MAİDE 20 / 26 |
وَإِذْ
قَالَ
مُوسَى
لِقَوْمِهِ
يَا قَوْمِ
اذْكُرُواْ نِعْمَةَ
اللّهِ
عَلَيْكُمْ
إِذْ جَعَلَ
فِيكُمْ
أَنبِيَاء
وَجَعَلَكُم
مُّلُوكاً وَآتَاكُم
مَّا لَمْ
يُؤْتِ
أَحَداً
مِّن الْعَالَمِينَ
{20} يَا قَوْمِ
ادْخُلُوا الأَرْضَ
المُقَدَّسَةَ
الَّتِي
كَتَبَ اللّهُ
لَكُمْ
وَلاَ
تَرْتَدُّوا
عَلَى أَدْبَارِكُمْ فَتَنقَلِبُوا
خَاسِرِينَ {21}
قَالُوا يَا
مُوسَى
إِنَّ
فِيهَا
قَوْماً جَبَّارِينَ وَإِنَّا
لَن
نَّدْخُلَهَا
حَتَّىَ
يَخْرُجُواْ
مِنْهَا
فَإِن
يَخْرُجُواْ
مِنْهَا فَإِنَّا
دَاخِلُونَ {22}
قَالَ
رَجُلاَنِ
مِنَ
الَّذِينَ
يَخَافُونَ أَنْعَمَ
اللّهُ
عَلَيْهِمَا
ادْخُلُواْ عَلَيْهِمُ
الْبَابَ
فَإِذَا
دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ
غَالِبُونَ
وَعَلَى
اللّهِ
فَتَوَكَّلُواْ
إِن كُنتُم
مُّؤْمِنِينَ
{23} قَالُواْ
يَا مُوسَى
إِنَّا لَن
نَّدْخُلَهَا
أَبَداً
مَّا
دَامُواْ
فِيهَا
فَاذْهَبْ أَنتَ
وَرَبُّكَ
فَقَاتِلا
إِنَّا
هَاهُنَا
قَاعِدُونَ {24}
قَالَ رَبِّ إِنِّي
لا أَمْلِكُ
إِلاَّ
نَفْسِي وَأَخِي
فَافْرُقْ
بَيْنَنَا
وَبَيْنَ
الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
{25} قَالَ
فَإِنَّهَا
مُحَرَّمَةٌ
عَلَيْهِمْ
أَرْبَعِينَ
سَنَةً يَتِيهُونَ
فِي
الأَرْضِ
فَلاَ
تَأْسَ عَلَى
الْقَوْمِ
الْفَاسِقِينَ {26} |
20- Hani
Musa kavmine demişti ki: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün ki, içinizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmış,
alemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti.
21-
"Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı arz-ı mukaddese girin. Gerisin geriye
dönmeyin. Yoksa kaybedenler olarak geri dönersiniz."
22-
Dediler ki: "Ey Musa, orada zorba bir topluluk var. Doğrusu onlar oradan
çıkmadıkça biz de oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o zaman
gireriz."
23-
(Allah'tan) korkan kimselerden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi
dedi ki: "Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdiniz mi, muhakkak siz
galip gelirsiniz. Eğer iman edenler iseniz, yalnız O'na güvenip
dayanınız."
24-
Onlar da dediler ki: "Ey Musa, onlar orada bulundukça biz asla oraya
girmeyiz. Git, sen ve Rabbin savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz."
25-
(Musa): "Rabbim ben, kendim ve kardeşimden başkasına sahip değilim. Artık
bizim aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır'' dedi.
26-
(Allah) buyurdu ki: "Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar, o
yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Artık sen de o fasıklar topluluğu için
tasalanma."
Yüce Allah'ın:
"Hani Musa kavmine demişti ki: Ey Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün ... " buyruğu, Yüce Allah tarafından onların (Hz. Peygamberin
çağdaşı olan yahudilerin) geçmişlerinin Hz. Musa'ya karşı direndiklerini ve ona
isyan ettiklerini beyan etmektedir. İşte bunlar da Muhammed (s.a.v.)'a karşı
aynı tavırları sürdürmektedirler. Bu, Hz. Peygambere bir tesellidir. Yani, ey iman
edenler, hem Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, hem de Musa'nın
başından geçen olayı hatırlayın.
Abdullah b. Kesir'den;
"O: Ey kavmim ... düşünün" buyruğunu, -mim" harfini ötreli
olarak (...) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Benzeri buyruklar da
böyledir, ifadenin takdiri ise: Ey hitab ettiğim kavim, topluluk. ..
anlamındadır.
"İçinizden
peygamberler göndermiş" buyruğundaki peygamberler anlamına gelen (...)
kelimesi, munsarıf değildir. Çünkü sonunda müenneslik elifi bulunmaktadır.
"Ve sizi
hükümdarlar yapmış" yani, kendi işinizin sahibi ve maliki kılmıştır. Daha
önce Firavun'un mülkiyeti ve onun kahru galebesi altında bulunuyorken, şimdi
size kimse galip gelememektedir. O, sizi firavundan, onu suda boğmak suretiyle
kurtarmış oldu. Bu anlamda onlar, hükümdarlar idiler.
es-Süddi:, el-Hasen ve
başkaları da buna yakın ifadelerle bu buyruğu açıklamışlardır. es-Süddi: der
ki: Onların herbirisi kendisine, aile halkına ve !malına malik idi.
Katade de der ki: Yüce
Allah, onlar hakkında: "Sizihükümdarlaryapmış" diye buyurmuştur.
Çünkü bizler, Ademoğulları arasında kendilerine ilk hizmet edilen kimselerin
onlar olduğundan söz ederdik.
İbn Atiyye der ki: Ancak
bu açıklama zayıftır. Çünkü kıptiler, İsrailoğularını kendi hizmetlerinde
kullanmakta idiler. Ademoğullarının uygulamalarından açıkça anlaşılan şu ki,
nesilleri artıp çoğaldıkları zamandan bu yana, onların kimisi kimisinin emri
altında çalışırdı. ümmetlerin arasındaki farklı-ık sadece bu malik oluşun
anlamı bakımındandı.
Ayetin bu bölümü şöyle
de açıklanmıştır: O, sizi izin alınmaksızın yanınıza girilmeyecek şekilde ev ve
mesken sahibi kimseler kıldı. Bu anlamdaki bir açıklama, ilim ehlinden bir
topluluktan rivayet olunmuştur.
İbn Abbas der ki: Eğer
bir kimsenin evine, kendisinin izni olmaksızın girilmiyor ise, o bir melik
(hükümdar) dır.
Yine el-Hasen'den ve
Zeyd b. Eslem'den nakledildiğine göre, her kimin bir evi, hanımı ve hizmetçisi
varsa o kimse bir hükümdardır. Bu aynı zamanda Müslim'in Sahihi'nde
nakledildiği üzere Abdullah b. Amr'ın da görüşüdür.
Müslim'in Sahihi'nde Ebu
Abdurrahman el-Hubulli'den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Abdullah b. Amr
b. el-As'ı -bir adamın kendisine soru sorması üzerine- şöyle derken dinledim:
Bizler, muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz? Abdullah ona: Senin yanında
yattığın bir hanımın var mı? O, evet dedi. Yine Abdullah: Peki mesken olarak
kullandığın bir evin var mı diye sordu, adam evet dedi. Abdullah: O halde sen
zenginlerdensin, dedi. Adam: Benim bir hizmetçim de var deyince, Abdullah b.
Amr: O halde sen hükümdarlardansın, diye cevap verdi.
İbnü'I-Arabi der ki:
Bunun faydası şu ki, kişi üzerine bir keffaret vacib olursa o da eve ve
hizmetçiye sahip ise keffaretini yerine getirmek için bunları satıp oruç
tutması caiz olmaz. Çünkü, köle azad etmeye gücü yeten bir kimsedir.
Hükümdarlar ise, oruç tutarak keffarette bulunmazlar. Köle azad etmekten aciz
olmakla da nitelendirilmezler.
İbn Abbas ve Mücahid der
ki: Allah, onları men, selva (suyun kendisinden fışkırdığı) taş ve onları
gölgelendiren bulut ile hükümdarlar yapmıştı. Yani onlar, tıpkı hükümdarlar
gibi kendilerine hizmet edilen kimselerdi.
Yine İbn Abbas'tan,
bununla hizmetçi ve evin kastedildiği nakledilmiştir.
Mücahid, İkrime,
el-Hakem b. Uyeyne de böyle demiş ve bunlar ayrıca hanımı da ilave etmişlerdir.
Zeyd b. Eslem de böyle demiştir. Şu kadar var ki, onun bunu Peygamber
(s.a.v.)'dan naklettiği de bilinmektedir: "Her kimin içinde barınacağı bir
evi, hanımı ve kendisine hizmet edecek bir hizmetçisi varsa, o bir hükümdardır."
Bunu en-Nehhas nakletmiştir.
Şöyle de denilmektedir:
Her kim, kendisinden başkasına muhtaç olmuyorsa o kimse bir hükümdardır. Bu da
Hz. Peygamberin şu buyruğunu andırmaktadır: "Her kim kafilesi (çoluk
çocuğu arasında) güvenlik içerisinde, bedeni afiyette sabahı eder ve günlük
yiyeceğine de sahip bulunuyor ise, ona adeta dünya herşeyiyle verilmiş
gibidir."
Yüce Allah'ın:
"Alemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti" buyruğundaki
hitap, müfessirlerin cumhuruna göre, Hz. Musa tarafından kavmine yapılmıştır.
İfadenin akışı da böyle olmasını gerektirir. Mücahid der ki:
Burada verilenlerle kast
edilen men, selva, (suyun kaynadığı) taş ve onları gölgeleyen buluttur.
Verilenlerden kastın, aralarındaki çok peygamber ile kendilerine gelen ayetler
olduğu da söylenmiştir. Kötülük ve aldatma niyetinden uzak, selim kalpler
olduğu söylendiği gibi, ganimetlerin ve onlardan yararlanmanın helal kılınması
olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Bu, red olunan
bir görüştür. Çünkü ganimetler, sahih hadiste sabit olduğuna göre, bu ümmetten
başka herhangi bir kimseye helal kılınmış değildir. Yüce Allah'ın izniyle buna
dair açıklamalar ileride gelecektir.
Hz. Musa tarafından bu
sözler iz zet-i nefse sahip olmalarını ve zorbaların topraklarına kuvvet ile
girme emrine uymalarını sağlamaya hazırlamak için söylenmiştir. Bu hususta
Allah'ın aziz kıldığı ve şanını yücelttiği kimselerin davranışı gibi oraya
girmelerine hazırlık olsun diyedir.
"Alemlerden"
buyruğu, el-Hasen'den nakledildiğine göre, çağdaşınız olan alemlerden anlamındadır.
İbn Cübeyr ve Ebü Malik ise derler ki: Burada hitab Muhammed (s.a.v.)'ın
ümmetinedir. Bu ise, benzeri ifadelerin güzel kaçmadığı sözün zahirinden bir
uzaklaşmadır.
Dimaşk'ın, zorbaların
oturdukları yer olduğuna dair birbirini destekleyen haberler varid olmuştur.
"Arz-ı
mukaddes" demek, tertemiz kılınmış arz demektir. Mücahid ise, mübarek
kılınmış arz demektir der. Bereket ise, kıtlık, açlık ve benzeri şeylerden
arındırılmak anlamındadır. Katade der ki: Burası Şam memleketidir. Mücahid ise,
Tur ve çevresidir demektedir. İbn Abbas, es-Süddı ve İbn Zeyd, burası Eriha'dır
derler. ez-Zeccac der ki: Arz-ı mukaddes, Dimaşk, Filistin ve ürdün'ün bir
bölümüdür. Katade'nin sözü ise bütün bunları kaplamaktadır.
"Allah'ın size
yazdığı" yani, içerisine girmeyi üzerinize farz kılıp, oraya girmeyi ve
orayı size yerleşeceğiniz yurt kılmayı vadettiği arz demektir. İsrail oğulları,
Mısır'dan çıkınca, Yüce Allah onlara, Filistin topraklarında bulunan Erihalılar
ile cihad etmeyi emretti. Onlar, biz bu ülkeyi bilmiyoruz dediler. Bu sefer,
(Hz. Musa) Allah'ın emri ile her bir koldan bir kişi olmak üzere aralarından
oniki nakıb gönderdi. Bunlar, -daha önce geçtiği gibi- haber toplayıp tecessüs
edeceklerdi. O beldenin sakinlerinin Amalikalılardan zorba kimseler olduklarını
gördüler. Dehşet verecek iri yapıda olduklarını tesbit ettiler. Hatta şöyle
denilmiştir: Bu kimselerden birisi, bu nakıbleri gördü, onları alıp bahçesinden
toplamış olduğu meyveler arasına elbisesinin yenine koydu. Ve onları hükümdarın
önüne getirip önüne saçtı ve dedi ki:
Bunlar bizimle savaşmak
istiyorlar. Hükümdar kendilerine şöyle dedi: Haydi, adamınızın yanına geri
dönün ve ona bizim durumumuzu -az önce geçtiği gibi- haber verin, dedi. Yine
denildi ki: Geri döndüklerinde, o bölgenin üzümünden bir salkım aldılar.
Denildiğine göre bu salkımı bir kişi taşıdı, yine bu salkımı oniki nakıb'in
birlikte taşıdığı da söylenmiştir.
Derim ki: Bu doğruya
daha yakın görünmektedir. Çünkü, denildiğine göre nakıbler, zorba topluluğun
yanına varmışlar ve onlardan herhangi birisinin elbisenin yenine, kendilerinden
iki ikişinin girecek kadar iri olduklarını, onlardan birisinin salkımını,
nakıblerden ancak beş kişinin bir tahta üzerinde taşıyabildiğini, taneleri
boşaltıldığı takdirde onlara ait bir nar kabuğunun yarısı içerisine beş ya da
dört kişi girdiğini görmüşlerdir.
Derim ki: Bununla
birincisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü, onları elbisenin yeni
içerisine alan zorba kişi -ki, kucağına aldığı da söylenmiştir- Uc b. Anak'dır.
Uc ise, aralarında boyu en uzun, yaratılışı en iri kimse idi. -Yüce Allah'ın
izniyle ileride anlatılacağı üzere-o diğerlerinin uzunluğu ise, Mukatil'in
görüşüne göre, altıbuçuk zira idi. el-Kelbi der ki: Onlardan herbirisinin boyu
sekiz zira idi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yüşa ile Yukanna oğlu Kalib
dışında nakibler bu haberi yayıp, İsrailoğulları cihada çıkmayı kabul
etmeyince, bu isyankarlar ölüp de çocukları yetişinceye kadar kırk yıl süreyle
Tih'de kalmakla cezalandırıldılar. Daha sonra bunların yetişen çocukları zorbalarla
savaştı ve onları yenik düşürdüler.
"Gerisin geriye
dönmeyin." Yani, bana itaat etmekten ve benim size emretmiş olduğum bu
zorbalarla savaşmaktan geri dönmeyin. Anlamının: Yüce Allah'a itaatten vazgeçip
O'nun masiyetine dönmeyin şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de
anlamı birdir.
"Dediler ki: Ey
Musa, orada zorba bir topluluk var." Yani, iri yarı, uzun boylu kimseler
var. Buna dair açıklamalar az önce geçti. Uzun boylu hurma anlamında (...)
denilir. Cebbar, ululanan, zillet ve fakirlikten uzak kalan kimse demektir.
ez-Zeccac der ki: İnsanlardan cebbar kişi zorba demektir. Bu da insanları
istediği şeyi yapmaya cebre den (mecbur eden zorlayan) kimse demektir. Buna
göre bu kelimenin aslı, zorlamak (ikrah) demek olan icbardan gelmektedir. Böyle
bir kişi, başkalarını istediği şeyi yapmaya cebreder, zorlar.
Bunun, kemiğin
cebredilmesinden alındığı da söylenmiştir. Buna göre ise "cebbar"ın
asıl anlamı, kendi işini ıslah eden, düzelten demektir. Daha sonra ise hak veya
batıl olsun kendisine menfaat sağlayan her kimse hakkında kullanılır, olmuştur.
Şöyle de denilmiştir: Kemiğin cebredilmesi (kırık kemiğin kaynaması) da aynı
şekilde zorlama anlamı ile alakalıdır.
el-Ferra der ki: Ben,
"fe'al"veznine (...) vezninden sokulmuş yalnızca iki kelime
biliyorum. Bunlardan birisi eç.): Cebbar, zorba kelimesi, (...) dan, diğeri ise
(...): Yetişen kelimesi de (...) den gelmiştir.
Diğer taraftan şöyle de
denilmektedir: Bu zorba kimseler, Ad kavminin kalıntıları idi. Yine denildiği
ne göre bunlar, İshak oğlu İso'nun soyundandırlar. Bunlar Rümlardan idiler. Uc
b. el-Anek de beraberlerinde idi. Onun boyu ise, üçbin üçyüz otuzüç zira imiş.
Bunu İbn Ömer söylemiştir. Uc, elindeki bastonu ile bulutları çeker bulutlardan
su içer, denizin dibinden balıkları alır, güneşe doğru kaldırarak güneşin
hareretinde balığı kızartır sonra da yermiş. Nuh (a.s)'ın tufanı olduğu sırada,
yükselen sular, dizkapaklarını aşmamıştı. O sırada ise, üçbin altıyüz yaşında
idi. Hz. Musa'nın askerleri kadar bir kaya parçasını üzerlerine atmak için
sökmüş, ancak Yüce Allah bir kuş göndermiş bu kuş o kaya parçasını gagasına
almış ve bu kaya parçası Uc'un boynuna düşerek onu yere yıkmış. On zira (arşın)
uzunluğunda olan Hz. Musa da yine on zira uzunluğundaki sopası ile gelmiş,
ayrıca yukarı doğru on zira daha yükseltildiği halde ancak onun yere yıkılmış
haliyle topuğuna kadar yükselebilmiş ve onu öldürmüştü.
Şöyle de denilmiştir.
Hz. Musa onu, topuğunun altındaki sinirine vurmuş, böylece onu yere yıkarak Uc
ölmüştü. Uc, Mısır'daki Nil nehrine düşmüş ve bir sene boyunca nehirde onlara
köprü vazifesini görmüştü. Bu anlamdaki rivayetleri, birtakım farklı lafızlarla
birlikte Muhammed b. İshak, Taberi, Mekki ve başkaları zikretmiştir. el-Kelbi
der ki: Uc, Harut ile Marut'un zina ettikleri ve bunun sonucunda hamile kalmış
kadının çocuklarındandı.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
"Doğrusu onlar,
oradan çıkmadıkça" buyruğunda kast edilenin İlya beldesi veya Eriha olduğu
söylenmiştir; yani savaşsız, olarak orayı onlar bize teslim etmedikçe "biz
de oraya asla girmeyiz."
Şöyle de denilmiştir:
Onlar, bu sözleri zorbalardan korktukları için söylemişlerdi. Yoksa, isyan
kastı ile söylememişlerdi. Çünkü onlar: "Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o
zaman gireriz" demişlerdi.
"(Allah'tan) korkan
kimselerden ... iki kişi dedi ki: ... " İbn Abbas ve başkaları şöyle
demiştir: Bu iki kişi, Yuşa ile Yukanna oğlu Kalib'dir. Babasının adının Kaniya
olduğu da söylenmektedir. Bunların ikisi de oniki nakibden idiler.
"Korkan" yani,
zorbalardan korkan kimseler. Katade ise, Allah'tan korkan kimseler, diye
açıklamıştır. ed-Dahhak da der ki: Burada sözü geçen iki kişi, zorbalar
şehrinde ve Musa'nın dinini kabul etmiş iki kişi idiler. Bu görüşe göre
"korkan kimselerden" olanlar, Amalikalılardan idiler. Ve bunlar,
tabiatları gereği imanlarından haberdar, edilip dinleri dolayısıyla işkenceye
maruz kalmaktan korkmuşlar, fakat Allah'a güvenmişlerdi. Buradaki korkmaktan,
kasıt, İsrail oğullarının zayıflık göstermesinden ve korkaklığa kapılmasından
korkan kimseler diye de açıklanmıştır.
Mücahid ve İbn Cübeyr:
"Korkan kimseler" kelimesini "ve" harfi ötreli olarak
(...): Korkulan kimseler diye okumuşlardır ki, bu da bu iki kişinin Musa'nın
kavminden olmadıkları görüşünü pekiştirmektedir.
"Allah'ın kendilerine"
İslam ile yahut kesin inanç (yakin) ve salah ile "nimet verdiği iki kişi
dedi ki: Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdiniz mi, muhakkak siz galip
gelirsiniz." Bunlar, İsrail oğullarına şöyle dediler: Bunların
cüsselerinin büyüklüğü sizi korkutmasın. Kalpleri sizden korku ile dolup taşmış
bulunuyor. Evet, cüsseleri iridir ama kalpleri güçsüzdür. Çünkü bunlar daha
önceden sözü geçen kapıdan üzerlerine girdikleri takdirde, girenlerin galip
geleceklerini biliyorlardı.
Bu iki kişinin bu
sözlerini, Allah'ın va'dine olan güvenleri dolayısıyla söylemiş olmaları da
muhtemeldir.
Daha sonra bu iki kişi
sözlerine şöyle devam etti: "Eğer iman edenler iseniz, yalnız O'na güvenip
dayanınız." Eğer O'nu tasdik eden kimseler iseniz, O'na güvenip dayanınız.
Çünkü O, muhakkak size yardımcı olacaktır.
Diğer taraftan birinci
görüşe göre şöyle de denilmiştir: Bu iki kişi bu sözlerini söyleyince,
İsrailoğulları onları taşa tutmak istediler ve ikinizi doğrulayıp diğer on
kişinin söylediklerini mi bırakacağız diye çıkışmışlardır.
Daha sonra da Hz.
Musa'ya: "Dediler ki: Ey Musa, onlar orada bulundukça biz asla oraya
girmeyiz." Bu ise, bir inatlaşma ve savaşma emrinden yan çizme, Allah'ın
yardımından da ümit kesmenin ifadesidir. Daha sonra, Şanı Yüce ve Mübarek Rabbimizin
sıfatını bilmezlikten gelerek: "Git, sen ve Rabbin savaşın" diyerek,
Yüce Allah'ı -bundan Yüce ve münezzeh olduğu halde- gitmek ve hareket etmek,
intikal etmekle nitelendirdiler. Bu, da onların müşebbihe'den olduklarının
delilidir. el-Hasen'in açıklamasının anlamı budur. Çünkü el-Hasen şöyle
demiştir: Bu onların Allah'a kafir olmalarının ifadesidir. Bu sözlerden daha
zahir olarak anlaşılan da budur.
Şöyle de denilmiştir:
Senin Rabbinin sana yardım edip zafer vermesi, bizim sana yardımcı olmamızdan daha
uygundur. Eğer sen O'nun Rasulü isen, O'nun seninle beraber savaşması, bizim
savaşmamızdan daha uygundur. Buna göre de yine onların bu sözleri küfür olur.
Çünkü Hz. Musa'nın risaletinden yana şüphe etmiş oluyorlardı.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Haydi git sen savaş ve Rabbin de sana yardım etsin.
Burada: "Rab"
kelimesi ile Harun'u kastettikleri de söylenmiştir. Çünkü Harun, Hz. Musa'dan
daha büyüktü ve Hz. Musa ona itaat ederdi. Özetle onlar, bu sözleriyle fasıklık
ettiler. (Doğru yoldan çıktılar). Çünkü Yüce Allah: "Artık sen de o
fasıklar topluluğu için tasalanma." Yani, üzülme diye buyurmuştur.
Devamla: "Biz de
buracıkta oturuyoruz" dediler. Yani, buradan ayrılmayız ve savaşa da
katılmayız. "Oturuyoruz" sözünün hal olarak (...): Oturanlarız,
olması da mümkündür. Çünkü bu buyruktan önceki ifadeler tam bir anlam ifade
etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Rabbim, ben kendimle kardeşimden başkasına sahip değilim ... dedi"
buyruğuna gelince, bu sözleri söylemesinin sebebi, Hz. Harun'un, Hz. Musa'ya
itaat eden bir kimse oluşudur. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbim
ben, kendimden başkasına sahip olamıyorum. Daha sonra yeni bir cümle ile,
"kardeşimde." Yani, kardeşim de aynı şekilde kendisinden başkasına
sahip olamamaktadır, dedi. Birinci görüşe göre "kardeşim" anlamındaki
kelime, "kendime" anlamındaki kelimeye atf edilmek suretiyle nasb
mahallindedir. İkinci görüşe göre ise, ref' mahallindedir.
Bu kelime (...)'nin ismi
olan "ya" (ben)e de atf edilebilir. Yani, ben de kardeşim de
herbirimiz ancak kendimize sahip olabiliyoruz. Arzu edildiği takdirde
"sahip değilim" anlamındaki kelime de yer alan zamire de atf
edilebilir. Yani, ben de kardeşim de ancak kendimize sahip olabiliyoruz,
anlamında olur.
"Artık bizim
aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır." Hz. Musa, Yüce Allah'tan
kendisiyle bu fasıklar topluluğunun arasını hangi yolla ayırmak istemiştir,
diye sorulacak bir soruya, birkaç türlü cevap verilebilir:
1) Onların haktan uzak
kaldıklarına ve işledikleri bu masiyet dolayısı ile doğrudan alabildiğine
uzaklaştıklarına delalet edecek bir şeyle. Bu da, Tih'de karşı karşıya
kaldıkları zorluklarla gerçekleşmiştir.
2) Kendileri ile
fasıklar topluluğunu birbirinden ayırd etmek suretiyle. Yani, bizi onların
genelinden ve onların cemaatinden ayırt et. Cezada bizi onlara katma.
Anlamın; bizi,
kendilerini mübtela ettiğin masiyetten korumak suretiyle bizimle onların
arasında hükmünü ver, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğu
da bu kabildendir: "O gecede her hikmetli bir ış bizden bir emir ile ayırd
edilir." (Duhan, 4-5) Buradaki ayırd etmekten kasıt, hükmolunur
şeklindedir. Yüce Allah da Tih'de onları öldürmek suretiyle bunu yerine
getirmiştir. Buradaki ayırd etmenin ahirette olmasını kast ettiği de
söylenmiştir. Yani, sen bizleri cennete koy ve cehennemde onlarla birlikte bizi
bulundurma.
Bütün durumlarda uzak
kalmaya delalet eden "ayırt etme" anlamına kullanıldığına dair tanık
da şairin şu beyitindeki ifadeleridir: "Rabbim, benimle onun arasını öyle
bir ayır ki, İki kişinin arasını ayırıp ayırt ettiğin en ileri derecede
(olsun)."
İbn Uyeyne de Amr b.
Dinar'dan, o, Ubeyd b. Umeyr'den "ayır" anlamındaki kelimeyi
"ra" harfini esreli olarak ''(...) şeklinde okuduğunu rivayet
etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Buyurdu ki: Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar o yerde
şaşkın şaşkın dolaşacaklardır." buyruğunda dile getiren Hz. Musa'nın
duasını kabul buyurdu ve kırk yıl Tih'de bırakmakla onları cezalandırdı.
Tih, sözlükte asıl
anlamı itibari ile şaşkınlık ve hayret demektir. Bu anlamda olmak üzere şaşıran
kaybolan bir kimse hakkında (...) denilir. (...) şekillerinde "vav"
ile de "ya" ile de kullanılır ise de "ya" ile kullanımı daha
çoktur. 'Kendisinde şaşırılan ve doğru yolun bulunamadığı yer anlamındadır.
''de aynı manadadır. Şair (el-Accac) bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:
"Sabredemeyen ve yol bulamayan kimseler için alabildiğine şaşırtıcı,
hayrette bırakıcıdır."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Kupkuru ve yol bulunamaz bir yerde binekler ise adeta
Yumurtasından çıkmış yavruları bulunan, ele avuca gelmez keklikler
gibiydi."
İsrailoğulları, oldukça
az miktarda fersahlar içerisinde yol alıp duruyorlardı. Bu miktarın altı fersah
olduğu söylenmiştir. Gece gündüz bu alan içerisinde yol alıyorlar, akşamı
ettikleri yerde sabah, sabahı ettikleri yerde de akşam oluyordu. Hiçbir şekilde
dur durak bilmez, devamlı yol alıyorlardı.
Beraberlerinde Hz. Musa
ile Hz. Harun'un bulunup bulunmadığı hususunda da görüş ayrılığı vardır.
Beraberlerinde olmadıkları söylenmiştir. Çünkü Tih'te bulunmak bir ceza idi.
Tih'de kaldıkları yılların sayısı, buzağıya taptıkları günlerin sayısı
kadardır. Buzağıya taptıkları her bir gün karşılığında bir yıl Tih'te kalmakla
cezalandırıldılar. Hz. Musa da: "Artık bizim. aramızla o fasıklar
topluluğunun arasını ayır" diye dua etmişti. (Duası kabul edilerek onlarla
beraber bulundurulmamışlardı).
Hz. Musa ile Hz.
Harun'un İsrailoğulları ile beraber oldukları, ancak tıpkı Yüce Allah'ın, ateşi
Hz. İbrahim için esenlikli ve serin kılışı gibi, bu Tih'in işini de onlara
kolaylaştırdığı da söylenmiştir.
"Haram edildi"
buyruğu ise, onların oraya girmeleri engellenmiştir, demektir. Nitekim Allah
yüzünü ateşe haram etsin, denirken senin ateşe girişin haram kılınsın. (ateşe
girmeyesin) denilmek istenir. Buradaki haram kılış, engelleme anlamında bir
haram kılıştır. Şer'i manada bir haram kılış değildir. Nitekim şair de şöyle
demiştir: "Beni yere düşürmek için bir dolaştı, ben ona: Vazgeç bu işten,
dedim. Çünkü ben, senin yıkman haram olan (imkansız olan) birisiyim."
Yani, ben iyi ata binen
bir kimseyim. Sen beni kolay kolay yere yıkamazsın. Ebu Ali de der ki: Buradaki
haram kılışın, teabbudi bir haram kılış olması da mümkündür. Şöyle sorulabilir:
Aklı başında büyük bir topluluğun az miktardaki fersahlardan oluşan bir alan
içerisinde yol alıp oradan çıkış yolunu bulamayışları nasıl mümkün olabilir?
Cevap: Ebu Ali dedi ki: Bu, Yüce Allah'ın, üzerinde bulundukları toprağı,
uyudukları vakit değiştirip böylelikle onları başladıkları noktaya geri
döndürmesi suretiyle mümkün olabilir. Bunun dışında, onları şüphe ve tereddüde
düşürecek başka şekil ve oradan çıkışlarını engelleyecek çeşitli sebeplerle
harikulade bir mucize olmak üzere gerçekleştirilmesi de mümkündür.
"Kırk"
kelimesi, el-Hasen ve Katade'nin görüşüne göre Tih'in zaman zarfıdır. Derler
ki: Onlardan hiçbir kimse o beldeye girmedi. Bu görüşe göre (...) kelimesi
üzerinde vakıf yapılır. er-Rabi' b. Enes ve başları ise "Kırk sene"
kelimesi, haram kılışın zarfıdır. Bu görüşe göre ise, vakıf (...) üzerinde
yapılır.
Birinci görüşe göre,
onların çocukları oraya girmişlerdir. Bu görüşü İbn Abbas ifade etmiştir.
Onlardan geriye ancak Yuşa ve Kalib kalmıştır. Yuşa, onların soylarından gelen
çocuklarla birlikte o şehre girdi ve o şehri fethetti. İkinci görüşe göre ise,
kırk yıl sonrasında onlardan kalanlar o şehire de girmiş oldular.
İbn Abbas'tan rivayet
olunduğuna göre, Hz. Musa ile Hz. Harun Tih'de vefat etmişlerdir. Başkası ise
şöyle demiştir: Allah Hz. Yuşa'a peygamberlik verdi ve ona o zorbalarla
savaşmayı emretti. İşte şehre girinceye kadar güneşin batması bu esnada
olmuştu. Ganimetten çaldığını tesbit ettiği kişileri yakması da bu sırada
olmuştur. Ganimet aldıkları vakit, semadan beyaz bir ateş iner ve ganimetleri
yerdi. Bu da ganimetlerin kabul olunduğuna delildi. Eğer ganimetlerde bir
hırsızlık yapılmışsa, bu ateş o ganimetleri yemezdi. Bunun yerine yırtıcı
hayvanlarla yabani hayvanlar gelir, o ganimetleri yerdi.
Bu sırada ateş inmekle
birlikte aldıkları ganimeti yakmadı. Bunun üzerine peygamberleri, aranızda
ganimetten çalan vardır. Şimdi, her bir kabile gelsin bana bey'at etsin. Her
bir kabile gelip ona bey'at etti. Onlardan birisinin eli, peygamberin eline
yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapan aranızdadır, dedi. Haydi, sizin aranızdaki
her bir kimse gelsin bana bey'at etsin, dedi. Nihayet onlardan birisinin eli,
onun eline yapıştı, bu sefer şöyle dedi: Ganimetten çalan sensin. O da altından
inek başını andıran bir şey çıkardı. Bu sefer ateş indi ve ganimetleri yaktı.
Naklettiklerine göre, bu
ağaç sesini andıran bir sesi ve kuş kanadı gibi bir kanadı bulunan, gümüş gibi
beyaz bir ateşti. Yine naklettiklerine göre bu peygamber, ganimetten bu altını
çalan kişiyi ve onun beraberindeki eşyayı, bugün "Gavr Aciz" denilen
yerde yaktı. Bu kişi, ganimet hırsızı anlamına gelen: el-Gall diye tanındı.
Asıl adı Aciz idi.
Derim ki: Bu rivayetten,
bizden önce ganimetten hırsızlık yapanların cezasının ne olduğu anlaşılmaktadır.
Dinimizde ise, ganimet hırsızının hükmüne dair açıklamalar daha önceden
(Ali-İmran, 161. ayet, 2 ve 3. başlıklar ile devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Aynı şekilde, Ebu Hureyre'den gelen sahih hadiste sözü geçen ve adı müphem
bırakılan peygamber ile ganimetten hırsızlık yapanın kimlikleri de
açıklanmıştır. Söz konusu hadiste Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden bir peygamber gazaya çıktı" Bu hadisi Müslim rivayet
etmiş ve bu rivayette şöyle denilmektedir: "Peygamber gazaya çıktı ve
ikindi namazı vakti veya ona yakın bir vakitte kasabaya yaklaştı. Güneşe: Sen
de emir altındasın ben de emir altındayım, dedi. Allahım, sen güneşi bir süre
alıkoy. Güneş bunun üzerine, Yüce Allah ona zafer verinceye kadar alıkonuldu
... Nihayet aldıkları ganimeti topladılar. Ateş o ganimeti yakmak üzere geldi,
fakat onu azıcık dahi olsa yakmaya yanaşmadı. Bu sefer peygamberleri: Aranızda
ganimet hırsızlığı yapan vardır. Her kabileden bir kişi gelsin, bana bey'at
etsin. Ona gelip bey'at ettiler. Eli, iki ya da üç kişinin eline yapıştı.
Ganimetten hırsızlık yapanlar sizlersiniz, dedi ... " deyip az önce geçen
açıklamalara benzer şeyler zikretti.
İlim adamlarımız der ki:
Erihalılar ile savaşıp, onu, cuma akşamına doğru fethetmek üzere iken, güneşin
hareketten alıkonulmasındaki ve onun da fetihten önce güneşin batışından
korkmasındaki hikmet şudur: Eğer güneşin hareketi alıkonulmamış olsaydı,
cumartesi günü dolayısıyla savaşması ona haram olacaktı. Böylelikle düşmanları
da bu durumu bilip kılıçlarıyla onları doğrayıp kökten imha edecekti.
Bu ise, denildiğine
göre, Musa (a.s)'ın haber vermesiyle onun peygamberliğinin sabit oluşundan
sonra, ona özel olarak verilen bir mucize idi. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Sözü geçen hadis-i
şerifte Hz. Peygamber ayrıca şöyle buyurmaktadır: Ganimetler, bizden önce
hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Çünkü Yüce Allah bizim zayıflığımızı ve
acizliğimizi bildiğinden, ganimetleri bize helal kılmıştır. Bu da Yüce
Allah'ın: "Alemlerden hiçkimseye vermediğini de size vermişti"
(el-Maide, 20) buyruğu ile ilgili olarak; bu, ganimetlerin ve onlardan
yararlanmanın helal kılınışıdır, şeklindeki açıklamayı reddetmektedir.
Hz. Musa'nın Tih'te
vefat ettiğini söyleyenlerden birisi de Amr b. Meymun el-Evdi'dir. Ayrıca o,
Hz. Harun'un da Tih'de vefat ettiğini kaydeder. Her ikisi de Tih'de bir
mağaraya çekilmiş, Hz. Harun vefat etmiş, Hz. Musa da onu defnedip
İsrailoğullarına gitmişti. Harun ne yaptı diye sormaları üzerine, vefat etti
deyince, İsrail oğulları, yalan söyledin, sen, bizim ona olan sevgimiz
dolayısıyla onu öldürdün, dediler. Hz. Harun İsrailoğulları arasında sevilen
bir kimse idi. Yüce Allah da Musa'ya; İsrailoğullarını al ve onları Harun'un
kabrine götür. Ben onu, senin onu, öldürmediğini söyleyip eceliyle öldüğünü kendilerine
haber vermesi için dirilteceğim, dedi. Hz. Musa, İsrail oğullarını alıp Hz.
Harun'un kabrine gitti. Ey Harun, diye seslendi. Kabirden başını (topraklarını)
silkeleyerek kalktı, Hz. Musa ona, seni ben mi öldürdüm diye sorunca, hayır ben
öldüm, dedi. Bu sefer Hz. Musa, haydi yattığın yere geri dön, dedi ve yanından
ayrılıp gitti.
el-Hasen der ki: Musa
Tih'de ölmedi. Ondan başkası ise: Musa, Eriha'yı fethetti, dedi. Yuşa da öncü
kuvvetler arasında idi. Eriha'da bulunan zorbalarla savaştı, sonradan da Hz.
Musa İsrail oğulları ile birlikte Eriha'ya girdi ve Allah'ın dilediği kadar
orada ikamet etti. Daha sonra da Yüce Allah onun canını aldı. Kabrini,
insanlardan hiçbir kimse bilmemektedir. es-Sa'lebi der ki: Bu konudaki
görüşlerin en sahihi budur.
Derim ki: Müslim, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ölüm meleği, Musa (a.s)'a
gönderildi. Melek Hz. Musa'ya gelince, ona bir tokat vurdu, gözünü çıkardı.
Melek Rabbine geri dönüp: "Sen, ölmek istemeyen bir kula beni
gönderdin" dedi. Allah, meleğe gözünü gerisin geri iade etti ve şöyle
buyurdu: "Ona dön ve elini bir öküzün sırtına koymasını söyle. Elinin
kapattığı her bir kıl karşılığında onun için bir yıllık ömür
verilecektir." (Melek dönüp ona durumu anlatınca) Hz. Musa dedi ki: "Rabbim,
sonra ne olacak?"
Yüce Allah: "Sonra
ölüm" diye buyurunca, bu sefer Hz. Musa: "O halde şimdi
(öleyim)" dedi. Yüce Allah'tan kendisini bir taş atımlık mesafe kadar
Arz-ı Mukaddese yaklaştırmasını diledi. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Eğer orada olsaydım, şüphesiz sizlere, kırmızı (kum) tepeciğinin alt
tarafındaki yolun kenarında kabrini gösterirdim."
İşte bizim
Peygamberimiz, Hz. Musa'nın kabrinin nerede olduğunu bilmiş ve yerini onlara
tavsif etmiştir. İsra ile ilgili hadiste de, onu orada kabrinde ayakta namaz
kılarken görmüştüm. Şu kadar var ki: Yüce Allah Hz. Musa'nın kabrini,
Peygamberimiz dışında diğer insanlardan saklı tutmuş ve onun bilinmesini
engellemiş olabilir. Bunun böyle olması da ona ibadet edilmesi ihtimali ile
olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamberin yoldan kastettiği, Beytu'l-Makdise giden yoldur. Bazı rivayetlerde
ise yol tabiri yerine Tur'un yan tarafı denilmektedir.
İlim adamları, Hz. Musa'nın,
ölüm meleğinin gözünü tokatlamasının tevili ile ilgili olarak farklı görüşler
ortaya koymuşlardır. Bunlardan birisi de şudur: Bu göz, hakiki anlamda bir göz
değil, hayali bir gözdür. Ancak bu batıl bir görüştür. Çünkü bu, peygamberlerin
gördükleri melek suretlerinin hakikati olmayan suretler olduğu sonucuna
götürür.
Bir diğer açıklamaya
göre bu göz, manevi bir gözdü. O gözü yerinden çıkartılması delil ile olmuştu.
Bu ise, hakikati olmıyan mecazi bir anlatımdır. Bir diğer açıklama da şudur:
Hz. Musa, onu ölüm meleği olarak tanımamış, kendisinden izinsiz olarak evine
giren ve ona kastetmek isteyen bir kimse olarak görmüş, o da kendisini savunmak
isterken gözüne bir tokat indirip gözünü çıkarmıştır. Böyle bir durumda ise,
mümkün olan herbir yolla savunmaya girmek gerekir. Bu da güzel bir açıklamadır.
Çünkü hem göz, hem de göze tokat vurmak hususunda hakiki bir anlatımı ifade
etmektedir. Bu açıklamayı, İmam Ebu Bekr b. Huzeyme yapmıştır. Şu kadar var ki,
hadisteki ifadelerle ona itiraz edilmiştir. O da şudur. Ölüm meleği, Yüce
Allah'a dönünce şöyle demiştir: "Rabbim, ölmek istemeyen bir kula beni
gönderdin." Eğer Hz. Musa onun kimliğini bilmemiş olsaydı, ölüm meleğinin
bu sözü doğru olamazdı. Yine bir başka rivayette: Melek, Hz. Musa'ya: "Rabbinin
emrine icabet et" demiştir. Bu da meleğin kendisini tanıttığını
göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Bir diğer açıklama da
şöyledir. Hz. Musa çabuk öfkelenen birisi idi. Öfkelendiği vakit ise, başından
duman gibi bir şey çıkar, vücudundaki (sertleşen) kılları, bedeni üzerindeki
cübbesini kaldırırdı. Çabucak kızması ise, ölüm meleğine böylece tokat
vurmasına sebep teşkil etmişti. İbnü'I-Arabi der ki: Bu ise, gördüğün gibi
(kıymetsiz bir görüştür). Çünkü peygamberler ister hoşnut oldukları halde, ister
kızgınlık halinde böyle bir işi yapmaktan masumdurlar.
Bu konudaki
açıklamalardan birisi de -ki bu, görüşler arasında sahih olanıdır- şöyledir:
Hz. Musa, ölüm meleğini tanımıştı. O meleğin ruhunu kabzetmek üzere geldiğini
de bilmişti. Fakat bu melek muhayyerlik sözkonusu olmaksızın Hz. Musa'nın
ruhunu kabzetmekle emr olunduğunu ifade ederek, kati olarak ruhunu almakta
kararlı bir eda ile gelmişti. Hz. Musa ise, Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'ın
da açık bir şekilde ifade ettiği şekilde: "Şüphesiz Allah, muhayyer
bırakmadıkça hiçbir peygamberin ruhunu almaz" hususunu da biliyordu.
İşte bu melek, Hz.
Musa'ya bildirilen bu şekilden başka bir uslupla varınca, güçlü ruhi yapısı ve
şehametiyle onu te'dibe kalkıştı ve ona attığı bir tokat ile, ölüm meleği için
de bir imtihan olmak üzere, gözünü çıkardı. Zira bu ölüm meleği, Hz. Musa'ya
muhayyer olduğunu açıkça ifade etmemişti. Bu açıklamanın doğruluğuna delalet
eden hususlardan birisi de şudur: Ölüm meleği tekrar Hz. Musa'ya geri dönünce,
hayat ile ölüm arasında onu muhayyer bıraktı, Hz. Musa da ölümü tercih edip, bu
emre teslimiyetini gösterdi. Allah, gaybını daha doğru ve daha iyi bilendir.
Bu, Musa (a.s)'ın vefatı
ile ilgili olarak söylenenlerin en sahih olanıdır. Müfessirler bu hususta öyle
bir takım kıssa ve haberler zikretmektedir ki, bunların sıhhat derecelerini
Allah bilir. Sahih rivayetler ise onlara ihtiyaç bırakmamaktadır.
Hz. Musa yüzyirmi yıl
yaşadı. Rivayet olunduğuna göre Yüşa, vefatından sonra rüyasında onu görmüş ve
ona: Ölümü nasıl buldun diye sormuş, o da:
"Diri diri bir
koyunun derisinin yüzülmesi gibi" diye buyurmuştur. Bu doğru bir ifadedir.
Çünkü Hz. Peygamber, sahih hadiste "et- Tezkire" adlı eserimizde
açıkladığımız üzre: "Şüphesiz ölümün bir takım sekeratı vardır" diye buyurmuştur.
Yüce Allah'ın:
"Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma" buyruğu, üzülme
demektir. Şair (İmriuu'l Kays) da bu kelimeyi bu anlamda şöylece kullanmıştır:
"Derler ki: üzüntü ve kederden helak etme kendini, katlan ... "
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN