ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

AL-İ İMRAN

96

/

97

 

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ {96}

 

 فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِناً وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ {97}

 

 

96. Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'de bulunan, alemlere mübarek ve hidayet olmak üzere kurulan o Evdir.

97. Orada apaçık alametlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Artık kim inkar ederse, bilsin ki doğrusu Allah, alemlere muhtaç değildir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;

 

1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid:

2- Mekke Adı Nereden Gelmektedir:

3- Mübarek Ev:

4- Apaçık Alametlere Sahip Bir Ev:

5- Beyt-i Haram ın Güvenliği:

 

"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkar ederse, bilsin ki, muhakkak Allah alemlere muhtaç değildir."

1- Allah'ın insanlar üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi:

2- Hac Fevrl midir (imkan Bulunulan ilk Fırsatta mı Haccetmelidir)?

3- Hac Bütün insanlara Farzdır:

4- Güç Yetirebilme (istita'a):

5- Haccı Engelleyen Sebepler:

6- Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse:

7- Hasta ve Kötürümün Durumu:

8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi?

9- Haccetme imkanı Olmakla Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası:

 

1- Yeryüzünde Kurulan ilk Mescid:

 

Müslim'in Sahih'inde Ebü Zer'den şöyle dediği sabit olmuştur: Ben Rasülullah (s.a.v.)'a yeryüzünde kurulan ilk mescide dair soru sordum, O; "Mescidi Haram'dır" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sorunca, o: "Mescid-i Aksa" diye buyurdu. Bu sefer ben; İkisi arasında ne kadar (zamanlık bir süre) vardır? diye sordum, şöyle buyurdu; "Kırk yıl.

Hem diğer taraftan yerin tümü senin için bir mesciddir. Namaz vakti nerede girerse orada namaz kıl."

 

Mücahid ve Katade dedi ki: Beyt-i Haram'dan önce herhangi bir mescid kurulmuş değildir. Ali (r.a) da şöyle demiştir: Beyt-i Haram'dan önce birçok evler vardı. Yani ibadet maksadıyla kurulmuş ilk ev, odur.

 

Mücahid'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Müslümanlarla yahudiler karşılıklı olarak övündüler. Yahudiler: Beytü'I-Makdis Ka'be'den daha faziletli ve daha büyüktür. Çünkü peygamberlerin hicret ettiği yer orasıdır ve O, Arzı Mukaddes'tedir dediler. Müslümanlar da şöyle karşılık verdi: Hayır, Ka'be ondan daha faziletlidir. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayeti kerimeyi indirdi.

 

Bundan önce Bakara Süresi'nde (127'nci ayetin tefsirinde) Beyt'in inşa edilmesine ve onu ilk inşa edenlere dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

 

Mücahid der ki: Şanı Yüce Allah, bu Beyt'in yerini, yeryüzünden herhangi bir şeyi yaratmadan ikibin yıl önce yaratmıştı. Hiç şüphesiz onun temelleri, en aşağıdaki yedinci arza kadar inmektedir. Mescid-i Aksa'yı ise, Süleyman (a.s) bina etmiştir. Nitekim Nesai tarafından sahih bir isnadla kaydedilen ve Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadisde de böyle ifade edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Süleyman b. Davud (a.s) Beytü'I-Makdis'i inşa edince Yüce Allah'tan üç husus diledi. Yüce Allah'tan vereceği hükümlerinin kendi hükmüne uygun düşmelerini söylemesini istedi; bu isteği ona verildi. Yine Yüce Allah'tan kendisinden başka hiçbir kimseye verilmeyecek bir mülk verilmesini istedi, bu da ona verildi. Yüce Allah'tan Mescid'in inşasını bitirince de buraya yalnızca onda namaz kılmak arzusuyla kim gelirse, mutlaka onu günahlarından -annesinin o kimseyi doğurduğu gibi- kurtarılmasını diledi, bu da kendisine verildi.

 

Bu durumda bu iki hadis (son naklettiğimiz hadis-i şerif ile, başlığın başında nakledilen hadis-i şerif) arasında bir iş kal (çelişki) görülmektedir. Çünkü, Hz, İbrahim ile Hz, Süleyman arasında uzun yıllar geçmiştir. Tarihçilere göre bin yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Bu çelişki şöyle açıklanmıştır: İbrahim ile Süleyman (ikisine de selam olsun) başkalarının temelini atmış olduğu mescidlerin binalarını yenilemişlerdir. Beyt -i Haram'ı ilk bina edenin önceden de geçtiği gibi Adem (a.s) olduğu söylenmiştir. Buna göre, onun çocuklarından başka birtakım kimselerin Beyt-i Haram'dan kırk yıl sonra Beytü'I-Makdis'i bina etmiş olması mümkün görünmektedir, Aynı şekilde meleklerin de Allah'ın izin vermesi üzerine Beyt'i bina etmiş olmaları da mümkündür. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

Ali b, Ebi Talib (r.a) da şöyle demiştir Şanı Yüce Allah meleklere yer yüzünde bir ev bina etmelerini ve etrafında tavaf etmelerini emretti. Bu ise, Hz, Adem'in yaratılışından önce olmuştu, Daha sonra Hz. Adem, bu evin yapabildiği kadarını bina etti ve onu tavaf etti. Ondan sonra diğer peygamberler de böyle yaptı. Sonra da onun inşasını İbrahim (a.s) tamamladı.

 

2- Mekke Adı Nereden Gelmektedir:

 

Yüce Allah'ın: "Mekke'de bulunan....dır" buyruğu, "Doğrusu" nun haberidir. Baştaki "lam" da te'kid içindir. "Bekke," Beyt'in yerinin adı, "Mekke" ise şehrin sair bölümlerinin adıdır. Bu açıklama, Malik b, Enes'den nakledilmiştir. Muhammed b, Şihab da şöyle demektedir: Bekke mescidin adı, Mekke Harem bölgesinin hepsidir. Bunun kapsamına evler de girer. Mücahid der ki: Bekke ile Mekke aynı şeylerdir, "Mekke"nin başındaki bu "mim" harfi (Bekke'nin başındaki) "b" harfinin yerine (bedel olarak) gelmiştir. Nitekim araplar "Yapışkan çamur" derken, "b" harfi yerine (...) da derler. Bu açıklamaları da ed- Dahhak ve el-Muerric dile getirmişlerdir.

 

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: "Bekke" izdiham anlamına gelen "Bekk"den türetilmiştir. Bu şehire "Bekke" adının verilmesi ise, insanların tavaf ettikleri yerde izdiham etmelerinden dolayıdır. Aynı zamanda bu mastar, boyunun ezilmesi, bükülmesi manasına da gelir.

 

Şöyle de açıklanmıştır. "Bekke"ye bu adın veriliş sebebi, orada haksızlık, zulüm ve isyana kalkışmaları halinde zorbaların boyunlarını ezmesinden dolayıdır. Abdullah b. ez-Zübeyr der ki: Buraya herhangi bir zorba kötülük etmek kastıyla geldi mi, mutlaka aziz ve celil olan Allah onun boynunu kırar ve onu ezer.

 

"Mekke"ye gelince, Bu şehire bu ismin veriliş sebebinin suyunun azlığı olduğu söylendiği gibi, buraya gelmek isteyen kimsenin karşı karşıya kaldığı Zorluklar dolayısıyla kemikten adeta iliğini çıkaracak kadar sıkıntılarla karşılaşmasından ötürü verilmiştir. Bu açıklama Arapların kemiğin içinde bulunanları çıkartmayı ifade etmek üzere kullandıkları (...): Kemiğin içindekini Ciliğini) çıkardım, tabirinden alınmıştır.

 

Aynı şekilde deve yavrusunun annesinin memesindeki sütü tamamen emip içmesini anlatmak üzere; (...) ifadesini kullanırlar. Şair de şöyle demektedir: "Emdikçe emdi, sonunda içlerinde süt diye bir şey bırakmadılar."

 

Mekke'ye bu ismin veriliş sebebinin, orada zulme sapan kimseleri helak etmesi ve imkanlarını eksiltmesi olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Mekke'ye bu ismin veriliş sebebi, insanların orada ıslık çalıp gülmeleridir. Bu da Yüce Allah'ın: "Onların, Beyt'in yanındaki duaları ısük çalmaktan ve el çırpmaktan ibaretti" (el-Enfal, 35) buyruğundan alınmış bir açıklamadır. Ancak tasrif (Arapçada kelime türetme kuralları) böyle bir açıklamayı uygun göstermemektedir. Zira (...): Mekke kelimesi son iki harfi aynı (muzaaf) bir kelime iken, ıslık çalmak ise sülasi ve illetlidir.

 

3- Mübarek Ev:

 

Yüce Allah: "Mübarek ... olmak üzere" buyruğu, orada amellerin kat kat fazlasıyla mükafaatlandırılışı dolayısıyla mübarekliğini ifade etmektedir.

 

Bereket; hayrın çokluğu demektir. "Mübarek" kelimesi, ya "Kurulan" kelimesindeki zamirden, yahut da: "Mekke" kelimesinden anlaşılan zarftan hal olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı şöyle olur: Mekke'de bulunan ve mübarek olan evdir, şeklindedir. Kur'an-ı Kerim'in dışında bu kelimenin: (...): Mübarek" şeklinde ikinci bir haber olarak, yahut da (...) dan bedel, ya da bir müpteda takdiri ile (haber) olması da mümkündür.

 

"Alemlere ... ve hidayet olmak üzere ... " buyruğu da öncekine atfediImiştir. "Ve o alemler için bir hidayettir" anlamında da olabilir. Kur'an-ı Kerim'in dışında "Beyt"e sıfat olmak üzere mecrur olarak (...) şeklinde kullanılması da mümkündür.

 

4- Apaçık Alametlere Sahip Bir Ev:

 

Yüce Allah'ın: "Orada apaçık alametler ... vardır" buyruğu, müpteda ya da sıfat olarak merfu' dur. Mekkeliler, İbn Abbas, Mücahid ve Said b. Cübeyr ise "apaçık ayetler" anlamındaki buyruğu tekil olarak "Apaçık bir ayet" diye okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir. Bunlar derler ki: İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir ayettir.

 

Mücahid ise, Makam-ı İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve, Rükün ve Makam'ın, Haremin ayetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır.

 

Diğer kıraatlerde ise, "Apaçık alametler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alametlerle Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatimi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast ederler.

Ebu Cafer en-Nehhas der ki: Bunu çoğul olarak "apaçık alametler" anlamında okuyanların kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alametlerdendir. Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koştıklarında av hayvanı Harem sınırına girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemende bolluk olacağı, eğer Rüknü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde bolluk olacağı, Beyt'in tamamını kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş atılan Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam etmesi de bu alametler arasındadır.

 

"Makam" kelimesi ise, Arapların; (...): Ben bir yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi, "mukam: kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Suresi'nde (125'nci ayet, 3. başlıkta) geçtiği gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna dair açıklamalar da geçmişti.

 

"Makam" anlamındaki kelimenin merfu' gelmesi de mübteda oluşundan dolayıdır. Haberi ise hazfedilmiştir. ifadenin takdiri: "Onlardan birisi de Makam-ı İbrahim'dir" şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.

 

Muhammed b. Yezid'den, "makam" kelimesinin "alametler" anlamındaki kelimeden bedel olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre buyruğun anlamı: "alamet (ler) Makam-ı İbrahim ... dir" anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim şair Züheyr şöyle demiştir: "O, dişi devenin üzerinde su taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki, bütün bunlar o deveyle beraber gitmiştir. Yine o devenin, su kaplarının üzerinde asılması gereken yerleri ve ipleri de vardır.

 

Ayrıca bir yük ve bir su kovası da. Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak yerlere kadar akar gider."

 

Ebu'l-Abbas'ın görüşüne göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar" anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: 'Allah kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur. "(el-Bakara, 7) Şair de (bu kabilden olmak üzere) şöyle demektedir: "Şüphesiz ki kapağında hastalık bulunan gözler ... "

 

Burada şair ("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf kelimesini çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da: "Hac bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir" anlamında rivayet edilen hadis pekiştirmektedir.

 

5- Beyt-i Haram ın Güvenliği:

 

Yüce Allah'ın: "Kim. oraya girerse emin olur" buyruğu ile ilgili olarak Katade şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alametlerindendir. en-Nehhas der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun çevresinden kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu. Oysa Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?" (el-Fil, 1)

 

Meani alimlerinden (yani Meani'l-Kur'an'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Ayet-i kerime şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya giren kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: ''Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz yoktur. "(el-Bakara, 197) Bu ise, refes yapmayın, fasıklık etmeyin, kötü söz söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen imam Nu'man b. Sabit (Ebu Hanife) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını gerektiren bir günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına alır. Çünkü Yüce Allah: "Kim. oraya girerse emin olur" diye buyurmakta, böylelikle Şanı Yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini gerekli kılmaktadır. Bu husus aralarında İbn Abbas'ın ve başkalarının da bulunduğu seleften bir topluluktan rivayet edilmiştir.

 

İbnü'l-Arabi der ki: "Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır.

Birincisi, bu görüşe sahip olan kimse, ayet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu ayet-i kerimeyle gelecekte de böyle bir hüküm tesbit etme kasti güdülmediğini anlayamamıştır. İkincisi ise, burada sözü geçen eman ve güvenliğin önceden olup bittiğini, bundan sonra da Harem bölgesinde öldürme ve çarpışmanın vukua geldiğini, Şanı Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki olmayacağını bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle olduğunun delilidir. Ebu Hanife, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle demektedir: Eğer Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez, onunla herhangi bir muameleye girilmez ve konuşulmaz. Ta ki oradan çıkıncaya kadar. Onun bu şekilde çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve emanı söz konusu etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Harem bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat bu durumda da yine güvenlik altında olmak sözkonusu değildir."

 

İlim adamlarının cumhuru Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'da Ka'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b. Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi.

 

Derim ki: es-Sevri, Mansur'dan o, Mücahid'den, o, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme sığınacak olursa, onunla konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Ta ki, Harem bölgesinden çıkıp ona had uygulanınca ya kadar. Bu, eş-Şa'bi'nin de görüşüdür. İşte Küfelilerin delili budur. İbn Abbas bunu, ayetin ifade ettiği manadan anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir.

 

Doğru olan ise Yüce Allah'ın bu buyrukla Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken, Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?" (el-Ankebut, 67) Cahiliyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın izniyle Maide Süresi'nde (97. ayet 2. başlıkta) geleceği üzere- emin olup güvenlik altına girerdi.

 

Katade der ki: Oraya cahiliyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür.

 

Rivayet olunduğuna göre, inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'an'da: "Kim. oraya girerse emin olur" denilmiyor mu? Biz oraya girdik, şunu şunu yaptık, bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. ilim adamı ona: Sen Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O, kendi sözüne itaat eden kimselere: Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona ilişmekten kendimi uzak tuttum, demiş olmuyor mu? inkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş: işte Yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu da böyledir.

 

Yahya b. Ca'de der ki: "Kim oraya girerse emin olur" buyruğu, ateşten emin olur anlamındadır.

 

Derim ki: Yahya b. Ca'de'nin bu sözü, umumi anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan Şefaat hadisinde şöyle denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyamet gününde mü'minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haklarını sonuna kadar vermesini istemek için yalvardıklarından daha çok, sizden hiçbir kimse Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir...''

 

Oraya girenin ateşten emin olması hac ibadetlerini yapmak ve Yüce Allaha yakınlaşmak üzere oranın hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu olur.

 

Cafer es-Sadık der ki: Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. işte Hz. Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır. Hacc-ı Mebrur'un cennetten başka bir mükafatı da yoktur."

 

el-Hasen: Hacc-ı Mebrur, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış olarak dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir: "Ey Allah'ın Ka'besi, muhtac olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası!

O kimse ki, arkadaşlarından ve meskeninden vedalaştı da; Korku ve ümit arasında geldi.

 

Eğer Allah lütfedip sa'yini kabul ederse, Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o. Ve sen şefaati umulan kimselerdensin Artık Vafid b. Haccac (kinaye yoluyla kendisini kastediyor)'a sen de merhamet eyle!"

 

Buyruğun anlamının: Kim Umretu'l-Kaza esnasında Muhammed (s.a.v.) ile birlikte oraya girerse emin olur, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın: ''Andolsun Mescid-i Haram 'a -inşaallah- korkusuzca ve emin olarak... gireceksinizdir" (el-Feth, 27) buyruğudur.

 

Burada "kim" lafzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve ayeti kerimenin av hayvanlarının güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür. Bununla birlikte "kim" anlamına gelen "men" ism-i mevsülunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında kullanıldığına şu buyruk delil gösterilebilir: "Onlardan kimisi de karnı üzere yürür (sürünür)." (en-Nur, 45)

 

 

[ - ]

Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkar ederse, bilsin ki, muhakkak Allah alemlere muhtaç değildir." Buyruğuna dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah'ın insanlar üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın ... " buyruğundaki "lam" harfi, vacib kılma ve bağlayıcı emir verme kastıyla getirilen "lam" harfidir. Daha sonra Yüce Allah bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan "üzerinde" buyruğu ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse; (...): Filanın üzerimde şu hakkı vardır, diyecek olursa o, o filanın bu hakkını te'kid etmiş ve üzerine vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir te'kid, hürmetini daha bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lafızların en beliği ile sözkonusu etmektedir.

 

Haccın farziyeti hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslam'ın temellerinden birisidir. Hac, yalnız ömürde bir defa farzdır.

 

Kimileri ise şöyle demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (s.a.v.)'a kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivayet ederler. Ancak bu hadis batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle bir kapıyı kapatmaktadır.

 

Derim ki: Abdurrezzak dedi ki: Bize Süfyan es-Sevri: anlattı, o, el-Ala b. el-Müseyyeb'den, O, babasından, O, Ebu Said el-Hudri: rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa, şüphesiz ki mahrumdur." Bu ise el-Ala b. el-Müseyyeb b. Rafi' el-Kahili el-Kufi diye bilinen, muhaddislerin çocuklarından birisinin rivayeti yoluyla meşhurdur. Bu kişiden, birden çok kişi hadis rivayet etmiştir.

 

Onlardan kimisi "her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivayet etmektedir: el-Ala b. Yunus b. Habbab'dan, O, Ebu Said'den demektedir. Hadis buna benzer daha farklı rivayetlerle gelmiştir.

 

inkarcılar haccı kabul etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya aykırıdır. Sa'y vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu kanaatleriyle bütün bu fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar Yüce Mevla'nın mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler. Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilahi emirlere uymak olduğunu, bunun faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. işte bu husus dolayısıyla Hz. Peygamber telbiye getirdiğinde: "Buyur, Senin emrin haktır, haktır. Ben de emrine uyuyorum. Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyur ey hak olan ilah. "

 

Hadis imamları da Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.v.) bize bir hutbe irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten haccediniz". Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Resulü? diye sorunca, Hz. Peygamber sustu. Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna gücünüz yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helak oldular. Ben size herhangi bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size bir şeyi yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lafzı Müslim'e aittir.

 

Böylelikle bu hadis şunu açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek olursa, o emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı gerektirmemektedir. Bu ise, üstad Ebü İshak el-İsferayini ve diğerlerinin kanaatlerine hilafen böyledir.

 

Rivayette sabit olduğuna göre, Peygamber (s.a.v.)'a ashabı: Ey Allah'ın Resülü, bizim bu haccımız, içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm böyledir? diye sormuşlar. Hz. Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle oIacaktır" diye buyurmuştur.

 

İşte bu buyruk: Hac, her beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bir nassdır.

 

Hac, Araplarca bilinen ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan itaatler ve Haniflikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir işi yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (s.a.v.), farz hacdan önce de hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o da Hz. İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'ar-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz diyorlardı. Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Süresi'nde (189. ayet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

 

Derim ki: (Bu hususta) rastladığım en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (s.a.v.) hicretten önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş. Çünkü Hz. Peygamber bununla Hz. İbrahim'in sözü geçen şu nidasına cevap vermiş bulunuyordu: "Ve insanlar arasında hacca çağır ... "(el-Hac, 27).

 

el-Kiya et-Taberi de der ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed (s.a.v.)'ın şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğu varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği, haccın onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla: Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu iddiaya göre- Hz. İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki, böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır.

 

2- Hac Fevrl midir (imkan Bulunulan ilk Fırsatta mı Haccetmelidir)?

 

Kitap ve Sünnet, haccın fevrl (derhal) değil de terahi (ertelenebilir) üzere farz olduğuna delildir. İbn Huveyzimendad'ın naklettiğine göre, Malik'in mezhebinden (görüşlerinden) çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şafii, Muhammed b. el-Hasen ve kendisinden nakledilen bir rivayete göre Ebu yusuf'un da görüşüdür. Maliki mezhebine mensub müteahhir Bağdad'lı alimler arasında, haccın fevrl olarak farz olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç yetirmekle birlikte haccın tehiri caiz değildir. Bu, aynı zamanda Davüd (ez-Zahirl)'nin de görüşüdür. Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı Yüce Allah, Hac Süresi'nde: "Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, hem de develer üzerinde her uzak bir yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 27) diye buyurmaktadır. Hac Süresi ise Mekke'de inmiştir. Burada da Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır. Bu süre ise, Medine'de hicretin üçüncü yılında, Uhud gazvesinin gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Rasülullah (s.a.v.) ise, hicretin onuncu yılına kadar haccetmedi.

 

Bu hususta sünnetten delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimam b. Sa'lebe es-Sa'dı'nin Hz. Peygamberin huzuruna gelişini anlatan hadis-i şeriftir. Dimam, Peygamber (s.a.v.)'ın huzuruna gelerek ona İslam'a dair sormuş, Hz. Peygamber de şehadeti, namazı, zekatı, oruç ve haccı zikretmişti. Bu hadisi İbn Abbas, Ebu Hureyre ve Enes rivayet etmişlerdir. Hepsinde de hacc'dan söz edilmekte ve haccın o vakit farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel ve tam olan rivayet ise Enes yoluyla gelendir.

 

Bununla birlikte Dimam'ın Hz. Peygamberin huzuruna geliş zamanı konusunda farklı görüşler vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu yılda geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebu Ubeyde el-Vakidı'den Ahzab'ın geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazve sinin meydana geldiği yıl olduğunu da nakletmektedir.

İbn Abdi'l-Berr der ki: Hacc'ın fevri değil de terahı ile farz olduğunun delillerinden birisi de, ilim adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, iki yıl ve buna benzer bir süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde farz olan haccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır.

 

Diğer taraftan hac, bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de değildir. Haccını ifsad edip de sonradan haccını kaza eden kimse gibi de değildir. İlim adamları güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun, dememeyi icma ile kabul etmiş olduklarına göre, haccın eda vaktinde bir genişlik (muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccın fevri değil de terahi üzere farz olduğunu anlamış oluruz.

 

Ebu Ömer der ki: Haccın terahi ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir sınır tesbit etmemektedir. Ancak Suhnun'dan şöyle bir rivayet gelmiştir: Haccedebilme imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir eden kimseye haccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği reddedilir mi? diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır, velevki ömründen altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı aşacak olursa, bu sefer onun fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir.

 

Bu ise bir vakit ve sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşri' etmek hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir.

 

Derim ki: Bu görüşü, İbn Huveyzimendad da İbnü'l-Kasım'dan rivayet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve başkaları derler ki: Eğer haccı altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir kimsenin vebal altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına erteleyecek olursa günahkar olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan azdır." Sanki bu son on yıllık süre içerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için) hitabın eda edileceği süre daralmış gibi görülür.

 

Ebu Ömer der ki: Suhmun gibi kimileri, Hz. Peygamber'in: "ümmetimin ölümlerinin çokça yaklaştığı zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek azdır" buyruğunu delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu ifade, eğer hadis sahih ise, Hz. Peygamber'in ümmetinin çoğunlukla ömrünü ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar da zamanın genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin çoğunlukla rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak, adaleti ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklığına kat'i olarak hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır.

 

3- Hac Bütün insanlara Farzdır:

 

İlim adamları Yüce Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunda, hitabın onların hepsi hakkında umumı bir hitab olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. İbnü'I-Arabi der ki: "Her ne kadar insanlar umum lafızların mutlaklığı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu ayet-i kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır. Çünkü küçük çocuk da icma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın kapsamına girmez. Çünkü köleyi, Yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu buyruğunun dışına çıkartan, yine ayet-i kerimenin sonunda yer alan: "Ona yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yol bulabilen birisi değildir. Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı için efendinin hakkını kendi hakkından öncelemiştir. Bu hususta ümmet arasında da, imamlar arasında da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur."

 

İbnü'I-Münzir der ki: Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa, yine haccedebilmek için imkan buldukları takdirde İslam'ın farz olan haccını yerine getirmekle yükümlüdürler.

 

Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: Davud (ez-Zahiri) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fukaha topluluğuna ve rivayet imamlarına muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adamlarının cumhuruna göre köle, Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğundaki umumi hitabın dışında kabul edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarruf ta bulunma yetkisinin bulunmayışı ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıyacağıdır. Tıpkı cumayı emreden Yüce Allah'ın şu buyruğundaki hitabının dışında kaldığı gibi: "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya koşun ... "(el-Cumua, 9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları bu kanaattedir. Aynı şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren hitabın da kapsamı dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şahidler de (şahidlik etmeye) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" (el-Bakara, 282). Köle ise bu hitabın kapsamına girmemektedir.

 

Yine küçük çocuk da "insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumlu luğun) üzerinden kaldırılmış olması deliline dayanarak Yüce Allah'ın: "

 

Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunun kapsamı dışına çıkması mümkündür. Nitekim kadın da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığında ... " buyruğunun kapsamına girmez. Halbuki kadın da iman edenler kapsamına girenlerdendir. İşte kölenin de sözü geçen hitabın kapsamı dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca bu, Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın te'vilini tahrif ettiklerini kabul etmeye imkan yoktur.

 

Denilse ki: Eğer köle, Mescid-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne diye hacc ile mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, icma'a karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun illeti (sebebi, gerekçesi) gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslam haccı (farz haccı) bakımından herhangi bir önem taşımadığına delil gösterdik.

 

Diğer taraftan İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o, Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğumı rivayet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi iken hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi gerekir.''

 

İbnü'I-Arabi der ki: Kimi ilim adamımız işi nisbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac, köle üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farziyeti itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kafir idi. Kafirin haccı ise sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştirilince, bu sefer de hac emrine muhatap olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir:

 

1) Bize göre kafirler, şeriatin fer'i emirlerine de muhataptırlar. Malik'in görüşüne göre bunun böyle olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

 

2) Köle olmakla birlikte namaz ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Bununla birlikte kafirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa, bunlar hiçbir önem taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması icabeder.

 

3) Küfür, İslam'a girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması icabeder. Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimiz efendinin haklarının öncelikli olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır. Başarıya ileten Allah'tır.

 

4- Güç Yetirebilme (istita'a):

 

Yüce Allah'ın: "Ona yol bulabilen herkesin" buyruğunda yer alan "herkes" anlamındaki (...) kelimesi, bedelu'l-ba'd minel küll (bölümün bütünden bedeli) olarak (ki, kül "insanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu nahivcilerin görüşü budur. el-Kisai ise, bu edatın "hice: hacc etmek" kelimesi ile ref' mahallinde olmasını caiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri: (...): ... Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi ... " şeklindedir. Bunun şart olduğu, "bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf edilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde bir borçtur, takdirindedir.

 

Darakutni, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Ey Allah'ın Rasülü hac her yıl mıdır? diye soruldu. O da: "Hayır, (farz olarak) gereken bir defa hac etmektir." Hz. Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye sorulunca, O da: "Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu hadisi ayrıca Enes, İbn Mes'ud, İbn Ömer, Cabir, Aişe ile Amr b. Şuayb'dan, O, babasından, O da dedesi yoluyla da rivayet etmiştir.

 

Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan, Peygamber (s.a.v.)'dan buyurdu ki: "Ona yol buIabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğu ile ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı bulabilmendir. ''(Darakutni, II, 218-219)

 

İbn Ömer'in rivayet ettiği hadisi, İbn Mace de Sünen'inde, Ebu İsa et-Tirmizi de Cami'inde rivayet etmiştir. Tirmizi daha sonra şunları söylemektedir: "Bu hasen bir hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu hadis mucibincedir. Buna göre bir kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen) İbrahim b. Yezid ise, el-Huzi el-Mekki'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından onun hakkında eleştiride bulunmuşlardır

 

İbn Mace ile Tirmizi bunu, Veki' yoluyla rivayet etmekle birlikte, Darakutni (II, 217) bunu, Süfyan b. Said yoluyla rivayet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir: Bize İbrahim b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbad'dan, O, İbn Ömer'den dedi ki: Bir adam kalkıp Peygamber (s.a.v.)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, hac ne ile (hangi şartlarla) vacip olur? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve binek (ile)." Adam: Ey Allah'ın Resulü, peki hacı kime derler? diye sorunca, Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "(Taramamaktan dolayı) saçı keçeleşmiş ve koku kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir başkası kalkarak: Ey Allah'ın Resulü, ya hac nedir? diye sorunca, Hz. Peygamber de: "(Hac), acc ve secc'dir". Veki' der ki: Acc ile telbiye getirmek suretiyle, sesi yükseltmeyi, secc ile de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu, İbn Mace'nin lafzıdır.

 

Haccın vacib olması için azık ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b. el-Hattab, oğlu Abdullah, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Said b. Cübeyr, Ata ve Mücahid de vardır. Şafii, es-Sevri, Ebu Hanife, onun arkadaşları, Ahmed, İshak, Abdulaziz b. Ebi Seleme ve İbn Habib de bu görüştedirler. Abdüs da bunun bir benzerini Suhniln'dan nakletmektedir.

 

Şafii derki: Güç yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm, binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen kendisi haccedebilen kişinin Kur'an-ı Kerim hükmü gereği haccetmesi farzdır. Çünkü Yüce Allah: "Ona yol bulabilen herkesin" buyruğu bunu gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzereHas'am'lı kadın dolayısıyla varid olan hadis-i şeriftir. Bizatihi haccedebilecek kimse -ki, o da bineği üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığın! da bulur, yahut da yolda, mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek icra etmek suretiyle azığın! kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan, erkek veya kadın olsun, yürüyerek haccetmesidir. Şafii der ki: Kadına nisbetle erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekse, böyle bir kimsenin hacca gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur.

 

Malik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da buluyor ise, onun farz haccını eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla birlikte yürümeye gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet azığa sahip ise, onun farz olan haccı eda etmesi gerekir. Eğer azığa sahip olmamakla birlikte yolda ihtiyaç duyacağı miktarını kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır. Eğer bizatihi çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen kimselerden ise, farz haccı bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet kendisi için yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan bir kimse ise, o takdirde farz haccını ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer böyle bir kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise, onun da farz olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Malik, gücü yeten kimsenin haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir. İsterse beraberinde azık ve binek bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b. ez-Zübeyr, eş-Şa'bi ve İkrime'nin de görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç birisi olup malı da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna işçi olarak çalışması gerekir. Mukatil ona:

 

Allah insanları Beytine yürüyerek gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir: Onlardan herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı? Hayır, emekleyerek dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun için vacibtir.

 

Bu görüşü benimsiyenler, Yüce Allah'ın: "Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem piyade ve hem de develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 27) buyruğunu delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn olup bedeni ibadetlerdendir. O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık bulmanın da, binek bulmanın da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine derler ki: Eğer el-Huzi yoluyla gelen ve azık ile bineği öngören hadis sahih ise, biz bu hadisi insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve umumi şekildeki haccedişlerine hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte olsun, Arapçada olsun, Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla görülen hale uygun kullanılması çokça görülen bir durumdur.

 

İbn Vehb, İbnü'I-Kasım ve Eşheb'in Malik'ten rivayetlerine göre, ona bu ayet-i kerimeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Malik'e: Burada kasıt azık ve binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki değiL. Bu Yükümlülük, ancak insanların takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayakları üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir.

 

5- Haccı Engelleyen Sebepler:

 

Hacca gidecek güç bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.- Yahut kişinin nafakalarını karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çoçuğu da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terah! üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter." Aynı şekilde anne-babanın zayi olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir şekilde bakacak kimselerin bulunmaması halinde de kişi için hacca yol bulabilme sözkonusu olmaz. Şayet ona duyacakları özlem ve kendisi olmadan yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu engellemek isterlerse, buna önem verilmez.

 

Koca, hanımını hacca gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu alıkoyabileceğidir. Özellikle de haccın fevren olmadığı görüşünü kabul edecek olursak.

 

Şayet -daha önce Bakara Süresi'nde (164. ayet, 5. başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutta namazı kılamayacak kadar başı dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Malik der ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükü ve secde yapabilecek kadar izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar mı? Namazı terkeden kimsenin vay haline! diye ilavede bulunur.

 

Yolda cana kıymak istiyen yahut da belli bir sınırı tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafii der ki: Bir tane dahi vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakıt olur.

 

Dilenci bir kimsenin eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine birşeyler verecek kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce sözü geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara göre ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir.

 

6- Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse:

 

Engeller ortadan kalkıp da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birlikte, ticaret malları (emtiası) varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına hükmedilen malları hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması) gerekir. İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bir kırbası bulunuyor, başka bir şeyi de yoksa, farz olan İslam haccını eda etmek için onu satıp da çoluk çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın bırakabilir mi? diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk çocuğunu da sadaka alacak durumda bırakmalıdır.

 

Ancak, sahih olan birinci görüştür. Çünkü Hz, Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur, Şafii'nin görüşü de budur.

 

Şafii'nin mezhebinde zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu el-İmla adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu bulunmasın.

 

Kimi fukaha da şöyle demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi beldesinde ikameti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildir. Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi, meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa, ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile halkı olsun, olmasın farketmez.

 

Diğer taraftan Şafii, el-üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede aile halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir.

 

Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayrı olarak fazladan haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara almış bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının nafakasından öne almış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri kadar malı varsa) demiş gibidir.

Arkadaşları (Şafii mezhebinin alimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir.

 

Şayet ticaret yaptığı malı bulunup, ondan sağladığı kar, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli gelebiliyor ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir miktar harcadığı takdirde, sağladığı karı azalacak ve böylelikle yetecek kadar kar elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi gerekir mi, gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır.

 

Birinci görüş, (gerekir görüşü) cumhurun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü, bir kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac etmek maksadıyla akarın aslını satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir.

 

İbn Şureyh de der ki: Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından sonra arta kalan malında vaciptir.

 

İşte bunlar, kişinin bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair açıklamalardır.

 

7- Hasta ve Kötürümün Durumu:

 

Hasta ve bineği üzerinde duramayacak kadar kötürümleşen ve adeta hiçbir şeye güç yetiremediği için azaları tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer) hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı Yüce Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir.

 

Malik der ki: Bir kişi kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar. Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi caiz değildir.

 

Ancak, ölümünden sonra yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da tatavvu olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın: "Kişi için çalıştığından başkası yoktur"(en-Necm, 39) buyruğunu göstermektedir. Böylelikle Yüce Allah, kişi için çalışıp çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Her kim: Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır, diyecek olursa, ayetin zahirine muhalefet eder. Ayrıca Yüce Allah'ın: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" buyruğunu da delil göstermektedir. Böyle bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir. Çünkü haccetmek, mükellefin bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir.

 

Diğer taraftan hac bir ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması halinde, bunun hakkında naiblik (vekalet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak, Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine hac edilen kişiyi ve bu emri yerine getireni." Bunu Taberani, Ebu'l-Kasım, Süleyman b. Ahmed şöylece rivayet etmektedir: Bize, Amr b, Husayn esSedusı anlattı, dedi ki: Bize, Ebu Ma'şer anlattı, o, Muhammed b, el-Munkedir'den", deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

 

Derim ki: Ebu Ma'şer'in adı Necih'dir. Ve bu, hadis alimlerine göre zayıf bir ravidir.

Yerine hac etmesini emrettiği takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta, kötürüm ve oldukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şafii, böyle bir kişi bir bakıma güç yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur:

 

Birincisi; kendisinin yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz haccı yerine getirmesi gerekir. Bu, Ali b, Ebi Talib (r.a)'in görüşüdür. Ondan rivayet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivayet edilmiştir. es-Sevri, Ebu Hanife, onun arkadaşları, İbnü'I-Mübarek, Ahmed ve İshak da bu görüştedirler.

 

İkinci durum ise, kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun yerine haccedebilecek bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şafii, Ahmed ve İbn Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebu Hanife ise, bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir şekilde- hac gerekmez, der.

 

Şafii görüşüne, İbn Abbas'ın rivayet ettiği şu hadisi delil göstermektedir:

Has'amlılardan bir kadın, Peygamber (s.a.v.)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın kullarına haccı farz kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir ihtiyar iken ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hz, Peygamber: "Evet" diye buyurdu, Bu husus ise, Veda haccında olmuştu,

 

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin, eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?" Kadın: Evet deyince, Hz, Peygamber şöyle buyurdu; "Allah'ın borcunun ödenmesi daha uygundur."

 

Böylelikle Peygamber (s.a.v.), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sözkonusudur. Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi, gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle Yükümlü olmadığıdır ve böyle birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir.

 

İlim adamlarımız derler ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle birisi yerine haccetmenin farz olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat, sadece anne-babaya iyilik yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevi maslahatlarına dikkat etmeyi, hem tabiat itibariyle, hem de şer'i yönden onlara menfaat sağlamayı kastetmektedir. Hz. Peygamber, kadının olumlu bir tepki gösterdiğini, babasına iyilik yapmak noktasında açıkça görülen samimi bir arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap ulaştırma isteğini görüp, haccın bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü tesbit edince, ona bu şekilde karşılık vermiştir. Nitekim Hz. Peygamber: Benim annem haccetmeyi adadı, fakat ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac edeyim mi? diye soran kadına da: "Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin üzerinde bir borç olsaydı, ne dersin onun borcunu öder miydin?" diye sorunca, kadın da: Evet diye cevap vermişti.

 

İşte bunda bu gibi hususların nafileler ve ölülere iyilik ve hayırlar ulaştırmak kabilinden olduğuna delalet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma ile kabul edilen görüşe göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun velisinin o borcu, kendi öz malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak bunu ödeyecek olursa, onun yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen haccetmenin, kadının babası üzerine farz olmadığının delillerinden birisi de, kadının açıkça belirttiği "güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç yetiremeyene de hac zaten farz değildir. İşte bu da böyle bir şeyin vacip olmayacağını ve farz olmadığını açıkça ortaya koyar. O bakımdan hadisin baş tarafından kat'i olarak nefyolunan (farziyet) hususunun, sonunda zanni olarak sabit olması mümkün değildir. Zaten Hz. Peygamber'in: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir layıktır" ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadisin zahiri üzere olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun ödenmesinin önceliği vardır. Ve öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı icma ile kabul edilmiştir. Çünkü Ademoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ihtiyacı yoktur. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabi yapmıştır.

 

Ebu Ömer İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Malik ve arkadaşlarının görüşüne göre, Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder. Başkaları da şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebu Mus'ab şöyle demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise şöyle demektedir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac edemeyen yaşlı kimse ile, haccetmeksizin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek olsa dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsat varid olmuştur. Ve böyle bir hac, o kimse için Yüce Allah'ın izniyle yeterli olur. Bu açıklamalar ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur.

 

Has'amlı kadının durumu ile ilgili hadisi, hadis imamları rivayet etmiş olup, bu, el-Hasen'in: "Kadının, erkeğin yerine haccetmesi caiz değildir" şeklindeki görüşünü de reddetmektedir.

 

8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi?

 

İlim adamları, icma' ile şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol azığı bulunmuyor ise, onun haccetmesi farz değildir. Eğer, yabancı bir kimse kendisine haccedeceği bir malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet altında kalacağından dolayı icma' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir.

 

Bir kişi, babasına bir mal hibe edecek olursa, Şafii şöyle demiştir: Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekir. Çünkü evlat, kişinin kendi kazancındandır. Ve bu hususta babaya minnet sözkonusu edilmez. Malik ve Ebu Hanife ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle mükellef değildir, derler. Çünkü, böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan kalkar. Zira bu durumda o, babasını mükafatlandırmış, babasının hakkını ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

9- Haccetme imkanı Olmakla Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası:

 

Yüce Allah'ın: "Kim inkar ederse, bilsin ki doğrusu Allah, alemlere muhtaç değildir" buyruğu ile ilgili olarak, İbn Abbas ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani, kim haccın farz olduğunu inkar eder ve onun yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip olursa ... demektir. Hasan-ı Basri ve başkaları da derler ki: Şüphesiz, haccedebilecek gücü olmakla birlikte haccı terkeden bir kimse kafirdir. Tirmizi de el-Haris yoluyla Ali (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe ve azığa sahip olur da haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahudi, ister hıristiyan ölsün. Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin, Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır." Ebü İsa (et-Tirmizi) der ki: "Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Hilal b. Abdullah ise, meçhul bir ravidir. Haris de zayıf kabul edilmektedir.''

 

Buna yakın bir rivayet de Ebu Umame ile Ömer b. el-Hattab (r. anhuma)'dan nakledilmektedir.

 

Abdu Hayr b. Yezid'den, o, Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.) irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, muhakkak Allah size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır. Kim bunu yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi, ister hıristiyan, isterse de mecusi olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da gelmeyecektir. ''

 

İbn Abbas da dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Her kimin yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekat düşen bir malı bulunup da onun zekatını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi isteyecektir." Ey İbn Abbas, biz bu cezanın kafirler hakkında sözkonusu olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: Bu hususta ben de size Kur'an-ı Kerim'den bir bölüm okuyayım: ''Ey iman edenler, mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir, Her hangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beniyakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakitgelmeden evveL, Bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin. "(el-Münafikun, 9-10)

 

el-Hasen b. Salih, Tefsir'inde der ki: "(Beni döndül'ün) ki, zekat vereyim, hac edebileyim (diyecektir, anlamındadır)".

 

Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiğine göre, bir adam kendisine bu ayet-i kerime hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac eder de bundan bir sevap ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkar etmiş olur

 

Katade, el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer (r.a) dedi ki: Ben, belli başlı şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar, malı bulunduğu halde haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye bağlasınlar.

 

İşte Yüce Allah'ın: "Kim inkar ederse bilsin ki, doğrusu Allah, alemlere muhtaç değildir" buyruğu bunu anlatmaktadır.

 

Derim ki: Bu buyruk, haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek sadedindedir. Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerime şunu ihtiva etmektedir: Her kim gücü yettiği halde haccetmeksizin ölecek olursa, onun hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine haccetmesi yeterli olmaz. Çünkü, başkasının haccetmesi, üzerinden farzı kaldırmış olsaydı, elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

Said b. Cübeyr de der ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek olsa, gidip onun cenaze namazını kılmam.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Al-i İmran 98-99

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR