadisin umum ifade ettiğini kabul
etmemize engeldir. Çünkü, bir mü'minden daha az yiyen bir kafir bulunabilir ve
kafir İslam'a girdikten sonra da yemesinde artış ya da eksil iş olmayabilir.
Bunun, muayyen bir
kimseye işaret olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki: el-Cahcah el-Gıfarı, yahut
Sümame b. Usal, ya da Nadla b. Amr el-Gıfari, veya Basra b. Ebi Basra el-Gıfarı
diye bilinen bir kafir kişi (yahut böyle anılanlardan birisi) Peygamber
(s.a.v.)'a misafir olmuş. Yedi koyundan sağılan sütü içmiş. Sabah olunca
İslam'a girmiş, bu sefer tek bir koyundan sağılan sütü içmiş ve onu da
bitirememiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) bu hadisi irad buyurmuş, Buna
göre Hz, Peygamber, şu (kafir iken) demiş gibi olur, Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Denildiğine göre kalbi
tevhid nuru ile nurIanınca, bu sefer yemeğe, itaat edebilmek için gerekli gücü
elde edebilecek vasıta gözüyle bakmaya başlar ve ondan ihtiyaç kadarını aldı.
Küfür dolayısıyla kalbi karanlık iken, kafirin yemesi ishal oluncaya kadar
çokça otlayan bir hayvanın yemesi gibiydi. Sözü geçen bağırsakların hakikat
anlamıyla kullanılıp kullanılmadığı hususunda da farklı görüşler vardır.
Hakikat anlamında olup
tıp ve teşrih (anatomİ) bilginlerince bilinen isimleri olduğu söylendiği gibi,
bunlar obur kimsenin kendileri sebebiyle yemek yediği yedi sebepten kinaye
olduğu da söylenmiştir. Böyle bir kimse ihtiyaç duyduğu için, aldığı bir haber
dolayısıyla, koku alması, görmesi, dokunması ve tatması dolayısıyla ve daha çok
yiyeyim düşüncesiyle yer,
Şöyle de açıklanmıştır:
Bu, yedi bağırsağı olan kimsenin yediği kadar yemesi anlamındadır, Mü'min ise
yemekten çabuk el çekmesi bakımından yalnızca tek bir bağırsağı olan kimse gibi
yer, Böylelikle, kafir ile yediği yedi bölümün yalnızca bir bölümünde ortak yer
(yedide biri kadar yer), kafir ise ondan yedi kat fazla yer, demektir.
Bu hadiste geçen
bağırsak mide anlamındadır.
6- Yemek Yeme Adabı:
Bu husus açıklandıktan
sonra şunu bil ki, insanın yemekten önce ve sonra ellerini yıkaması
müstehaptır, Çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemekten önce ve
sonra abdest berekettir."
Bu, Tevratta da
böyledir. Bunu, Zazan, Selman'dan rivayet etmiştir, Malik ise, temiz elin
yıkanmasını mekruh görürdü. Ancak, hadise uymak daha uygundur.
Sıcak mıdır, soğuk mudur
bilmeden bir yemek yememelidir. Çünkü, eğer yemek sıcaksa bundan eziyet duyar.
Rasulullah (s.a.v.)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yemeği
soğutunuz, Çünkü sıcak bereketsiz olur," Bu hadis de sahih bir hadistir.
el-Bakara Suresi'nde daha önce geçmişti,
Yemeği koklamamak da
adaptandır. Çünkü bu, hayvanların işidir. Bunun yerine canı çekerse ondan yer,
hoşlanmasa onu bırakır. Aç gözlü sayılmasın diye de lokmalarını küçültür ve
çokça çiğner. Başında "Bismillah" der, sonunda
"elhamdulillah" der. Elhamdulillah derken onunla beraber oturanlar
yemeklerini bitirmemişse sesini yükseltmez. Çünkü sesinin bu şekilde yükselmesi
onların yemek yemelerine mani olabilir.
Yemek adabı pek çoktur.
Bunlar onların bir bölümüdür. Bir diğer bölümü de Yüce Allah'ın izniyle Hüd
Süresi'nde (69. ayetin tefsirinde) gelecektir.
İçmenin de bilinen bir
takım adabı vardır. Bunlar, yaygın olduklarından dolayı onlardan söz etmiyoruz.
Müslim'in Sahih'inde de İbn Ömer'den Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir: "Sizden herhangi bir kimse yemek yiyecek olursa sağ
eliyle yesin. İçecek olursa da sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer ve
sol eliyle içer."
7- İsraftan Kaçınmak:
Yüce Allah'ın: "İsrafetmeyin"
buyruğu, çok yemek suretiyle israf etmeyin demektir. Buna göre israf çok
içmekte de sözkonusu olur. Bunların fazlası mideye ağırlık verir, insanın
Rabbine hizmetini aksatır. Nafile hayırlardan payına düşeni yerine getirmekten
alıkoyar. Eğer bunu da aşarak üzerine vacib olanı yerine getirmekten
engelleyecek noktaya gelirse, bu sefer bu fazla yeme ve içme ona haram olur.
Yemesinde ve içmesinde israfa kaçmış olur.
Esed b. Musa, Avn b. Ebi
Cuhayfe'den, o da babasından (Ebu Cuhayfe'den) şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Oldukça yağlı bir etle tirit yedim. Peygamber (s.a.v.)'a geğire
geğire gittim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebu Cuhayfe şu geğirmeni kes. Çünkü,
dünyada insanlar arasında en çok doyan kimseler kıyamet gününde en uzun aç
kalacak kimselerdir."
Bundan sonra Ebu
Cuhayfe, dünyadan ayrılıncaya kadar karnını dolduracak kadar yemedi. Sabah
(öğlen) yemek yedi mi akşam yemezdi, akşam yedi mi, sabah yemezdi.
Derim ki: İşte Hz.
Peygamberin: "Mü'min, tek bir bağırsakta yer" buyruğunun anlamı bu
olabilir. Yani, imanı tam olan, kamil olan böyle yer demektir. Çünkü,
müslümanlığı güzel olan, imanı kemale eren -Ebu Cuhayfe gibibir kimse, sonunda
karşılaşacağı ölümü ve ondan sonrasını düşünür. Bu, dehşetli hallerden korkup
çekinmesine sebep olur, bütün arzularını yerine getirmesine engel teşkil eder.
Doğrusun en iyi bilen Allah'tır.
İbn Zeyd der ki:
"İsrafetmeyin" buyruğu, haram yemeyin demektir. Şöyle de denilmiştir:
Canının çektiği her şeyi yemen israftandır. Bunu da Enes b. Malik Peygamber
(s.a.v.)'den rivayet etmiştir, İbn Mace de bunu Sünen'inde kaydetmektedir.
Yine şöyle denilmiştir:
Doyduktan sonra yemek de israftandır. Bütün bunlar ise mahzurlu şeylerdir.
Lokman oğluna şöyle
demiştir: Yavrucuğum karnın tokken üstüne yemek yeme. Çünkü böyle bir şeyi
köpeğe dahi atman, senin onu yemenden hayırlıdır.
Semure b. Cundub,
oğlunun ne yaptığıni sormuş, ona: Dün tıka basa yedi, diye cevap vermişler. O,
tıka basa mı yedi diye sorunca, evet dediler. Bu sefer şöyle dedi: Eğer ölmüş
olsaydı onun cenaze namazını kılmazdım.
Şöyle de açıklanmıştır:
Cahiliye döneminde Araplar, haccettikleri günlerde yağlı yemezler ve az yemekle
yetinirler, çıplak olarak tavaf ederlerdi. İşte onlara: "Her mescidde
zinetinizi alın, yeyin, için, israfetmeyin." yani, size haram kılınmamış
şeyleri haram kılmak suretiyle israf ederek haddi aşmayın, denildi.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN