ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

AL-İ İMRAN

7

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

 

7. Sana Kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

 

1- Kur'an'ın Müteşabih Olanına Uyanlar:

2- Muhkem ve Müteşabihe Dair ilim Adamlarının Görüşleri:

3- Müteşabih Sanılan Bazı Buyruklara Örnekler:

4- "Diğer'' Kelimesi:

5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar:

6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler:

7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti:

8- ilimde Derinleşmiş Olanlar:

9- Kur'an Muhkemiyle Müteşabihiyle Allah'tandır:

 

1- Kur'an'ın Müteşabih Olanına Uyanlar:

 

Müslim'in rivayetine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v.): "Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ''Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimin katındandır'' derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır" ayetini okudu. (Hz. Aişe) devamla dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Onun müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar Yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan sakınınız.''

 

Ebu Galib'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebu Umame ile birlikte gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik) başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen Haricilerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebu Umame şöyle dedi: Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarla dı- sonra da ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebu Umame? deyince şöyle dedi: Onlara olan merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslam'dan çıktılar. Daha sonra Yüce Allah'ın: "Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı ayetleri muhkemdir ... " buyruğundan itibaren birkaç ayet okudu, daha sonra da: "Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın ... " (Al-i İmran, 105) ayetini okudu. Ben: Ey Ebu Umame, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu senin kendi görüşüne dayanarak söylediğin birşey mi yoksa Resulullah (s.a.v.)'dan işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme dayanarak söylüyor isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkar bir kimseyim demektir. Aksine ben bunu Resulullah (s.a.v.)'dan bir değil, iki değil, üç değil, dört değil beş değil, altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim.

 

Daha sonra da parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklarım sağır olsun, dedi ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle buyururken dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde olacaktır."

 

2- Muhkem ve Müteşabihe Dair ilim Adamlarının Görüşleri:

 

İlim adamları muhkem ve müteşabih ayetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Cabir b. Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sevrı'nin ve diğerlerinin görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'an-ı Kerım'in ayetleri arasında muhkem olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen buyruklardır. Müteşabıh olanlar ise Yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkanı bulunmayan buyruklardır. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyametin kopacağı vakit, Ye'cuc ile Me'cüc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hz. İsa'nın inmesi, süre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir.

 

Derim ki: Müteşabihe dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Süresi'nin baş taraflarında er-Rabı' b. Haysem'den, Yüce Allah'ın bu Kur'an-ı Kerım'i indirdiğini ve dilediğinin bilgisini yalnızca kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivayeti nakletmiş bulunuyoruz. Ebu Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın namazın kabul olunmadığı Fatihatu'l-Kitap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki: Muhkem İhlas Süresidir. Çünkü bu sürede tevhidden başka hiçbir şey yoktur. Şöyle de denilmiştir: Kur'an-ı Kerim, bütünüyle muhkemdir, çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Bu, ayetleri muhkem kalnmış bir kitaptır. "(Hud, 1) Yine Kur'an'ın bütünüyle müteşabih olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah: "Müteşabih bir kitap olarak. .. "(ez-Zümer, 23) diye buyurmuştur.

 

Derim ki: Ancak bu açıklamanın ayet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın: "Ayetleri muhkem kılinmış bir kitaptır" buyruğunun anlamı şudur: Yani bu ayetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır. Müteşabih bir kitap olarak "buyruğu ise, bir kısmı diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte, demektir. Yoksa Yüce Allah'ın: "Bazı ayetleri muhkemdir"buyruğu ile "diler bir kısmı da müteşabihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu mana değildir. Bu ayet-i kerimedeki "müteşabih" tabiri ihtimal ve benzerlik kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Bize göre birçok inekler birbirine benzıyor" (el-Bakara, 70) buyruğu kabilindendir. Yani biz onları birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına gelme ihtimali vardır. Bu buyrukta "muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali bulunmayan buyruklardır.

 

Bir diğer görüşe göre de müteşabih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu sefer müteşabih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'ı hususların kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir. Müteşabih ise onun fer'ı durumundadır.

 

İbn Abbas der ki: Muhkem buyruklar, Yüce Allah'ın En'am Süresi'nde yer alan: ''De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım .. "(elEn'am, 151) buyruğundan itibaren üç ayetin sonuna kadar olan buyruklardır. İsrailoğulları hakkındaki: "Rabbin: ''Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyilikle muamele edin'' dıye hükmetti ... "(el-İsra, 23) buyruğu da muhkem buyruklardandır.

 

İbn Atiyye der ki: Bu bana göre (İbn Abbas'ın) muhkem buyruklara dair vermiş olduğu bir örnektir.

 

Yine İbn Abbas der ki: Muhkem buyruklar Kur'an-ı Kerım'in nasih ayetleri, haram kılan ayetleri, farz kılan ayetleri, kendisine iman edilen ve gereğince amel olunan buyruklarıdır. Müteşabihler ise, mensüh ayetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri, kendisine iman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı buyruklardır.

 

İbn Mes'ud ve başkaları ise der ki: Muhkem buyruklar neshedici ayetlerdir. Müteşabihler ise nesholunan buyruklardır. Katade, er-Rabı' ve ed-Dahhak da böyle demiştir.

 

Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr der ki: Muhkem ayetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı) kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden buyruklardır. Bunların herhangi bir manaya hamledilmeleri veya asıl anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir. Müteşabih ayetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir. Mücahid ve İbn İshak da bu görüştedir.

 

İbn Atiyye der ki: Bu, bu ayetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhas ise der ki: Muhkem ayetler ile müteşabih buyruklar hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli şudur: Muhkem ayetler bizatihı ayakta durabilen ve anlaşılması için başka buyruklara başvurmayı gerekli kılmayan ayetlerdir: "Kimse O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-İhlas, 4) ile: "Şüphesiz

 

Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim'' (Ta-Ha, 82) buyrukları gibi. Müteşabih ayetler ise: ''Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret edicidir'' (ez-Zümer, 53) buyruğunun gereği gibi anlaşılabilmesi için Yüce Allah'ın: ''Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim'' buyruğu ile: ''Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez'' (en-Nisa, 48, 116) buyruklarına başvurulur.

 

Derim ki: en-Nehhas'ın bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü "muhkem" kelimesi (...) kelimesinden ism-i mef'uldur. "ihkam" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt bulunmayan buyrukların böyle olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu buyrukların kelime manaları gayet açıktır ve kelime dizilişi de sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmayacak olursa o vakit müteşabihlik ve karışıklık sözkonusu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

İbn Huveyzimendad der ki: Müteşabih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil ise, ilim adamları arasında iki ayetten hangisinin diğerini neshettiği hususu ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hz. Ali ile İbn Abbas'ın, kocası vefat etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak bekleyeceği görüşündedirler. Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ud ve başkaları ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Suresi (Talak Suresİ)nin dört ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbas ise bunun nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir.

 

Ayrıca eğer nesih olup olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz halinde olan ayetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da buna bir örnektir. Mesela, Yüce Allah'ın: "Ve size bunlardan başkaları helal kılındı'' (en-Nisa, 24) buyruğu kendilerine malik olunması (cariye olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna karşılık: ''iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak geçen müstesna ..'' (en-Nisa, 23) ayeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu tür müteşabihlere bir örnek de Peygamber (s.a.v.)'den gelen haberler ile kıyasların birbirleriyle tearuz etmesidir.

 

İşte sözü geçen müteşabih budur. Ancak bir ayet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşabih türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı ayet gibidir. Her ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim:

 

"ayet-i kerimesi -ileride Yüce Allah'ın izniyle Maide Süresi'nde (6. ayette) açıklanacağı üzere- hem üstün hem de esreli okunmuştur.

 

3- Müteşabih Sanılan Bazı Buyruklara Örnekler:

 

Buhari, Said b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın birisi İbn Abbas'a şöyle dedi: Ben Kur'an-ı Kerim'de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler görüyorum. İbn Abbas: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle dedi: Yüce Allah: "Sur'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağıyoktur. Birbirlerini de sormazlar"(el-Mü'minün, 101) diye buyururken, bir başka yerde: "Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (Saffat, 27) diye buyurmaktadır. Bir yerde: "Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisa, 42) diye buyrulurken bir başka yerde: "Rabbimiz, Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık "(el-En'am, 23 diyerek bu ayet-i kerimede de birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Naziat Süresi'nde yer alan: "Siziyaratmak mı daha zordur yoksagöğü mü.? Onu bina etmiştir ... Bundan sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Naziat, 27-30) buyruğunda göklerin yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte, bir başka yerde ise: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkar ediyor ve O'na ortaklar mı kılıyorsunuz? .. ikisi de isteyerek geldik dediler" (Fussilet, 9-11) diye buyurmakta ve bu buyruğunda yerin yaratılmasından göğün yaratılmasından önce söz etmektedir. Yine Yüce Allah: "Allah Gafurdur) Rahimdir"(en-Nisa, 100); "Allah Azizdir, Hakimdir"(en-Nisa, 158) ile: ''Allah Semi'dir, Basirdir" (en-Nisa, 134) diye buyurmaktadır. Bu buyruklar ise adeta daha önce böyle idi de şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır.

 

Bunun üzerine İbn Abbas şu cevabı verdi: ''Aralarında akrabalık bağı yoktur"(el-Mü'minün, 101) buyruğunda Birinci Nefhadaki durum anlatılmaktadır. Bundan sonra Süra bir defa daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler müstesna, göklerde ve yerde bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır. Bilahare son üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru soracaklardır. Yüce Allah'ın: "Biz müşriklerden değildik" (el-En'am, 23) buyruğu ile ''Allah'tan bir söz gizlemezler" (Nisa, 42) buyruğuna gelince; Yüce Allah ihlas sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine müşrikler şöyle diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim. Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azaları yaptıkları işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü saklayamayacakları ortaya çıkacaktır ve o vakit kafirler keşke müslüman olsalardı, diye temennide bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde yarattıktan sonra semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı. Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte Yüce Allah'ın: "Bundan sonra da arzıyayıp döşedi'' (en-Naziat, 30) buyruğunda anlatılan budur. Buna göre arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. Yüce Allah'ın: "Allah Gafurdur, Rahimdir" buyruğu ise bizzat Allah kendi zatını kastetmektedir. Yani Yüce Allah ezelden beri de böyleydi, ebediyyen de böyle kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse mutlaka onun dilediği olur. Yazıklar olsun sana, Kur'an-ı Kerım senin için anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir.

 

4- "Diğer'' Kelimesi:

 

Bu kelime "elif-Iam"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı, munsarif değildir. Çünkü bu kelime de asıl olan "büyüklük, küçüklük" kelimelerinde olduğu gibi elif-Iam ile sıfat olmasıdır. Elif-Lam'a ihtiyacı kalmadığından munsarıf bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebu Ubeyd der ki: Arapların bu kelimeyi munsarıf yapmamalarının sebebi bunun tekilinin marife olsun, nekre halinde olsun munsarıf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip der ki: Durum böyle olduğu takdirde (...) kelime lerinin de munsarıf olmaması gerekir. el-Kisai der ki: Bu kelimenin munsarıf olmayış sebebi sıfat oluşudur. Yine el-Muberred bunu kabul etmeyip der ki: (...) kelimeleri de sıfattır, fakat bunlar munsarıftır. Sibeveyh der ki: Bu kelimenin elif-Llam'a muhtaç olmaması düşünülemez. Çünkü böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim (...) kelimesinden alındığı için (...) kelimesinin de bütün görüşlere göre marife olduğu görülmektedir. (...) kelimesi de bu kelime elif-lam'lı halin yerine kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu (...) kelimesi elif-Iam'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi. Halbuki Yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş bulunmaktadır.

 

5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar:

 

Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" buyruğu mübteda olmak üzere merfU'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşabih olanına uyarlar" buyruğudur.

 

ez-Zeyğ: (Eğrilik); meyletmek (sapmak) demektir. (...): Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle (...): Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip bırakıldığında da bu kökten gelen fiil kullanılır.

 

Yüce Allah'ın: "Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi (saptırdı)" (es-Saff, 5) buyruğundaki "sapma" kelimeleri de bu kökten gelmiştir. Bu ayet-i kerime kafir, zındık, cahil, bid'at sahibi bütün kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necran hıristiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katade, Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar ... " buyruğunun tefsiri ile ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Haruralılar ile Haricilerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini bilemiyorum.

 

Derim ki: Bu şekildeki tefsir Ebu Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır. O kadarı sana yeterlidir.

 

6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler:

 

Yüce Allah'ın: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşabih olanına uyarlar" buyruğu ile ilgili olarak hocamız Ebu'l-Abbas (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşabih olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'an-ı Kerim hakkında şüphe uyandırmak ve ayağı saptırmak için müteşabihe tabi olmaları ve bu maksatla müteşabih olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'e dil uzatan Zındıklarla Karmatiler böyle yapmışlardır. Diğer bir maksatları da müteşabihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren Allah'ın cisim özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki buyrukları bir araya getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar Yüce yaratıcının mücessem, bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu cisim ve suretin onlara göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce Allah bunlardan Yüce ve münezzehtir. Yahut da bunlar müteşabih olana bunların te'villerini açıklamak, manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu hususta Hz. Ömer'e çokça soru soran Sabiğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna göre müteşabihe tabi olanlar dört gruptur:

 

1- Kafir olduklarından şüphe olmayan ve Allah Teala'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.

 

2- Haklarındaki sahih görüşe göre kafir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara, şekillere ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irtidat edene yapılan uygulama gibi bunlar da öldürülürler.

 

3- Müteşabihlerin te'vil edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen, bunun caiz olup olmadığı hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bilindiği gibi selefin gösterdiği yol, müteşabih buyrukların zahirinden anlaşılanın imkansız olduğunu kesin olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terketmek şeklindedir. Bu konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece okuyup gidiniz. Bazıları ise bu buyrukların te'vilini açıkça yapmış ve onlardan mücmel olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'i olarak tayin etmeksizin, dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir.

 

4- Hz. Ömer'in Sabiğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller. Ebu Bekr el-Enbari der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'an-ı Kerim'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyu sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye layık bir kimsedir.

 

Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir. Çünkü o dönemde Kur'an-ı Kerim'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadi'nin bize naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi. Süleyman Hanunad b. Zeyd'den, o Yezid b. Hazim'den, o Süleyman b. Yesar'dan naklettiğine göre; Sabiğ b. İsI Medine'ye geldi. Kur'an-ı Kerim'in müteşabih buyruklarına ve bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (r.a) durumdan haberdar olunca arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı.

Önceden de ona kuru hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hz. Ömer ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabiğ'im dedi. Hz. Ömer de: Ben de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam etti. Daha sonra Sabiğ: Bu kadarı yeter ey mü'minlerin emiri, dedi. Allah'a yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor.

 

Sabiğ'in te'dibine dair rivayetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivayetlerden ez-Zariyat Süresi'nde söz edilecektir. Daha sonra Yüce Allah Sabiğ'a tevbe etme ilhamını vermiş, tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir şekilde tevbesinde sebat gösterdi.

 

Yüce Allah'ın: "Fitne çıkarmak" buyruğunun anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak arzusu, mü'minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını istemeleri ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir.

 

Ebu İshak ez-Zeccac der ki: "Ve te'viline yeltenmek için" buyruğunun anlamı şudur: Bu gibi kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat verilmesinin açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini (gerçekleşeceği vakti) ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini onlara bildirdi. Ebu İshak der ki: Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar. Onun te'vilinin geleceği gün" yani onlara vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi ve azap gibi kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için "evvelce onu unutanlar: ''Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi'' diyeceklerdir. "(el-A'raf, 53) Yani bizler peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları şeylerin te'vilini (akıbetini) görmüş bulunuyoruz.

 

(Ebu İshak devamla) der ki: Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez demektir.

 

7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Resulullah (s.a.v.)'ın huzuruna girerek şöyle dediler: Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lam, Mim" buyruğu nazil olmuştur. Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü ancak yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lam otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini yalnızcaAllah bilir" buyruğu nazil oldu. Buna göre burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve işin sonunda evl edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise (...): İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim, ise onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fakihler bunu tarif ederek şöyle demişlerdir:

 

Te'vil, lafzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır. Tefsir ise lafzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir. Bunu ifade etmek üzere: (...) şekli kullanılır.

 

Te'vil ise anlamın beyan edilmesidir. Mü'minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu değildir, ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve bizatih! şüpheyi kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği olabilir; şeklindeki açıklama da buna örnektir. İbn Abbas'ın ced (dede) hakkında: O da babadır, demesi de böyledir. Çünkü o, Yüce Allah'ın: "Ey Ademoğulları" buyruğunu te'vil ederek bu hükme varmıştır.

 

8- ilimde Derinleşmiş Olanlar:

 

Yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu ile ilgili olarak; bu, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki buyruğa atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi kullanılmıştır hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.

 

Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki buyruklardan ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce Yüce Allah'ın:

 

"Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" buyruğunda tamamlanmıştır. Ibn Omer, Ibn Abbas, Aişe, Urve b. ez-Zübeyr, Omer b. Abdulaziz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisai, el-Ahfeş, el-Ferra, Ebu Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.

Ebu Nehik el-Esedi de der ki: Sizler bu ayet-i kerimeyi vasi ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz. Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların: "Biz O'na iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" sözleridir.

 

Ömer b. Abdulaziz de buna benzer bir söz söylemiştir. Taberi buna yakın bir ifadeyi Yunus'tan, o Eşheb'den o da Malik b. Enes'ten rivayet etmiştir. Buna göre "derler" buyruğu derinleşmiş olanlar buyruğunun haberidir. el-Hattabi der ki: Şanı Yüce Allah, kendisine iman edip içindekileri tasdik etmemizi emrettiği Kitabının ayetlerini muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısım halinde indirmiştir. Aziz ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır:

"Sana Kitabı indiren O'dur, onun bazı ayetlerl muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir ... Hepsi Rabbinizin katındandır." Burada Yüce Allah kitabının müteşabih olanına dair bilgisini kendisine tahsis ettiğini ve O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber vermekte, daha sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinl eşmiş olanların: Biz O'na iman ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz etmektedir. Şayet onların imanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye layık olmazlardı.

 

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu ayet-i kerimede tam vakıf Yüce Allah'ın: "Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu üzerinde olduğu ve bundan sonraki buyrukların ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki buyruk ise: "İlimde derinleşmiş olanlar: Biz ona iman ettik. .. derler" buyruğudur. Bu, İbn Mes'ud'dan, Ubey b. Ka'b, İbn Abbas ve Hz. Aişe'den de rivayet edilmiştir. Ancak Mücahid'den: "İlimde derinleşmiş olanlar"ı kendisinden önceki buyruğa nesak atfı yaptığı ve derinleşmiş olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivayet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun: "İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve iman ettik ... diyerek .. " şeklindedir, der ve "derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef'ulu bir arada hazf etmezler. Hali ise fiil açıkça söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hal de sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı "Abdullah binerek geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur. Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın halini bildirir. Nitekim şair -ki bunu Ebu Ömer: Ebu'l-Abbas Sa'leb şu beyiti okudu, diyerek bana okumuşturşu sözleri söyler: "Ben orada oldukça kızgın ve kısa bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım; Yürürken kısadır, otururken uzun görülür."  Yani yürürken boyu kısadır, demektir.

 

O halde; nahivcilerin de konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının genelinin görüşü, yalnızca Mücahid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur.

 

Aynı şekilde şanı Yüce Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde, daha sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruklarına bakalım: "De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. "(en-Neml, 65); "Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 187); "Onun Vechi (zatı) dışında herşey yok olacaktır"(el-Kasas, 88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı Yüce Allah, yalnız kendisine tahsis etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak etmez. Yüce Allah'ın: "Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir" buyruğu da böyledir. Şayet: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğundaki "vav," nesak atfı için olmuş olsaydı, Yüce Allah'ın: "Hepsi Rabbimizin katındandır" buyruğunun herhangi bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Derim ki: Hattabi'nin naklettiği ve Mücahid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu aziz ve celil olan Allah'ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşabihi bilenler arasında yeralıp onlar bu müteşabihi bilmelerine rağmen: "Biz ona iman ettik" demektedirler. Ayrıca er-Rabi', Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi "derinleşmiş olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Ve rüzgar ağlıyor kederinden Şimşek de bulutlar arasında çakıyor."

 

Bu beyitin iki anlama gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi mübteda, "parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre- Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan ("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip "parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri sürenler şanı Yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl övmüş olabilir? Ayrıca İbn Abbas da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim" demiştir.

 

Mücahid de bu ayet-i kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu sözünü İmamu'l-Harameyn Ebu'I-Meali ondan nakletmiştir.

 

Derim ki: Bir takım ilim adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle demişlerdir: Sözün tam olarak takdiri ifadesi "Allah nezdindedir" şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah bilir, ifadesi ise müteşabihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona iman ettik. Hepsi Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan deliller ve müteşabihatın muhkem buyruklara havale edilerek açıklanma imkanıdır. Onlar müteşabihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını bilemeyince: Biz hepsine iman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun salih şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz nezdindedir.

 

Birisi kalkıp: Müteşabihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbas: Ben "evvah" ve "ğislin" kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye sorarsa, ona şöyle cevap verilir: Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü İbn Abbas daha sonra bunu öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye uygun olarak tefsir etmiştir.

 

Bundan daha kesin bir cevap da şöyledir: Şanı Yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa bir diğeri bilebilir.

 

İbn Furek, ilimde derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hz. Peygamber'in İbn Abbas'a: "Allah'ım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret'' şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona öğret anlamındadır. Buna göre Yüce Allah'ın: "İlimde derinleşmiş olanlar" buyruğu üzerinde vakıf yapmak ile ilgili olarak hocamız Ebu'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur demiştir. Çünkü onların "ilimde derinleşmiş olanlar" diye adlandırılmaları Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsavi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka birşey bilmiyor iseler onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşabih de türlü türlüdür. Kimisi hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allah Teala'nın gaybın bilgisini yalnızca kendisine ayırdığı Kıyamet saatinin kopması gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbas'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşabihi bilmezler, diyenlerin bu sözden kastettikleri bu tür müteşabihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üslüplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir. Bununla olabilecek doğru olmayan birtakım te'vil ihtimalleri de izale edilebilir. Yüce Allah'ın Hz. İsa hakkında ''Ve O, kendisinden bir ruhtur" (en-Nisa, 171) buyruğu ve benzerleri böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla bu kabilden pek çok şey bilmedikçe hiçbir kimseye rasih (ilimde derinleşmiş) adı verilemez.

 

Müteşabih, mensuh olan buyruklardır, diyenlerin görüşlerine göre ise, rasih olanların te'vili bilmek (durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşabih buyrukların bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz.

 

Rusüh (derinleşmiş olmak); bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye rasih denilir. Bu kelime aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusühu) ve ağacın yerde rasih olması gibi. Şair der ki: "Kalbimde derin kök salmıştır Leyla'nın sevgisi, Belirtileri dahi değişiklik göstermeyi kabul etmiyor."

 

"Filanın kalbinde iman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan): (...) söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını ifade eder. Bu tabiri İbnu'l-Faris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt anlamlı bir kelimedir.

(...) kelimeleri hep bir şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder.

 

Peygamber (s.a.v.)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir. ''

 

Şanı Yüce Allah: "Biz sana bu Zikri (Kur'an'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın"(en-Nahl, 44) diye buyurmuşken, Kur'an-ı Kerim'de nasıl müteşabih olabilir ve Allah Kur'an'ın tümünü nasıl apaçık kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir:

 

Bundaki hikmet -Allahu a'lem- alimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in tümü açık seçik olsaydı alim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya çıkmaz dı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için bir yer bırakır. Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin güzelliği de az olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

9- Kur'an Muhkemiyle Müteşabihiyle Allah'tandır:

 

"Hepsi Rabbimizin katındandır" buyruğunda, muhkemiyle müteşabihiyle Yüce Allah'ın Kitabına ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin katındandır, şeklindedir. "Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür.

 

Daha sonra Yüce Allah: "Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani böyle bir sözü söyleyen iman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşabihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir. Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla "lubb" adı verilmiştir. "Sahipleri" kelimesi ise (...) kelimesinin çoğuludur.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Al-i İmran 8

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR