MAİDE 42 |
سَمَّاعُونَ
لِلْكَذِبِ
أَكَّالُونَ
لِلسُّحْتِ
فَإِن
جَآؤُوكَ فَاحْكُم
بَيْنَهُم
أَوْ
أَعْرِضْ
عَنْهُمْ
وَإِن
تُعْرِضْ
عَنْهُمْ
فَلَن يَضُرُّوكَ
شَيْئاً
وَإِنْ
حَكَمْتَ
فَاحْكُم
بَيْنَهُمْ
بِالْقِسْطِ إِنَّ
اللّهَ
يُحِبُّ
الْمُقْسِطِينَ |
42. Onlar,
alabildiğine yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse
aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çevir. Şayet onlardan yüz çevirirsen, sana
hiçbir Zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü
Allah, adaletli olanları sever.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
1- Yalan Dinleyenler:
2- Haram Yiyiciler:
1- Yalan Dinleyenler:
Yüce Allah: "Onlar,
alabildiğine yalan dinleyenler ... dir" buyruğunu, tehdit ve daha bir
vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar önceden (41.
ayet-i kerimede) geçti.
2- Haram Yiyiciler:
Yüce Allah'ın:
"Çokça haram yiyenlerdir" buyruğu, çokluk ifade eder. (...): Haram
kelimesi, sözlükte aslında helak olmak ve sıkıntı anlamındadır. Yüce Allah da
(aynı kökten olmak üzere) "(...): Ki, sizi azab ile helak eder"
(Ta-Ha, 61) diye buyurmaktadır. el-Ferezdak da şöyle demiştir: "Ey Mervan
oğlu, zamanın darlık ve sıkıntıları bırakmadı Geriye maldan hiçbir şey, ufak
tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında."
Beyit bu şekilde (...)
diye merfu' olarak manaya atfedilmek suretiyle rivayet edilmiştir.
Kökten tıraş eden hakkında
da: (...): Kökten kazıdı, denilir. Haram mala (bu kökten gelmek üzere): Suht
denilmesi ise, itaatleri silip süpürmesi, yani onları giderip kökten imha
etmesinden dolayıdır. el-Ferra der ki: Bunun anlamı, açlıktan dolayı yemeğe
saldırmaktır. (...) deyimi, çok yemek yiyen kimse hakkında kullanılır. Rüşvet
ve haram yiyen bir kimse, kendisine verilen şeylere karşı duyduğu aç gözlülük,
aşırı iştihasından dolayı midesine çokça yemek dolduran kimseye benzetilmiş
gibidir. Harama "suht" deniliş sebebinin, insanın insanlığını kökten
alıp götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Ancak birinci
görüş daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle birlikte insanlık da gider. Dini
olmayanın insanlığı da yoktur.
İbn Mes'ud ve başkaları
suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: Hakimin aldığı
rüşvet suht kabilindendir. Peygamber (s.a.v.)'in da şöyle dediği
nakledilmektedir: "Suht yemekten dolayı insan vücudunda artan her bir et
parçasına ateş daha bir layiktır." Ey Allah'ın Rasulü, suht nedir diye
sordular, Hz. Peygamber: "Hüküm vermek için alınan rüşvettir" diye
cevap verdi.
Yine İbn Mes'ud'dan
şöyle dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin kardeşinin bir ihtiyacını görmesi,
diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı görenin de bu hediyeyi kabul
etmesidir.
İbn Huveyzimendad da der
ki: Kişinin makam ve mevkisi dolayısıyla birşeyler yemesi, "suht"
kapsamı içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nezdinde böyle bir yerinin
olması dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını karşılamasını istemesi
üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın görmemesi suretiyle olur.
Bir hakkı iptal etmek yahut da caiz olmayan bir şey karşılığında rüşvet almanın
suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ebu Hanife der ki: Hakim
rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden tarafından azledilmese dahi derhal
azlolur ve o andan itibaren vermiş olduğu bütün hükümler batıl olur.
Derim ki: Bu hususta
inşaallah görüş ayrılığı caiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet alması bir
fasıklıktır. Fasıkın hüküm vermesi ise caiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır. Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Allah rüşvet vereni
de, rüşvet alanı da lanetlemiştir."
Ali (r.a)'dan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kahinin aldığı ücret ve bir mesele
hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere) acelecilik göstermektir.
Vehb b. Münebbih'den de
rivayet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde mi haramdır? diye sorulmuş, o:
Hayır demiştir. Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağlamak, yahut
yerine getirmen gereken hakkı üzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş
karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için
rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebu'l-Leys es-Semerkandi de der ki: Biz
de bunu kabul ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına
gelecek bir zararı önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mes'ud'un
Habeşistanda iken iki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil, bunu
kabzedenedir dediğine dair gelen rivayeti andırmaktadır. el-Mehdevi der ki:
Hacamat yapanın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen (benzeri helal
kazançları) suht diye adlandıranların bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi
kazançların bu işi yapanların insaf ve insanlık duygularını alıp götürmesidir.
Derim ki: Sahih olan,
hacamat yapanın kazancının helal olduğudur. Helal olan bir şeyi alan bir
kimsenin ise mürüvveti (insanlığı) sakıt olmaz ve mertebesi de düşmez.
Malik, Humeyd et-Tavil
den, o, Enes'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (s.a.v.) hacamat
yaptırdı. Ebu Taybe adındaki birisi ona hacamat yaptı. Rasulullah (s.a.v.) ona
bir sa' hurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını
hafifletmelerini de emretti.
İbn Abdi'l-Berr der ki:
İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal olduğuna delildir. Çünkü Resulullah
(s.a.v.) batıl herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükafat, ne de
bir karşılık tesbit eder. Enes (r.a)'ın rivayet ettiği bu hadis, Peygamber
(s.a.v.)'ın daha önceki hadislerinde haram kılmış olduğu kanın bedeli ile
ilgili hadisi neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücreti hoş görmediğini
ifade eden hadisi de nesh etmektedir.
Buhari ve Ebu Davud da
İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.v.) hacamat
yaptırdı ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram (suht) olsaydı, bunu
ona vermezdi.
Bu kelime suht ve suhut
şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuştur. Ebu Amr, İbn Kesir ve
el-Kisai "suhut" şeklinde, diğerleri ise, "suht" diye
okumuşlardır.
el-Abbas b. Ebi Fadl da
Harice b. Mus'ab'dan, o da Nafi'den bu kelimeyi "seht" şeklinde
"sin" harfini üstün "ha"yı da sakin olarak okumuştur.
ez-Zeccac, bunun azar azar gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir.
Müslüman Olmayanlar Arasında
Hüküm Vermek: "Eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan
yüzçevir" anlamındaki bu buyruk, Yüce Allah tarafından bir muhayyerlik
olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu el-Kuşeyri söylemiştir. Daha önceden bunun
manasının burada sözü edilenlerin zimmi kimseler değil de antlaşmalı (olarak
İslam yurduna girmiş) kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu.
Çünkü Peygamber (s.a.v.) Medine'ye gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı.
Zimmet ehli olmadıkları
takdirde kafirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir. Aksine
dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir.
Zimmet ehline gelince,
davalarını bizim hakimimize getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermek bizim
için vacip midir? Bu hususta Şafii'nin iki görüşü vardır: Eğer dava, bir
müslüman ile alakalı ise hüküm vermek vaciptir.
el-Mehdevi der ki: İlim
adamları, hakimin müslüman ile zimmi arasında hüküm vermesi gerektiğini icma
ile ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasındaki davalarda farklı görüşlere
sahiptirler. Bazıları, ayet-i kerimenin muhkem olduğunu, hakimin de hüküm verip
vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş, Nehai, Şa'bi ve
diğerlerinden rivayet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Malik, Şafii ve diğerlerinin
de görüşüdür. Zina halinde, kitap ehline had uygulamayı terk etmeye dair
Malik'ten gelen rivayet bunun dışındadır. Çünkü (ona göre), müslüman bir erkek,
kitap ehli bir kadınla zina edecek olursa, erkeğe had uygulanır, fakat kadına
had uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi iseler, ikisine de had
yoktur. Aynı zamanda bu, Ebu Hanife, Muhammed b. el-Hasan ve başkalarının da
görüşüdür.
Yine Ebu Hanife'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zimmilere celde uygulanır, fakat recm cezası
uygulanmaz. Şafii, Ebu Yusuf, Ebu Sevr ve başkaları ise şöyle demiştir: Eğer
bizim hükmümüze rıza göstererek mahkeme mize gelecek olurlarsa, her ikisine de
had uygulanır.
İbn Huveyzimendad der
ki; Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna benzer kendileri sebebiyle fesadın
yaygınlaşabildiği haksızlıklar ile alakalı olması hali dışında imam, onlardan
birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber gönderir, ne
de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, boşamak ve sair muamelat ile ilgili
davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez. Hüküm
vermemek hususunda o, muhayyerdir. Hüküm vermeyecek olursa, onları kendi
hakimlerine geri gönderir. Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü ile
hükmeder.
Fesadın yaygınlaşmasına
sebep teşkil edecek meselelerde, onları müslümanların hükmünü kabul etmeye
cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat üzere
ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister onlar tarafından ister başkaları
tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onların malları ve
kanları muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu gibi şeyler
mübah görülebilir, o takdirde bundan ötürü aramızda fesat yaygınlık kazanır.
İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şarap satmalarına, açıktan zina
etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yapmalarına mani olduk. Ta ki,
müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fesat bulmasın.
Boşama, zina ve buna
benzer dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hakkında hüküm vermeye
gelince, bu gibi konularda onların bizim dinimizi uygulamak zorunlulukları
yoktur. Bizim dinimize göre aralarında hüküm vermek ise, onların hakimlerine
bir zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlanmalada muamelat ise böyle
değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit mezalim (umuma taalluk eden
haksızlıklar ve fesadın yayılması) sözkonusudur.
Zimmiler Arasında Hüküm
Vermede Muhayyerlik Nesh Olmuş mudur? Ayet-i kerime ile ilgili olarak ikinci
bir görüş daha vardır. Bu da Ömer b. Abdülaziz ve yine en-Nehal'den rivayet
edilmiştir. Buna göre ayet-i kerimede sözü geçen muhayyer bırakma, Yüce
Allah'ın: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
(el-Maide, 48) buyruğu ile nesh olmuş olup, hakim aralarında hüküm vermekle
mükelleftir. Bu, aynı zamanda Ata el-Horasani'nin, Ebu Hanife ve arkadaşlarının
ve başkalarının da görüşüdür. İkrime'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir"
buyruğunu bir başka ayet neshetmiştir. O da; "O halde aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet" buyruğudur. el- Mücahid de şöyle demektedir:
Maide'den yalnızca iki ayet nesh olmuştur. Bunlar da, Yüce Allah'ın:
"Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" buyruğunu: "O halde
aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayeti nesh etmiştir. Allah'ın
şeairine ... saygısızlık etmeyin" (el-Maide, 2) ayetini ise: (Artık o
müşrikleri nerede bulursanız öldürün "(et-Tevbe, 5) ayeti nesh etmiştir.
ez-Zühri der ki: Sünnet
(uygulama) şu şekilde görülegelmiştir: Kitab ehli, aralarındaki karşılıklı
haklarda ve miras konularında kendi dinlerine mensub hakimlere geri döndürülür.
Ancak, Allah'ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde aralarında
Allah'ın Kitabı gereğince hükmeder.
es-Semerkandi der ki: Bu
görüş, Ebu Hanife'nin, onlar bizim hükmümüze rıza göstermedikleri sürece
aralarında hüküm vermez, şeklindeki görüşüne uygun düşmektedir.
en-Nehhas,
"en-Nasih vel-Mensuh" adlı eserinde şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:
"Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çevir"
buyruğu nesh olmuştur. Çünkü bu buyruk, Peygamber (s.a.v.)'ın Medine'ye ilk
geldiği sıralarda nazil olmuştur. O sırada yahudiler Medine'de sayıca çoktular.
Onların İslama ısındırılmaları için daha uygun ve daha yerinde olan davranış,
kendi hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanınca, Yüce
Allah: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayetini
indirdi. İbn Abbas, Mücahid, İkrime, ez-Zühri, Ömer b. Abdulaziz ve es-Süddi de
bu görüştedir. Şafii'den gelen sahih görüş de budur. Şafii
"Kitabu'l-Cizye"de şöyle demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde
hakimin muhayyerliği sözkonusu değildir. Çünkü Yüce Allah: "Küçülmüşler
olarak kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar ... "(et-Tevbe, 29) diye
buyurmaktadır. en-Nehhas der ki: Bu ise, konu ile ilgili delil gösterme
şekilleri arasında en sahih olanlardandır. Zira, "küçülmüşler olarak"
buyruğunun anlamı, İslam hükümlerinin kendilerine uygulanması demek olduğuna
göre, kendi hükümlerine geri çevirilmemeleri icabeder. Bu ise (aralarında hüküm
vermek) vacip olduğuna göre, o halde bu ayet-i kerime de mensuhtur. Bu aynı
zamanda, Küfelilerden Ebu Hanife, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed'in de görüşüdür.
Kitab ehli, imamın hükmüne başvurdukları takdirde, imamın onlardan yüzçevirmek
hakkına sahip olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var
ki, Ebu Hanife şöyle demektedir: Karı-koca gelecek olurlarsa, aralarında
adaletle hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı
değilse, aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir.
Böylelikle ilim
adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre, ayet-i kerimenin mensüh olduğu sabit
olmaktadır. Bununla birlikte, (bu ayet hakkında) İbn Abbas'ın (mensuh olduğuna
dair az önce geçen) rivayeti de sabit olmuştur. Eğer İbn Abbas'tan bu konuda
rivayet gelmemiş olsaydı bile mantıken bu ayetin mensuh olması gerekirdi. Çünkü
ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kitab ehli, imamın hükmüne
başvuracak olurlarsa o, aralarındaki davaya bakmak hakkına sahiptir.
Aralarındaki davaya bakacak olursa, hepsine göre isabet etmiş olur. Onlardan
yüz çevirmemelidir. Yüz çevirecek olursa, kimi ilim adamlarına göre bir farzı
terketmiş ve kendisi için helal olmayan ve yapmaması gereken bir işi yapmış
olur.
en-Nehhas (devamla) der
ki: Küfelilerden bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenlerin bir diğer görüşü daha
vardır. Onlardan kimisi şöyle demektedir:
İmam, kitap ehlinin,
Yüce Allah'ın hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek
olursa, o haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar imamın hükmüne başvurmamış
olsunlar. Bu görüşün sahibi, Yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği
ile hükmet" buyruğunu delil göstermekte ve bu buyruğun iki anlama gelme
ihtimali vardır demektedir:
Birincisi, senin hükmüne
baş vurdukları takdirde sen aralarında hükmet anlamıdır.
Diğeri ise: Senin
hükmüne başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında böyle bir hüküm vermeni
gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz
Yüce Allah'ın Kitabında da, Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze başvurmayacak
olsalar dahi, üzerlerine hakkı uygulamayı gerektiren buyruklar bulmaktayız.
Yüce Allah'ın Kitabındaki buyruk şu: "Ey iman edenler) adaleti titizlikle
ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun." (en-Nisa, 135)
Sünneti seniyyedeki buyruk da; el-Bera b. Azib yoluyla gelen hadis-i şeriftir.
O, şöyle demektedir: Rasulullah (s.a.v.)'ın huzurunda celde vurulmuş ve yüzü
kömür ile karartılmış bir yahudi getirildi, şöyle buyurdu: "Size göre zina
edenin haddi böyle midir? Onlar: Evet deyince, Hz. Peygamber ilim adamlarından
birisini çağırarak şöyle dedi: "Allah adına senden soruyorum, aranızda
zina edenin haddi böyle midir?" Adam: Hayır dedi ... ve hadisin geri kalan
kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
en-Nehhas (devamla) der
ki: Peygamber (s.a.v.)'ın bu hadiste görüldüğü gibi kendisinin hükmüne
başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş olduğunu delil göstermektedirler.
Birisi kalkıp: Malik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den rivayet ettiği hadise göre,
yahudiler Peygamber (s.a.v.)'a geldiler diyecek olursa, ona şöyle denilir: Yine
Malik'in naklettiği hadiste zina eden o iki kişinin Peygamberin kendilerini
recmetme hükmüne razı olduklarına dair bir ifade yoktur. Ebu Ömer b.
Abdi'l-Berr ise der ki: el-Bera'nın hadisini delil diye gösterenler, aynı hadis
üzerinde düşünecek olurlarsa, onu hiç de delil göstermezler. Çünkü hadisin
muhtevasında Yüce Allah'ın: ''Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o
verilmezse sakının" (el-Maide, 41) buyruğunun açıklanması vardır. Söylemek
istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yüzü kömürle karartmak
şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme fetvasını verecek olursa
ondan sakının. İşte bu, yahudilerin Hz. Peygamberi hakem tayin ettiklerine,
hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da gerek İbn Ömer'in rivayet ettiği
hadisten, gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde görülmektedir.
Birisi kalkıp: İbn
Ömer'in hadisinde zina eden iki kişi Rasulullah (s.a.v.)'ın hükmüne
başvurmadıkları gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir diyecek olursa,
ona şöyle cevap verilir: Zina edenin haddi, hakimin uygulamakla yükümlü olduğu,
Yüce Allah'ın haklarından bir haktır. Bilindiği gibi, yahudilerin aralarında
hüküm veren ve üzerlerine hadleri ikame eden bir hakimleri vardı. İşte
Resulullah (s.a.v.)'ın hükmüne başvuran da odur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" buyruğuna gelince,
Nesai, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kurayzaoğulları ile,
Nadiroğulları diye iki yahudi kabilesi vardı. Nadiroğulları Kurayzaoğullarından
daha üstün kabul edilirdi. Bundan dolayı Kurayzaoğullarından bir kişi,
Nadiroğullarından birisini öldürecek olursa, ona karşılık Kurayzalı
öldürülürdü. Şayet Nadiroğullarından birisi Kurayzaoğullarından birisini
öldürecek olsaydı, buna karşılık yüz vesk (altmış sa' eder) hurma diyet öderdi.
Rasulullah (s.a.v.) peygamber olarak gönderildikten sonra (Medine'ye hicretten
sonra) Nadiroğullarından birisi, Kurayzaoğullarından birisini öldürdü. Bunun
üzerine (Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize teslim ediniz, dediler. Bu
sefer (Nadiroğulları): Bizimle sizin aranızda Peygamber (s.a.v.) hakemlik etsin
deyince, şu: "Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet" yani, cana
karşılık can hükmünü ver ayeti ile: "Onlar hala cahiliyye (devrinin)
hükmünü mü istiyorlar!" (el-Maide, 50) ayeti nazil oldu.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN