BAKARA 61 |
وَإِذْ
قُلْتُمْ
يَا مُوسَى
لَن
نَّصْبِرَ عَلَىَ
طَعَامٍ
وَاحِدٍ
فَادْعُ
لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ
لَنَا
مِمَّا
تُنبِتُ
الأَرْضُ
مِن
بَقْلِهَا
وَقِثَّآئِهَا
وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا
وَبَصَلِهَا
قَالَ
أَتَسْتَبْدِلُونَ
الَّذِي
هُوَ
أَدْنَى
بِالَّذِي
هُوَ خَيْرٌ
اهْبِطُواْ
مِصْراً
فَإِنَّ
لَكُم مَّا
سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ
عَلَيْهِمُ
الذِّلَّةُ
وَالْمَسْكَنَةُ
وَبَآؤُوْاْ
بِغَضَبٍ
مِّنَ اللَّهِ
ذَلِكَ
بِأَنَّهُمْ
كَانُواْ
يَكْفُرُونَ
بِآيَاتِ
اللَّهِ
وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ
بِغَيْرِ
الْحَقِّ
ذَلِكَ بِمَا
عَصَواْ
وَّكَانُواْ
يَعْتَدُونَ |
61. Hani siz: "Ey
Musa" demiştiniz; "biz yalnız bir yemeğe sabredemeyiz, o bakımdan bizim
için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden bakla, acur, sarımsak,
mercimek ve soğan çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayırlı olanı daha aşağı
olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyleyse (bir) Mısr'a çekip gidin.
İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu.
Allah'tan gelen bir azaba uğratıldılar. Bu, onların Allah'ın ayetlerini inkar
etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu. Bu,
onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu.
Hani siz: 'Ey Musa' demiştiniz; 'biz
yalnız bir yemeğe sabredemeyiz' ..
Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri
Yemenin Hükmü:
Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih
Etmek:
Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek:
Bir Şehire Gidin .. :
Gazaba Uğratılmalarının Sebebi:
Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber
Öldürülmemiştir:
Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi:
Hani siz: 'Ey Musa'
demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredemeyiz' ..
"Hani siz: 'Ey
Musa' demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredemeyiz' .. " diye nakledilen
sözlerini, İsrailoğulları men ve selva yemekten usanıp daha önce Mısır'daki
geçimlerini hatırladıkları sırada, Tih sahrasında söylemişlerdi. el-Hasen der
ki: Bunlar pis kimselerdi. Pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yer dururlardı.
O bakımdan kötü alışkanlıkları orada depreşti ve alışageldikleri şeylere arzu
duyarak: Biz yalnızca bir yemeğe sabredemeyiz, dediler. Bu sözleriyle men ve
selvanın iki ayrı yemek olmalarına rağmen tek bir çeşit olduğunu kinaye yoluyla
ifade ettiler. Çünkü onlar birisini ötekiyle birlikte yiyorlardı. Bundan dolayı
bir tek yemek tabirini kullandılar.
Bu tabiri
kullanmalarının sebebinin bunların her gün gıda olarak aynı şekilde tekrarlanıp
durmaları olduğu da söylenmiştir. Nitekim devamlı oruç tutan, namaz kılan,
Kur'an-ı Kerim okumaya devam eden kimse hakkında: O tek bir iş üzere devam edip
gitmektedir, denilir. Buna sebep ise onun bunlara devam etmesidir.
Bir başka görüşe göre
bunun anlamı şudur: Bizler zenginliğe katlanamayız. Hepimiz zenginiz, birimiz öbürünün
yardımını almak imkanını elde edemiyor. Çünkü bizden her bir kişi tek başına
başkasına muhtaç değildir. Onlar, bu şekilde idiler. İlk köle ve hizmetçi
edinenler onlardır.
"Yemek (taam)"
yenilen ve içilen şeyler hakkında kullanılır. Nitekim Yüce Allah Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurmaktadır: 'Kim ondan taam etmezse (tadına bakmazsa) o
bendendir." (el-Bakara, 249); "iman edip de salih amel işleyenler
hakkında taam ettiklerinden (tattıklarından) dolayı üzerlerine bir vebal
yoktur. "(el-Maide, 93) yani -ileride de açıklanacağı üzere(yasaklayıcı
hükmün inmesinden önce) içtikleri şaraptan dolayı üzerlerine vebal yoktur,
demektir.
Şayet Selva
-el-Müerric'in naklettiği gibi- eğer bal ise o vakit o da içilecek birşey
demektir. Bazan taam kelimesi, özellikle buğday ve hurma hakkında kullanılır.
Ebu Said el-Hudri yoluyla gelen hadis-i şerifte olduğu gibi. O şöyle demiştir:
"Bizler Resulullah (s.a.v.) döneminde fıtır sadakasını bir sa' taam
(buğday) veya bir sa' arpadan verirdik. .. "
Örfen görülegelen de şudur:
Bir kişi: Ben taam (yiyecek) pazarına gittim, dediği takdirde bundan anlaşılan
sadece yenilen ve içilen şeylerin satıldığı yerdir.
Ta'm (tadına bakmak),
insanın zevkine, tadına vardığı şeydir. Tadı acıdır, denilmek gibi. Yine bu
kelime insanın canının çektiği yiyecek ve içecekler hakkında da kullanılır.
Yine tadı bozuk olan şey hakkında da: Bunun tadı yoktur veya tatlı değildir de
denilir. Tuum da taam anlamındadır. Şair Ebu Hiraş der ki:
"Kabilenin
kahramanını -eğer onu bilsen- geri çeviririm (birşeyler vererek) Ve senin
ailenden olan başkalarını yiyeceklerde kendime tercih ederim
Ve temiz tatlı suyu alır
da sonunda (onlara veririm) Cimri olanın canı yanındaki azığı çekerse."
Birşeyi yeyip tadına
baktığı takdirde bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: ''Kim de onu ta'metmezse
o da bendendir." (el-Bakara, 249) buyruğunda geçen bu kelime "tadına
bakmazsa" anlamındadır.
Bir başka yerde de Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır; "Taam ettiğiniz vakit de dağılın."
(el-Ahzab, 53) Yemek yediğiniz vakit dağılın, demektir. Resulullah (s.a.v.) da
Zemzem suyu hakkında şöyle buyurmuştur: "O güzel bir taamdır. Hastalıklara
karşı da bir şifadır." Yine bir kişi bir başkasından kendisiyle
konuşmasını istediği takdirde aynı kökten -ziyadeli olarak- "istet'ame"
ifadesi kullanılır. Hadis-i şerifte de "İmam sizden konuşmanızı istediği
takdirde (istet'ame) onu it'am ediniz" diye buyurmaktadır. Yani sizden
okuması gerekeni hatırlatmanızı istediği takdirde siz de ona hatırlatınız,
demektir. Mesela, filan kişi ancak ayakta uykuyu tadıyor (yet'emu) denilir.
Şair de şöyle demiştir: "Vecre'de sarı yanaklı deve kuşları suyun tadına
bakmaz Hep oruçludur (çünkü devekuşları su içmek üzere sulara gitmezler)."
"O bakımdan bizim
için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden .. çıkarsın." Yani bizim
için Allah'tan dilekte bulun ve O'ndan bizim için yerin bitirdiklerinden
çıkartmasını iste.
Bir görüşe göre bu, dua
anlamını ifade etmekte olup takdir! olarak: Bizim için yerin bitirdiklerinden
çıkartması gayesiyle Rabbine dua et, anlamına gelir. Ancak ez-Zeccac, bunun
zayıf bir açıklama şekli olduğunu söylemiştir. " .. şeylerden ... "
buyruğundaki " ... den" anlamını veren (...) edatı el-Ahfeş'e göre
zaiddir, Sibeveyh'e göre ise değildir. Çünkü ifade olumludur. en-Nehhas der ki:
el-Ahfeş'i böyle bir iddiada bulunmaya iten sebep onun "çıkarsın"
fiilinin mef'ulunu (nesnesini) bulamamasıdır. O bakımdan o "şey"
kelimesini mef'ul yapmak istemiştir. Ancak daha uygunu mef'ulün mahzuf
olmasıdır. Bunu da diğer ifadelerden çıkartabiliyoruz, Buna göre bu buyruğun
takdir! anlamı şöyle olur: Bize yerin bitirdiği yiyecek birşeyler çıkarsın,
Buna göre birinci "den" takısı tab'iz (kısmilik) ifade etmek içindir;
ikincisi ise tahsis içindir (yani yerin bitirdiklerinden özel olarak hangi
yiyecekleri istediklerini açıklamak gayesiyle kullanılmıştır). Bundan sonra
gelen "bakla" bu "şeyler"in bedelidir. Yani bunların ne
olduğunu açıklamaktadır. Ondan sonrakiler ise ona atfedilmiştir.
Bakla (bakl): Bilinen
bir bitkidir. Bu da sapı olmayan her türlü bitkiye addır. Ağaç (şecer) ise
sapı, gövdesi olan her bitkidir. Acur da bilinen bir bitkidir.
İbn Mace'de şöyle bir
rivayet vardır: Bize Muhammed b. Abdullah b. Numeyr anlattı, bize Yunus b.
Bukeyr anlattı, bize Hişam b. Urve babasından o Aişe'den rivayetle dedi ki: Annem,
beni, Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gerdeğe götürmek istediği için
şişmanlıyayım diye bana bazı şeyler yediriyor idi. Ben acuru taze hurma ile
birlikte yeyinceye kadar bu isteğini gerçekleştiremedi. (Bunları birlikte
yeyince) en güzel bir şekilde kilo aldım. Hadisin bu senedi sahihdir.
"Fum
(sarımsak)"ın ne olduğu hakında ihtilaf edilmiştir. Bunun bildiğimiz
sarımsak olduğu söylenmiştir. Çünkü soğana benzer bir mahsuldür. Bu açıklamayı
Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivayet etmiştir. Arapçada f harfi ile peltek se
birbirlerinin yerine kullanılır. (Ayet-i kerimede fum'un, -peltek s ile- sum
şeklinde söylenilmesi gibi). Nitekim Araplar meğafir dedikleri gibi, meğasir de
derler. (Mağafirin kokusu pek hoş olmayan urfut denilen bir ağaçtan akan bir
tür zamk olduğu söylenmiştir). Kabir kastedilmek üzere de cedes ve cedef demek
de bu türdendir. İbn Mes'ud ise bu kelimeyi peltek se ile (...) şeklinde
okumuştur. Bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Umeyye b. Ebi's Salt der
ki: "O sırada onların evleri oldukça yüksekti. Oralarda (bahçelerinde)
asmalıklar, sarımsak ve soğan bahçeleri de vardı."
Hassan b. Sabit de şöyle
demiştir: "Sizler kökleri bayağı kimselersiniz Sarımsak ve soğandır
yediğiniz."
el-Kisai ile en-Nadr b.
Şumeyl de aynı kanaattedir. Burada sözü
geçen "fum"un buğdayolduğu da söylenmiştir. Yine bu da İbn Abbasstan
ve birçok müfessirden rivayet edilmiş bir görüştür. en-Nehhas bunu tercih etmiş
ve bu daha uygundur diyerek şunları eklemiştir: Bu görüşü kabul edenler üstün,
onların senetleri daha sahihtir. Cüveybir ise bu görüşün naklini yapan
senetlerde yer alan ravilere denk bir ravi değildir.
Her ne kadar el-Kisai ve
el-Ferra, Arapların f yerine s harfini kullanmalarını gerekçe göstererek
birinci görüşü tercih etmiş iseler dahi durum böyledir. Çünkü bedel yapma kıyas
için ölçü değildir. Diğer taraftan böyle bir söyleyiş Arap dilinde de pek fazla
değildir. İbn Abbas ise "fum" hakkında kendisine soru sorana bunun
buğdayolduğunu belirtmek üzere Uhayha b. el-Culah'ın şu beyitini okumuştur:
"Ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş İnsanlar arasında
en zengin kimse idim."
Ebu İshak ez-Zeccac der
ki: Buğday gıdanın temelini teşkil ettiği halde içinde buğdayın yer almadığı
bir grup yiyeceği nasıl olur da istemiş olabilirler? el-Cevheri Ebü Nasr da der
ki: Fum buğday demektir. el-Ahfeş şu beyiti nakletmiştir: "Öyle
zannediyordum ki ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş insanlar
arasında en zengin kimse idim."
İbn Dureyd de fume'nin
başak anlamına geldiğini söylemiş ve şu beyiti nakletmiştir: "Onların
gözcüleri elinde bir veya iki başak (fılme) Olduğu halde geldiğinde dedi ki ..
"
Kimisi de fum'un
Şamlılar şivesinde nohut anlamına geldiğini söylemiştir. Bunun satıcısına da
fumi'den bozma filmi denilir. Çünkü Şamlılar bazan nisbetlerde değişiklik
yaparlar. Sühli ve Duhri dedikleri gibi. (...) tabirini de bize ekmek pişiriniz
anlamında kullanırlar. el-Ferra, bunun eski bir söyleyiş olduğunu ifade
etmiştir. Ata ve Katade de der ki, fırında pişirilen her taneye füm denilir.
Soğan, Sarmısak ve Hoş
Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü:
Soğan, sarmısak ve diğer
baklagillerden hoş kokmayan şeyleri yemenin hükmü hakkında ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu, bu hususta sabit olan
hadislere dayanarak bunun mübah olduğu görüşündedir. Cemaatle namaz kılmanın
farz olduğunu kabul eden Zahirilerden bir grup ise bunun yasak olduğunu kabul
etmiş ve şöyle demişlerdir: Farzı yerine getirmek için gitmekten ve onu ifa
etmekten alıkoyan herşeyin yapılması ve onunla uğraşılması haramdır. Buna delil
olarak da Resulullah (s.a.v.)'ın sarımsağı "pis olmakla"
nitelendirmesidir. Şanı Yüce Allah ise Peygamberini pis olan şeyleri haram
kılmakla nitelendirmiştir.
Cumhurun (çoğunluğun)
lehine olan delillerden birisi de Hz. Cabir'den sabit olan şu rivayettir. Buna
göre Peygamber (s.a.v.)'e büyükçe bir tabak içinde çeşitli baklagillerden
birtakım sebzeler getirildi. Bunların kokusunu alınca o tabakta bulunanların
neler olduğu ona bildirildi, bunun üzerine beraberinde bulunan ashabından
birisi için: ''Bu onları (onlara) yaklaştırınız" dedi. (Hz. Peygamber)
onun yemekten hoşlanmadığını görünce: "Sen ye, dedi. Çünkü ben senin
kendisiyle konuşmadığın kimse ile konuşuyorum." Hadisi Müslim ve Ebü Davud
rivayet etmiştir. İşte bu, sarmısak gibi şeyleri yemenin Hz. Peygamber için
özel bir hükmünün bulunduğunu ve bunların başkası için mübah olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır. Yine Müslim'in Sahihinde Ebü Eyyub (r.a)'dan şu rivayet
gelmiştir: Peygamber (s.a.v.) Ebü Eyyub'un yanında misafir kalmıştı. Peygamber
(s.a.v.)'e içinde sarımsak bulunan bir yemek yapmışlardı. Yemek geri
gönderilince Peygamber (s.a.v.)'ın parmaklarının nerelere değdiğini sordu. Ona:
Peygamber birşey yemedi, denilince dehşete kapıldı ve Hz. Peygamber'in yanına
çıkıp şöyle dedi: Yoksa o haram mıdır? Peygamber (s.a.v.): "Hayır, fakat
ben ondan hoşlanmıyorum." diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü Eyyüb şöyle
der: Ben de senin hoşlanmadığın şeyden hoşlanmıyorum. (Ebu Eyyüb devamla) der
ki: Peygamber (s.a.v.)'e (vahiy) gelirdi.
İşte bu, sarmısağın (ve
benzerlerinin) haram olmadığına dair açık bir nastır. Yine Ebü Said
el-Hudri'nin Peygamber (s.a.v.)'dan Hayber'in fethedildiği günde sarmısak
yemeleriyle ilgili kaydettiği rivayeti de böyledir. (Hz. Peygamber bunun
üzerine şöyle demiş): "Ey insanlar, Allah'ın helal kıldığını benim haram
kılma yetkim yoktur. Fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir.''
İşte bu hadis-i şerifler
konu ile ilgili yasak hükmünün Hz. Peygamber'e özel olduğunu göstermektedir.
Çünkü vahiy meleğiyle konuşmak özelliği ona ait idi. Şu kadar var ki bizler,
Hz. Cabir yoluyla gelen hadis-i şeriften Hz. Peygamber ile başkası arasında bu
hüküm açısından bir fark olmadığını öğreniyoruz. Çünkü sözü geçen hadis-i
şerifte şöyle denilmektedir: "Her kim bu bakladan yani sarmısaktan yerse
-bir seferinde de: Her kim soğan, sarmısak ve pırasa yerse- bizim mescidimize
yaklaşmasın. Çünkü melekler de Adem oğullarının rahatsız olduğu şeylerden
rahatsız olurlar."
Ömer b. el-Hattab (r.a)
da uzunca bir hadiste şöyle demiştir: Sizler ey insanlar, ben pis olduklarından
başka bir özelliklerini görmediğim iki bitkiden yeyip duruyorsunuz. Şu soğan ve
sarımsağı kastediyorum. Ben Resulullah (s.a.v.)'ın mescidde bir adamdan
bunların kokusunu aldığı vakit Baki' denilen yere kadar çıkartılmasını
emrettiğini gördüm. Her kim bunlardan yiyecek olursa onları pişirerek öldürsün
(kokularını gidersin). Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
"Mercimek ve soğan
çıkarsın." Mercimeğin (ades) ne olduğu bilinmektedir. "Adese"
öldürücü dahi olabilen insan vücudunda çıkan bir çeşit sivilcedir.
"Ades" katırlar için de bir sesleniş biçimidir.
Şair der ki: "Deh!
Artık Abbad'ın senin üzerinde bir otoritesi yok! Kurtuldun işte, Talik'i
taşıyorsun sırtında."
"Ads"; hızlıca
koşmak ve çalışmak; "adese fil'ard": Yeryüzünde dolaştı "Adese
ileyhi": Ona doğru -geceleyin- yürüdü, demektir. el-Kumeyt der ki:
"Karanlığın dehşetinden onu koruyorum ve halil. gecenin kardeşiyim, Bana
gidip geliniyor (ma'dus), ben de gidiyorum (adis)"
Şair geceleyin kendisine
gelindiğini anlatmak istiyor. Bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.
Peygamber (s.a.v.)'ın
Hz. Ali yoluyla gelen rivayette şöyle dediği nakledilmektedir: "Size
mercimek yemeyi tavsiye ediyorum. Çünkü o mübarek ve kutsaldır. O kalbi
yumuşatır, gözyaşını artırır. Sonuncuları Meryem oğlu İsa olan yetmiş peygamber
onun mübarek olması için dua etmiştir. Bu hadisi es-Sa'lebi ve başkaları
zikretmiştir.
Ömer b. Abdülaziz de bir
gün zeytinyağı ile ekmek, bir gün et ile ekmek, bir gün de mercimek ile ekmek
yermiş. el-Halim! der ki: Mercimek ile zeytinyağı salihlerin yedikleridir. Eğer
İbrahim (a.s)'ın beldesinde verdiği her ziyafette mutlaka mercimek bulunması
gibi bir fazilet dışında başka bir üstünlüğü bulunmasaydı, bu dahi onun
fazileti için yeterli idi. Mercimek vücuda hafiflik verir, böylelikle vücudun
ibadete karşı bir hafifliği olur. Şehvet ve arzudan olduğu gibi mercimekten
dolayı harekete geçmez. Buğday da taneler cümlesindendir. Sahih kabul edilen
görüşe göre de (ayette geçen) fum buğdaydır. Arpa da ona yakındır. Medine
halkının yiyeceği idi. Tıpkı mercimeğin Hz. İbrahim'in kasabasının halkının
yiyeceği olduğu gibi. Dolayısıyla bu her iki tane iki peygamberden birisi
sebebiyle faziletli olmuş demektir.
Rivayet edildiğine göre
Peygamber (s.a.v.)'in ve aile halkının Medine'ye geldiği günden vefat ettiği
güne kadar arka arkaya buğdayekmeği ile karınlarını doyurmuş değildirler.
Daha Bayağı Olanı
Üstün Olana Tercih Etmek:
"Dedi ki: Daha
hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunUZ?" Değiştirmek
(istibdal) birşeyi başka birşeyin yerine koymak demektir. Bedel de burdan
gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmış idi.
"Daha aşağı olan
(edmi)" kelimesi ez-Zeccac'a göre kıymet itibariyle az olan
"dünuv"dan gelmektedir. Ali b. Süleyman'a göre ise daha aşağılık
anlamında olan ve aşağılık olduğu açıkça belli olan "denı"den gelen
hemzeli bir kelimedir. Bu kelimenin, daha düşük anlamında olan dün'dan alındığı
da söylenmiştir. Şaz kıraatlerde bu kelime hemzeli olarak "edneu"
şeklinde okunmuştur.
Ayet-i kerimenin anlamı
ise şudur: Sizler daha bayağı ve aşağılık olan bakla, acur, sarmısak, mercimek
ve soğanı daha hayırlı olan men ve selvaya mı değişir ve üstün tutarsınız?
Men ve selvanın onların
talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerektiren yönlerin ne olduğu hakkında
beş ayrı görüş ortaya atılmıştır:
1- Baklagiller men ve
selvaya nisbetle ehemmiyetli olmadığından dolayı men ve selva daha üstündür. Bu
görüş ez-Zeccac'a aittir.
2- Men ve selva, Yüce
Allah'ın kendilerine lütfedip verdiği ve yemelerini emrettiği bir yiyecek idi.
Dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeye, ni'metini şükür ile karşılamaya
devam etmek, ahirette ecir sahibi olmaya bir vesiledir. Onların istediklerinin
ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istekleri bunlardan daha aşağı idi.
3- Şanı Yüce Allah'ın
kendilerine lütfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha lezzetli
olduğundan dolayı elbette ki bu bakımdan onların istedikleri daha aşağılık idi.
4- Onlara verilen,
sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İstedikleri ise, ancak ekerek,
sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan bunlar daha bayağı
idi.
5- Onlara indirilen
Allah katından indirildiği için helal ve temiz olduğunda en ufak bir şüphe
yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gaspedilir,
şüphelere maruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şeylerdi.
Güzel ve Lezzetli
Şeyleri Yemek:
Bu ayet-i kerimede güzel
ve lezzetli şeyleri yemenin caiz olduğuna delil vardır. Peygamber (s.a.v.) da
helva (tatlı şeyler) ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Bu hususa dair
açıklamalar Maide ve Nahl sürelerinde eksiksiz bir şekilde gelecektir.
Bir Şehire Gidin .. :
Yüce Allah'ın "Öyle
ise Mısır'a çekip gidin" buyruğundaki emir, onları aciz bırakmak anlamını
taşımaktadır. Çekip inmenin (hubüt)un anlamı daha önceden (36. ayette)
geçmişti. Onları aciz bırakmak anlamına gelen bu buyruğun bir diğer benzeri de:
"De ki: Onlara, ister taş, ister demir olunuz .. " (el-İsra, 50)
buyruğudur. Çünkü İsrailoğullarına bu emir verildiğinde Tih'te idiler. Böyle
bir emir de onlar için cezadır. Onlara istediklerinin verildiği de
söylenmiştir.
Cumhur
"Mısran" kelimesini nekire ve tenvinli olarak okumuştur. Mushaftaki
hattı (yazılışı) da böyledir. Mücahid ve başkaları ise şöyle demiştir: Bu
kelimeyi munsarıf (yani tenvin ve esre alabilecek türden bir kelime) kabul eden
muayyen olmayan şehirlerden herhangi bir şehri kastetmiş olur. İkrime ise İbn
Abbas'tan Yüce Allah'ın: "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şu şehirlerden bir şehre gidin
demektir. Yine bu kelimeyi munsarıf kabul edenlerden bir kesim şöyle demiştir:
Bu buyrukla bizzat Firavun'un Mısır'ı kastedilmiştir.
Birinci görüşü kabul
edenler, Kur'an-ı Kerim'in onlara kasaba ya girmeleri emrini vermesinin
zahirinin bunu gerektirdiğini delil gösterirler. Ayrıca onların Tih'de sonra
Şam bölgesinde yerleştiklerine dair birbirini güçlendiren rivayetleri de delil
gösterirler. Öbür görüşü savunanlar; Kur'an-ı Kerim'de yer alan Yüce Allah'ın,
İsrailoğullarını Firavun hanedanının ve onların geriye bıraktıklarının
mirascısı kılan buyruklarını delil gösterirler ve bu kelimenin munsarif
olmasını da caiz kabul ederler. el-Ahfeş ve el-Kisai, bu kelime hafif
olduğundan ve Hind ve Da'd gibi kelimelere benzediğinden dolayı munsarif olması
caizdir, demişler ve şu beyiti delil göstermişlerdir: "Örtüsünün sarkan
kısmına bürünüp örtünmedi Da'd. Ve Da'd sütün sağıldığı deri kaselerle süt
içmedi."
Şair burada her iki
söylenişi (munsarif olan ve olmayanı) bir arada kullanmıştır. Sibeveyh,
el-Halil ile el-Ferra, bunu kabul etmezler. Çünkü bir kadına Zeyd adı verilirse
bu munsarıf olmaz.
el-Ahfeş'ten başkaları
da şöyle demiştir: Bunlar bu kelime ile mekanı kastettiklerinden dolayı onu
munsarif kabul etmişlerdir.
el-Hasen, Eban b. Tağlib
ve Talha ise munsarif kabul etmeyerek "mısra" diye -tenvinsiz-
okumuşlardır. Ubey b. Ka'b'ın Mushafı ile İbn Mes'ud'un kıraatinde de bu kelime
böyledir. Bunlar bunun Firavun'un Mısrı olduğunu söylemişlerdir. Eşheb der ki:
Malik bana şöyle dedi: O benim görüşüme göre Firavn'ın kaldığı yer olan senin
şehrin Mısırdır. Bunu İbn Atiyye kaydetmiştir.
Mısır kelimesinin
sözlükteki asıl anlamı sınırdır. "Evin mısrı" denildiği zaman
sınırları kastedilir. İbn Faris der ki: Denildiğine göre Hecerliler,
aralarındaki şartnamelerde şöyle yazarlar: "Filan kişi şu evi mısırlarıyla
(yani sınırlanyla) satın aldı." Adiy de şöyle demiştir: "Ve güneşi hiçbir
kapalılığı bulunmayan bir mısır (sınır) kılan Gündüz ile gece arasında onlar
birbirlerinden ayrılmışlardır."
"İstediğiniz şeyler
sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu." Zillet ve meskenete
mahkum edildiler ve bunlarla haklarında hüküm verildi. Bu kelime
"çadırların vurulması" deyiminden alınmıştır. el-Ferazdak da Cerir
hakkında şöyle demektedir: "Örümcek, senin üzerine vurdu ağlarını Ve
Allah'tan indirilen Kitap senin aleyhine bununla hüküm verdi."
"Hakim, eli vurdu
(yakaladı)" deyimi de buna mecbur etti, zorunda bıraktı, demektir.
Zillet ise, aşağılık ve
küçüklük, meskenet de fakirlik demektir.
Zengin olsa dahi
fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlikten uzak hiçbir
yahudi bulamazsınız.
Sözü geçen zilletin
el-Hasen ve Katade'den gelen rivayete göre cizye yükümlülüğünü koymak olduğu da
söylenmiştir.
Meskenet ise boyun eğmek
anlamındadır ki bu da "sükün"dan alınmadır.
Yani fakirlik
dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az kalmış demektir. Bu, ez-Zeccac'ın açıklamasıdır.
Ebu Ubeyde de der ki: Zillet, küçüklük demektir; meskenet ise (fakir anlamına
gelen) miskinin masdarıdır.
ed-Dahhak b. Muzahin,
İbn Abbas'tan: "Onlara zillet ve meskenet vuruldu" buyruğunu şu
şekilde açıkladığını rivayet etmektedir: Onlar cizye veren kimselerdir.
"Allah'tan gelen
bir gazaba uğratıldılar"; yani böyle bir gazaba döndüler, ona mahküm
edildiler. Bu ("uğratıldılar" anlamındaki) kelime, Peygamber
Efendimizin dua ve niyazında: "Senin üzerimdeki ni'metini itiraf ediyor ve
nefsimi de buna mecbur tutuyorum" duasında da aynı anlamda kullanılmıştır.
Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı dönüştür. Ev anlamına gelen
"mebae" de bu köktendir. el-Beva', kısasa dönmek demektir.
"Onlar bu işte beva'dırlar" ise eşittirler anlamındadır. Yani bu hususta
aynı anlamı ifade ederler, demektir. Şair der ki: "Hükümdarlar bizim
yakamızı bırakmaz ve mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar mı? Ve kana kan
ile dönmemek yolunu seçmezler mi?"
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Onlar talan malları ve esirler ile geri döndüler Bizler ise
zincire vurulmuş hükümdarlarla geri döndük."
"Gazap"
kelimesinin anlamına dair açıklamalar ise Fatiha süresinde yapılmıştır.
Gazaba
Uğratılmalarının Sebebi:
"Bu onların
Allah'ın ayetlerini" yani onun kitabını, İsa, Yahya, Zekeriyya ve Muhammed
(aleyhimusselam) gibi peygamberlerinin mucizelerini "inkar
etmelerinden" yalanlamalarından "ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerinden dolayı oldu."
el-Hasen'den
"Öldürüyorlardı" anlamındaki kelimeyi (...) şeklinde okuduğuna dair
rivayet gelmiştir. Yine ondan, çoğunluk gibi birinci şekilde okuduğuna dair
rivayet de yapılmıştır. Nafi' ise "peygamberler" kelimesini (...)
kelimesinin Kur'an'ın tümünde belirtilen şu iki yer dışında ilk şekilinde
okumuştur. Bu iki yerden birisi Ahzab süresinde yer alan: "Ve
nefsiniPeygambere bağışlayan mü'min kadını ... "(el-Ahzab, 50); buyruğu,
diğeri ise '' Peygamberin evlerine .... girmeyin" (el-Ahzab, 53)
buyrüğudur. Burada bu kelimeyi medsiz ve hemzesiz olarak okumuştur. Bu iki
yerde hemzeli okunmayışının sebebi ise esreli iki hemzenin bir arada olmasıdır.
Ancak diğer okuyucular bütün bu yerlerde hemzeli okumamışlardır. Bu kelimeyi
hemzeli okuyan kimseler bunu haber vermek anlamına gelen (...) den alırlar.
Bunun ismi faili ise (haber verici anlamına} (...) şeklinde gelir. (...)
kelimesinin çoğulu (...) şeklinde olur. ''Nebi" kelimesinin
"nübea"; şeklinde kullanıldığı da olmuştur. el-Abbas b. Mirdas
es-Sülemi Peygamber (s.a.v.)'ı överken şöyle demektedir: "Ey
peygamberlerin sonuncusu, şüphesiz ki sen hak ile gönderilmişsin Doğru yola
ileten bütün hidayet senin hidayetindir." İşte hemzeli okuyuşun anlamı
budur.
Hemzesiz okuyuşu kabul
edenlerin ise farklı açıklamaları vardır. Kimisi bu kelimeyi (nebi kelimesini)
hemzeli şeklinin türetildiği gibi türetir, sonra hemzeyi kolay okunmasını
sağlar, kimisi bu kelimenin açığa çıkmak anlamına gelen (...) den türediğini
kabul eder. Buna göre nübüvvetten türeyen nebi yükselmek anlamındadır. Çünkü
Peygamberin makamı Yüce ve yüksektir. Yine hemzesiz olarak "nebi" yol
demektir. Resule nebi deniliş sebebi yolda olduğu gibi onun vasıtasıyla
insanların yollarını bulmasıdır. Şair der ki: "Kasib dağındaki nebinin
(yolun) yerine Çakılın kırıntıları gibi ufalmış olur."
Peygamberler bizim için
yeryüzündeki yolları andırırlar. Adamın birisini Peygamber (s.a.v.)'e: -Hemzeli
olarak- Selam sana ey Allah'ın Nebi'i diye selam vermiş, buna karşılık
Peygamber (s.a.v.) da şöyle cevap vermiş: Ben Allah'ın nebi'i değilim, ben
Allah'ın nebisiyim diye hemzesiz olarak cevap vermiş. Ebu Ali der ki: Bu
hadisin senedi zayıf görülmüştür. Ancak bunun senedini takviye eden hususlardan
birisi de onu öven şairin (yukarıda geçen} "Ey Nübea'ın sonuncusu ..
" şeklindeki beyitidir. Hz. Peygamber'in bunu reddettiğine dair bir
rivayet de yoktur.
Savaşması Emrolunmuş
Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir:
"Ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu" buyruğu da onların işledikleri
günahın ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir.
"Bu, peygamberlerin
bazen hak ile öldürülebileceklerinin delilidir. Halbuki peygamberler kendisi
sebebiyle öldürülebilecekleri herhangi bir iş yapmaktan yana korunmuş masum
kimselerdir" denilecek olursa şu cevap verilir: Durum anladığınız gibi
değildir. Bu ifade (yani "haksız yere" tabiri) onların öldürülme şekillerinin
sıfatı durumundadır. Yani onlar zulmen öldürülmüşlerdir, haklı olarak
öldürülmemişlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkları işin ne kadar büyük çapta
çirkin olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi hak ile hiçbir peygamber
öldürülmez. Fakat o hak üzere olduğu halde öldürülür. İşte "haksız
yere" buyruğu işlenen günahın ne kadar çirkin ve açık olduğunu ortaya
koymaktadır. Ve hiçbir peygamber öldürülmesini gerektirecek bir iş asla yapmaz.
"Kafirlerin
peygamberleri öldürmelerine imkan vermesi nasıl olabilir?" denilecek
olursa, şu cevap verilir. Bu peygamberler için bir şereftir ve mevkilerini
yüceltmek için bir araçtır. Mü'minlerden Allah yolunda öldürülenlerin durumunda
olduğu gibi. Bu onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbas ve el-Hasen der
ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere savaşma emri verilmiş
değildir. Çünkü kendisine savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka
muzaffer olmuştur.
Gazaba Uğrayışlarının
Diğer Bir Sebebi:
"Bu, onların isyan
etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu." el-Ahfeş der ki: Yani
isyan ettiklerinden dolayı bu oldu. İsyan ise itaatin zıddı dır. Taşkınlık
(i'tida) ise her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve masiyetler hakkında
kullanılır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN