BAKARA 255 |
اللّهُ
لاَ إِلَـهَ
إِلاَّ هُوَ الْحَيُّ
الْقَيُّومُ
لاَ
تَأْخُذُهُ
سِنَةٌ
وَلاَ
نَوْمٌ
لَّهُ مَا
فِي
السَّمَاوَاتِ
وَمَا فِي
الأَرْضِ
مَن ذَا
الَّذِي
يَشْفَعُ
عِنْدَهُ
إِلاَّ
بِإِذْنِهِ
يَعْلَمُ
مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ
وَمَا
خَلْفَهُمْ
وَلاَ يُحِيطُونَ
بِشَيْءٍ
مِّنْ
عِلْمِهِ
إِلاَّ بِمَا شَاء
وَسِعَ
كُرْسِيُّهُ
السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضَ
وَلاَ
يَؤُودُهُ
حِفْظُهُمَا وَهُوَ
الْعَلِيُّ
الْعَظِيمُ |
255. Allah (ibadete
layık olan yalnız O'dur); O'ndan başka İlah yoktur. Hayydır, Kayyumdur. Onu ne
bir uyuklama alır; ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur.
O'nun izniyle olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önlerindekini de
arkalarındakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir
şeyi kavrayamazlar. O'nun Kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması
O'na ağır gelmez. O Aliydir, Azimdir.
Bu Ayetin Fazileti:
Hayy ve Kayyum:
Uyumaz, Uyuklamaz:
Göklerde ve Yerde Ne Varsa Onundur
Şefaat:
Allah Herşeyi Bilendir:
Allah'ın Dilediğinden Başka Birşey
Bilemezler:
Bu Ayetin Fazileti:
Yüce Allah'ın:
"Allah (ibadete layık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilah yoktur.
Hayydır, Kayyumdur ... " İşte bu, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin en üstünü, en
büyük ayet olan Ayetü'I-Kürsi'dir. Nitekim Fatiha Süresi'nde buna dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu ayet geceleyin nazil olmuş, Peygamber
(s.a.v.) da Hz. Zeyd'i çağırmış o da bu ayeti yazmıştır.
Muhammed b.
el-Hanefiyye'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ayetü'I-Kürsı nazil
olduğunda dünyada ne kadar put varsa yıkıldı. Aynı şekilde dünyada ne kadar
hükümdar varsa yıkıldı, başlarından taçları düştü. Şeytanlar bir diğerine
çarparak kaçtılar. Nihayet İblis'in huzuruna vardılar. Durumu ona haber
verdiler. Onlara bunun sebebini araştırmalarını söyledi. Medine'ye geldiler,
Ayetü'l-Kürsı'nin nazil olduğunu haber aldılar.
Hadis imamları Ubey b.
Ka'b'dan şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Ey Ebu'l-Münzir, Allah'ın Kitabından ezberlediklerin arasında
en büyük ayetin hangisi olduğunu biliyor musun? Ubeyy dedi ki: Allah ve Resülü
en iyi bilendir, dedim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebu'l-Münzir! Allah'ın
Kitabından ezberlediklerin arasında en büyük ayetin hangisi olduğunu biliyor
musun?" Ubeyy dedi ki: Ben: "Allah (ibadete layık olan yalnız O'dur)
O'ndan başka ilah yoktur, Haydır, Kayyumdur" dedim. Göğsüme vurdu ve:
"İlme kana kana doyasın ey Ebu'l-Münzir" dedi. Ebu Abdullah Tirmizı
el-Hakim şunu da ilave eder: "....Nefsim elimde olana yemin olsun.
Muhakkak bu ayet-i kerımenin bir dili ve iki dudağı vardır. Bunlarla Arşın
bacağı yanında melik olan Allah'ı takdis eder."
Ebu Abdullah dedi ki: Bu
Yüce Allah'ın inzal buyurduğu bir ayet-i kerımedir. Bu ayeti okuyana sevabını
Allah dünyada da ahirette de verir. Dünyadaki sevabı şudur: Bu ayet-i kerıme
okuyanı afetlerden koruyucudur. Bize Nevf el-Bikali'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Ayetü'l-Kürsı Tevrat'ta veliyetullah diye bilinir. Şunu söylemek
istiyor: Bu ayeti okuyan göklerin ve yerin melekütunda "aziz" diye
çağrılır. Dedi ki: Abdurrahman b. Avf evine girdiği vakit, evinin dört köşesinde
ayetü'l Kürsı'yi okurdu. Yani adeta o bununla evinin dört tarafından da
kendisine koruyuculuk etmesinin ve evinin köşelerinde bulunan şeytanları sürüp
çıkarmasının yolunu arar gibiydi.
Hz. Ömer'den rivayet
edildiğine göre o cinden birisiyle güreşmiş ve Hz. Ömer onun sırtını yere
yıkmıştı. Cinlerden olan Hz. Ömer'e dedi ki: Beni serbest bırak ki ben de sana
kendisiyle bize karşı korunacağınız birşey öğreteyim. Hz. Ömer onu bıraktı ve
ne olduğunu sorunca şöyle dedi: Sizler bizden Ayetü'l-Kürsı ile korunursunuz.
Derim ki: Bu doğrudur.
Gelen haberde şöyle denilmektedir: Her kim Ayetü'l-Kürsıyi her namazın akabinde
okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celal ve ikram sahibi (olan Allah) olur.
Allah'ın peygamberleriyle birlikte şehid düşene kadar çarpışan kimse gibi olur.
Ali (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Peygamberimizin (salat ve
selam ona) minberin tahtaları üzerinde şöyle buyurduğunu işittim: "Her kim
her bir namazın akabinde Ayetü'l-Kürsıyi okursa onun cennete girmesini ölüm
dışında hiçbir şey engellemez. Bu ayet-i kerımeyi sıddık veya abid olandan
başkası okumaya devam etmez. Yatağına çekildiği vakit kim bu ayeti okursa Allah
o kimsenin canına, komşusuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere eman
verir."
Buhari'de Ebu
Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasülullah (s.a.v.) beni Ramazan
zekatını (fıtır sadakasını) korumakla görevlendirdi. Daha sonra Ebu Hureyre bir
olayanlattı, bu olayda şunlar da geçmektedir: Ey Allah'ın Resulü, dedim. O
(şeytan), Allah'ın kendisi vasıtasıyla bana fayda vereceği birtakım kelimeler
öğreteceğini söyledi. Bunun üzerine ben de onu serbest bıraktım. Hz. Peygamber:
"Nedir onlar?" diye sorunca şöyle dedim:
Bana dedi ki: Yatağına
çekildiğin vakit başından itibaren sonuna kadar Ayatü'l-Kürsi'yi "Allah (ibadete
layık olan yalnız O'dur) O'ndan başka ilah yoktur, Haydır, Kayyumdur .. "
ayetini oku. Ve bana dedi ki: Sabahı edene kadar Allah tarafından senin
üzerinde bir koruyucu bulunur ve sana bir şeytan yaklaşmaz. Ashab-ı kiram her
şeyden çok hayra tutkun kimselerdi. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "O çok
yalancı olmakla birlikte bunda sana doğru söylemiştir. üç günden beri kiminle
muhatab olduğunu biliyor musun ey Ebu Hureyre?" Ebu Hureyre: Hayır dedi.
Hz. Peygamber: "O bir şeytandır" diye buyurdu.
Ebu Muhammed
ed-Darimi'nin Müsnedınde de şöyle denilmektedir: eşŞa'bi dedi ki: Abdullah b.
Mesud dedi ki: Muhammed (s.a.v.)'ın ashabından bir adam cinlerden birisiyle
karşılaştı. Onunla güreşti, insan cinni yere yıktı. İnsan ona dedi ki: Ben seni
oldukça zayıf, ufak tefek görüyorum. Kolların adeta bir köpeğin kolunu
andırıyor. Siz cinler böyle misiniz, yoksa aralarında yalnız sen mi böylesin?
Hayır, Allah'a yemin ederim ben onlar arasında iriyarı birisi sayılırım. Fakat
benimle ikinci bir defa daha güreş yap. Şayet beni yıkarsan sana faydalı olacak
birşey öğretirim. İnsan: Peki dedi, bir daha onu yere yıktı. Cin dedi ki:
Ayetü'l-Kürsi'yi yani: "Allah (ibadete layık olan yalnız O'dur). O'ndan
başka ilah yoktur, Haydır, Kayyümdur," ayetini okumasını biliyor musun? O
da: Evet, dedi. Cin dedi ki: Sen bu ayeti bir evde okudun mu mutlaka şeytan
oradan eşeğin kokusu gibi bir koku yayarak kaçar, gider. Sonra da sabahı edene
kadar bir daha oraya girmez.
Bu hadisi Ebu Nuaym, Ebu
Asım es-Sakafi'den o eş-Şabi'den rivayet etmiştir. Ebu Ubeyde de bu hadisi Hz.
Ömer yoluyla gelen hadislerdeki garip lafızları zikrederken kaydeder. Der ki:
Bize bu hadisi Ebu Muaviye Ebu Asım es-Sakafi'den o eş-Şabi'den o Abdullah'tan
rivayetle dedi ki: Abdullah'a: O kimse Ömer midir? diye soruldu o da: Ömer'den
başka kim olabilir? diye cevap vermişti, Ebu Muhammed ed-Darimi der ki:
"el Habec" kelimesi rüzgar demektir. Ebu Ubeyde ise bu kelime osuruk
demektir, der.
Tirmizi de Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Her kim Ha, mim (diye başlayan) el-Mü'min Süresi'ni (40, süre)
"dönüş yalnız Onadır" (40/3) buyruğuna kadar ve Ayetü'I-Kürsi'yi
sabahı edince okuyacak olursa bunlar sebebiyle akşama kadar korumır. Her kim
bunları akşamı edince okursa bunlar sebebiyle sabahı edinceye kadar
korunur," (Tirmizi) dedi ki: Garib bir hadistir.
Ebu Abdullah et-Tirmizi
el-Hakim dedi ki: Rivayet edildiğine göre mü'minler her namazın akabinde bu
ayeti okumaya devam etmeye teşvik olunmuşlardır, Enes hadis-i şerifi Peygamber
(s.a.v.)'e ref' ederek dedi ki: "Yüce Allah Müsa (a.s)'a şunu vahyetti:
Her kim her namazın akabinde Ayetü'I-Kürsiyi okumayı sürdürürse ben de
şükredenlere verdiğimden fazlasını; peygamberlerin ec rini sıddikların
amellerini veririm. Sağımı rahmet ile üzerine yayanın, onu cennetime koymamı
engelleyen ise ölüm meleğinin ona gelişinden başkası değildir. (Yani hayatta
oluşudur)." Hz. Müsa dedi ki: Rabbim, bunu işiten buna devam etmez mi?
Şöyle buyurdu: "Ben bunu kullarım arasından ancak bir peygambere yahut bir
sıddika yahut sevdiğim bir kimseye ya da yolumda öldürülmesini istediğim bir
kimseye veririm. ,.
Ubey b, Ka'b'dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah buyurdu ki: Ey Müsa her namazın
akabinde Ayetü'I-Kürsiyi okuyana peygamberlerin sevabını veririm. Ebu Abdullah
(et-Tirmizi el-Hakim) dedi ki: Bana göre bunun manası şudur: Ben ona
peygamberlerin amellerinin sevabını veririm, Peygamberlik sevabı ise
peygamberlerden başka kimseye verilmez,
Bu ayet-i kerime tevhidi
ve Yüce sıfatları ihtiva etmektedir. Elli kelimedir.
Her bir kelime de elli
tane bereket vardır, Kur'an-ı Kerim'in üçte birine denktir. Bu konuda hadis-i
şerif varid olmuştur. Bunu da İbn Atiyye zikretmiştir.
"Allah" lafzı
mübtedadır. "İlah yoktur" ikinci bir mübtedadır. Bunun haberi de
mahzuf olup takdiri; O'ndan başka bir ma'bud veya ibadete layık bir varlık
yoktur, şeklindedir.
"O'ndan başka"
buyruğu ise "ilah yoktur" buyruğundan bedeldir. "Allah ...
O'ndan başka ilah yoktur" buyruğu mübteda ve haberdir de denilmiştir. Ve
bu buyruk da manaya yorumlanarak merfu kabul edilir. Yani O'ndan başka ilah
yoktur, demektir. Kur'an-ı Kerim'in dışında: "O'ndan başka ilah
yoktur" denilerek istisna olmak üzere nasbedilmesi caizdir. Ebu Zer uzunca
rivayet ettiği hadisinde şöyle demektedir: Rasülullah (s.a.v.)'a şunu sordum:
Yüce Allah'ın senin üzerine indirdiği Kur'an-ı Kerim'in en büyük ayeti
hangisidir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah (ibadete layık olan yalnız
O'dur), O'ndan başka ilah yoktur; Haydır, Kayyumdur."
İbn Abbas dedi ki: Kur'an-ı
Kerim'de en şerefli ayet, Ayetü'I-Kürsi'dir. Kimi ilim adamı da şöyle demiştir:
Çünkü bu ayet-i kerimede Yüce Allah'ın adı, kimi yerde zamir kimi yerde zahir
olarak onsekiz defa tekrarlanmaktadır.
Hayy ve Kayyum:
"Hayydır,
Kayyumdur." Bunlar aziz ve celil olan Allah lafzına sıfattır.
"O"ndan bedel
de olabilir, haberden sonra bir haber daha olabilir. Mahzuf bir mübteda takdir
de edilebilir. Kur'an-ı Kerim'in dışında övgü kastıyla nasbedilmesi de
mümkündür.
"Hayy" Yüce
Allah'a ad olarak verilen güzel isimlerden birisidir. Allah'ın İsm-i Azamı
olduğu da söylenir. Denildiğine göre Meryem oğlu Hz. İsa (a.s) ölüleri
diriltmek istediğinde: Ya Hayy ya Kayyüm, diye dua edermiş.
Yine denildiğine göre
Berhiyaoğlu Asaf, Belkıs'ın tahtını Hz. Süleyman'a getirmek istediğinde:
"Ya Hayy ya Kayyüm" diye dua etmiştir. İsrailoğullarının Hz. Müsa'ya
Allah'ın İsm-i Azamının hangisi olduğunu sordukları, Hz. Musa'nın da: Onların
Eyaheya, Şeraheya yani ya Hayy ya Kayyüm olduğunu söylemiş, denilmektedir.
Yine söylendiğine göre
denizde yaşayanlar boğulmaktan korktukları vakit böyle dua ederler. Taberı bazı
kimselerden şunu nakletmektedir: Allah hakkında Hayydır, Kayyumdur -kendisini
vasfettiği gibi- denilir. Ve bunun üzerinde düşünüp durmaksızın O'na havale
edilir.
Yine denildiğine göre
Yüce Allah kendisini "Hayy" diye adlandırması, işleri uygun yerlerine
göre idare ettiğinden ve eşyayı miktarlarıyla takdir ettiğinden dolayıdır.
Katade der ki: Hayy ölmeyen demektir. es-Süddi der ki:
Hayy, baki kalan
demektir. Lebid der ki: "Sim bugün benim sağlıklı sabahı ettiğimi görsen
dahi, Kilab ve Cafer (oğullarından) daha ileri bir hayatta (kalıcı)
değilim."
Denildiğine göre bu
isim, Allah'ın İsm-i Azamıdır.
"Kayyum"
(kalktı anlamına gelen: (...) den gelmektedir. Yani yarattığı şeyleri idare
eden demektir. Bu açıklama Katade'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: Amelinin
karşılığını vermek üzere her nefsin kazandığını gözeten demektir. Çünkü O, onu
bilendir ve onun yaptıklarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. İbn Abbas da der
ki: Asla değişmeyen ve zeval bulmayan demektir. Umeyye b. Ebi's-Salt der ki:
"Yaratılmamıştır gök ve yıldızlar Güneş ve onunla beraber duran ay O'nu
Müheymin ve Kayyum olan takdir etmiştir Haşir cennet ve ebedi nimetler Ancak
çok büyük bir iş için (yaratılmışlardır)."
el-Beyhaki der ki: Ben
İsmail ed-Darir'e ait Uyunu't-Tefsir'de "el-Kayyum"'un açıklamasıyla
ilgili olarak şunları gördüm: İsmail ed-Darir dedi ki: Bunun açıklamasıyla
ilgili olarak o uyumayandır da denilmiştir. Adeta bu anlamı daha sonra Ayetü'l-Kürsı'de
geçen: "O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" buyruğundan bu
manayı çıkarmış gibidir.
el-Kelbi de der ki:
Kayyum başlangıcı olmayan kimse demektir. Bunu da Ebu Bekr el-Enbarı
zikretmiştir.
"Kayyum"un
aslı (...) dır. "Vav" ile "ya" bir araya gelmiş ve onlardan
birisinden önce de sakin bir harf gelmiştir. O bakımdan "vav",
"ya" harfine dönüştürüldükten sonra birincisi ikincisine idğam
edilerek "kayyum" haline gelmiştir. "Kayyum" kelimesi, "fa'ul"
vezninde "asli vav" ile kullanılmaz. Çünkü o taktirde
"Kavum" şeklinde kullanılması gerekir.
İbn Mes'ud, Alkame,
el-A'meş ve en-Nehai "el-hayyu'l-kayyam" diye okumuşlardır. Bu
okuyuş, Hz. Ömer'den de rivayet edilmiştir. Dilciler arasında
"kayyüm" kelimesinin Araplar tarafından daha çok tanındığı, bina
(kelime çatısı) bakımından daha sahih ve illet harfi daha bir tesbit edilmiş
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. "el-Kayyam" kelimesi ise
"el-kavvam"dan nakledilmiştir. Bu ise "fa'al veznini kullanmayıp
"fey'al" veznini kullanmaya yönelmek demektir. Savvağa, sayyağ
(kuyumcu) denildiği gibi. Şair der ki:
"Muhakkak arşın
sahibi insanlara rızık verendir O haydır ve onlara kayyumdur."
Uyumaz, Uyuklamaz:
Daha sonra Yüce Allah
("O'nu ne bir uyukIama alır, ne de bir uyku" buyruğunda) zatını
uykunun ve uyuklamanın almayacağını belirtmektedir.
es-Sine: Herkesin
açıklamasına göre uyuklama demektir. Uyuklama ise gözde olan bir haldir. Kalpte
sözkonusu oldu mu ona uyku denilir. Adiyy b. er-Ruka' uyuklamaktan dolayı
gözkapaklarına hakim olamayan bir kadını anlatırken şöyle der: "Uyuklayan
(bir ceylan) ki uyuklama onu bürümüştür. O bakımdan, Gözlerine bir uyuklama
karıştı, halbuki o uyumuyor."
el-Mufaddal ise
"sine" ile uyuklama (nuas) arasında fark gözeterek der ki: Sine
uykunun baştaki etkisi, nuas gözdeki etkisi, uyku (nevm) ise kalpteki
etkisidir.
İbn Zeyd de der ki:
Vesnan, uykudan uyanıp henüz aklı başına gelmemiş kimsedir. Öyle ki kendi aile
halkına kılıç dahi çekebilecek durumdadır.
İbn Atiyye der ki: İbn
Zeyd'in bu söylediği su götürür. Arapların dilinden böyle birşey
anlaşılmamaktadır. es-Süddı der ki: Sine: Yüzde etkisini gösteren uyku
rüzgarıdır. Bunun sonucunda insan uyuklar.
Derim ki: Özetle sine
(uyuklama) insanı bürüyen bir füturdur. Fakat kişi bu hal ile birlikte de
büsbütün aklını kaybetmez. Bu ayet-i kerime ile anlatılmak istenen de şudur:
Şanı Yüce Allah'a, hiçbir durumda herhangi bir halel, herhangi bir usanç ve
takatsizlik gelip, çatmaz.
(...)'ın aslı (...)
kelimesidir. (...) kelimesinden hazfedildiği gibi buradan da "vav"
hazfedilmiştir.
Nevm (uyku) ise insanlar
hakkında zihni gücün ortadan kalktığı ağır haldir. "Vav" harfi atıf
içindir, (olumsuzluk edatı olan: (...) da te'kid içindir.
Derim ki: Bu konuda Ebu
Hureyre (r.a)'dan şöyle dediğini zikrederler: Rasülullah (s.a.v.) minberi
üzerinde Hz. Müsa'dan söz ederek dedi ki: "Musa'nın içinden şanı Yüce
Allah uyur mu diye bir düşünce geçti. Allah ona bir melek gönderdi. üç gün
süreyle ona uyuma imkanı vermedi.
Daha sonra ona her bir
eline bir şişe olmak üzere iki şişe verdi ve bunları iyice korumasını emretti.
Hz. Musa uyumaya başladı. Elleri nerdeyse birbirine kavuşacak gibi olunca
uyanıyor, bu sefer birini ötekinden uzaklaştırıyordu. Nihayet uykuya daldı ve
elleri birbirine çarpınca şişeler kırıldı. İşte Allah böylelikle ona bir misal
vermiş oldu. Eğer Allah uyusaydı gökler ve yer bu şekilde durmazlardı."
Bu hadis sahih değildir.
Aralarında Beyhakı'nin de bulunduğu birden çok kimse zayıf olduğunu
belirtirler.
Göklerde ve Yerde Ne
Varsa Onundur
"Göklerde ve yerde
ne varsa hepsi yalnız O'nundur." Yani O'nun müIküdür. O hepsinin mutlak
maliki ve Rabbidir. Göklerde ve yerde bulunanlar arasında akıl sahibi varlıklar
da bulunmakla birlikte (akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılan)
edatın kullanılması maksadın genel ve bütün varlıklar oluşundan dolayıdır.
Taberi der ki: Bu ayet-i keri'me kafirler: "Biz bunlara ancak bizleri
Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.'' (ez-Zumer, 3) demeleri üzerine
nazil olmuştur.
Şefaat:
"Onun izni ile olmaksızın
nezdinde kim şefaat edebilir?" buyruğunda (...) mübteda olarak merfudur.
(...) de onun haberidir. (...) ise (...) ın sıfatıdır. Bedel de kabul
edilebilir. Zaid olduğu da kabul edilebilir.
Bu ayet-i keri'mede Yüce
Allah'ın dilediği kimselere şefaat izni vereceği belirtilmektedir. Bunlar ise
peygamberler, alimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah'ın
kendilerine ikramda bulunduğu ve şereflendirdiği kimselerdir. Ayrıca bunlar
ancak Allah'ın razı olacağı kimselere şefaat edebileceklerdir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun razı olacağı kimselere
şefaat edebilirler.'' (el-Enbiya, 28)
İbn Atiyye der ki: Zahir
olan şu ki: İlim adamları ve salih kimseler cehenneme varmayan fakat iki mevki
arasında (cennet ile cehennem arasında) bulunan kimseler veya cehenneme varıp
da salih amellerde bulunan kimseler hakkında şefaat edebileceklerdir.
Buhari"de de: "Allah'ın görüleceği ne dair diğer rivayetler"
ünvanlı bir bab'da şöyle denilmektedir: Mü'minler şöyle derler: Rabbimiz,
kardeşlerimiz bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle birlikte oruç
tutuyorlardı. Bu ise yakınlığı olanlar hakkında bir şefaattir. Nitekim cennet
kapısında yere yapışıp kalmış küçük çocuğun şefaati de böyle olacaktır.
Bu tür şefaat ancak
akrabaları ve tanıdıkları kimseler hakkında olur.
Peygamberler ise iman
dışında herhangi bir akrabalık ve tanıma sebebi olmaksızın, birtakım günahlar
sebebiyle asi olan ümmet fertlerinden cehenneme gitmiş kimseler hakkında şefaat
edeceklerdir. Bundan sonra ise rahmetlilerin en merhametlisinin günahlara
batmış, hatalara bulanmış ve peygamberlerin şefaatlerinin haklarında etkili
olmadığı kimselere yapacağı şefaat kalır. Muhammed (s.a.v.)'ın hesabın daha
çabuk görülmeye başlanması için yapacağı şefaat ise ona has bir şefaattir.
Derim ki: Müslim, Sahih
ınde şefaatin keyfiyetini doyurucu bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sanki o
(İbn Atiyye) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu bölümü ve şefaat edeceklerin
cehenneme girip oradan azabı hak etmiş birtakım kimseleri çıkartacaklarına dair
ifadeleri okumamış gibidir. Buna göre mü'minlerin iki türlü şefaatlerinin
olması uzak değildir: Birisi cehenneme ulaşmamış kimseler hakkındaki
şefaatleri, diğeri ise cehenneme ulaşmış ve oraya girmiş kimseler hakkındaki
şefaatleri. Allah bizi oradan muhafaza buyursun.
Müslim, Ebu Said
el-Hudrı yoluyla gelen hadis-i şerifte şunları zikretmektedir: " ... daha
sonra cehennemin üzerine köprü kurulur ve artık şefaat helal olur (Köprüden
geçecek olanlar) derler ki: Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver."
Ey Allah'ın Resulü, köprü dediğin nedir, diye sorulunca şöyle buyurur:
"Oldukça kaygan ve kaydırıcıdır. Orada çekip alan kancalar, askılar ve
es-sa'dan denilen dikencikleri bulunan Necid'de olan bir diken (kanca) vardır.
Mü'minler (köprünün üzerinden) göz açıp kırpmak gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi,
kuş gibi, en iyi atlar ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi afiyetle
kazasız belasız kurtulur. Kimisi ise yaralı olarak serbest bırakılmış olur.
Kimisi ise cehennem ateşine yüzüstü yıkılır. Nihayet mü'minler cehennemden
kurtulunca nefsim elinde olana yemin ederim ki, kıyamet gününde cehennemde
bulunan kardeşleri için mü'minlerden hakkın alınması hususunda Allah'a sizden
daha çok yalvarıp yakaracak kimse yoktur. Derler ki: Rabbimiz, bizimle birlikte
oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Onlara: Tanıdığınız kimseleri
çıkartın, denilir. Bunun üzerine onların suretleri cehenneme haram kılınır.
Cehennemden pek çok kimseyi çıkartırlar. Ateş kimisinin bacaklarının ortasına
kadar, kimisinin dizkapaklarına kadar varmıştır. Sonra şöyle derler: Rabbimiz,
orada bize kendisini çıkartmak üzere emrettiğin bir kimse kalmadı. Aziz ve
celil olan Allah buyurur ki: Dönünüz kalbinde bir dinar ağırlığı kadar hayır
namına bulduğunuz kimseleri de çıkarınız. Yine bunun üzerine pek çok kimseyi
çıkarırlar. Sonra da şöyle derler: Rabbimiz, bize çıkartmamızı emrettiklerinden
herhangi bir kimse bırakmadık. Sonra yine buyurur: Dönünüz, kalbinde hayır
adına bir dinarın yarısı ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek
çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada bize emrettiğin
kimselerden kimseyi bırakmadık. Sonra yine buyurur: Geri dönünüz, kalbinde
hayır namına zerre ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok
kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada hayır diye birşey
bırakmadık." Ebu Said şöyle dermiş: Eğer bu hadis-i şerifi işittiğim
hususunda beni tasdik etmiyor iseniz, o vakit dilerseniz Yüce Allah'ın şu
buyruğunu okuyunuz: "Muhak kak Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Eğer
bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir
mükafat verir.'' (en-Nisa, 40); "Yüce Allah buyurur ki: Melekler şefaat
etti. Peygamberler şefaat etti, mü'minler şefaat etti, geriye
Erhamü'r-Rahimin'den başka (şefaat edecek) kimse kalmadı. Bunun üzerine
cehennemden bir avuç alır ve oradan hayır namına hiç birşey amel etmemiş ve
kömüre dönüşmüş bir topluluk çıkartır." Ve daha sonra da hadisin geri
kalan kısmını zikreder.
Enes'in Peygamber
(s.a.v.)den rivayet ettiği hadisi de şöylece zikreder: " ...
Derim ki: Rabbim, la
ilahe illallah diyen kimseler hakkında bana (şefaat için) izin ver. O, bu sana
ait değildir, der. İzzetim, kibriyam, azametim ve ceberrutum hakkı için la
ilahe illallah diyen kimseyi mutlaka çıkartacağım."
Ebu Hureyre (r.a)
yoluyla gelen hadiste de Hz. Peygamber'in şu buyruklarını nakleder: " ..
nihayet kullar arasında hüküm vermeyi bitirip rahmetiyle cehennemliklerden
çıkarmayı murad ettiğini çıkarmak dileyeceğinde meleklere: Cehennemden Allah'a
hiçbir şeyi şirk koşmayan ve Yüce Allah'ın la ilahe illallah diyenler arasından
merhamet buyuracağı kimseleri çıkarmalarını emreder. Melekler bunları
cehennemde tanıyacaklardır. Secdenin izlerinden onları tanıyacaklar. Ateş,
Ademoğlunu secde izleri bulunan yerler hariç yer. Allah ateşe secdenin iz
bıraktığı yerleri yemeyi haram kılmıştır." Hadisi uzun uzadıya kaydeder.
Derim ki: İşte bu
hadis-i şerifler mü'minlerin ve başkalarının mesela, peygamberler şefaatinin
cehenneme girmiş ve orada yer etmiş kimseler hakkında sözkonusu olacağını
göstermektedir. Allah bizi onun azabından muhafaza buyursun. İbn Atiyye'nin:
"Cehenneme henüz ulaşmamış .. veya ulaşmış da .. " şeklindeki
sözlerini başka birtakım hadislerden almış olması ihtimali vardır. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
İbn Mace de Sünenınde
Enes b. Malik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasülullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Kıyamet günü insanlar -(hadisin ravilerinden İbn Numeyr ise
cennet ehli- demiştir) saflar halinde dizilirler. Cehennem halkından birisi bir
diğerinin yanından geçer, ona der ki: Ey filan, hani bir gün su istemiştin de
ben de sana bir içimlik su vermiştim; hatırlamaz mısın? Buna şefaat eder. Yine
bir adam birisinin yanından geçer ve ona: Hani bir gün sana abdest almak üzere
yardımcı olduğumu hatırlamıyor musun? der, o da ona şefaatçi olur. -İbn Numeyr
dedi ki-: Ey filan der, hani bir gün beni şu şu ihtiyaç için gönderdiğini ben
de senin o ihtiyacın için gittiğimi hatırlamıyor musun der, o da ona şefaat
eder." Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'ın şefaatlerine gelince; bunun
hakkında farklı görüşler vardır. Bunların üç tane, iki tane olduğu söylendiği
gibi beş tane olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar Yüce Allah'ın
izniyle Subhan (İsra) Suresi'nde (79. ayet 3. başlıkta) gelecektir. Ayrıca buna
dair açıklamalarımızı "et-Tezkire'' adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz.
Allah'a hamdolsun.
Allah Herşeyi
Bilendir:
"O, önlerindekini
de, arkalarındakini de bilir" buyruğunda zamirler Yüce Allah'ın:
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur" buyruğunun ihtiva
ettiği aklı eren bütün varlıklara aittir.
Mücahid der ki:
"Önlerindekini" dünyayı, "arkalarındakini" de ahireti
"bilir" demektir. İbn Atiyye de der ki: Bütün bunlar özü itibariyle
doğrudur, bir mahzuru yoktur. Çünkü "önde" insanın önünde olan herşey
"arka" ise ondan sonra gelen herşey demektir. Mücahid'in açıklamasına
yakın açıklamaları es-Süddı ve başkaları da yapmıştır.
Allah'ın Dilediğinden
Başka Birşey Bilemezler:
"O'nun ilminden
kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar" buyruğunda geçen
"ilim" ma'lum (bilinen şey) anlamındadır. Yani onlar Allah'ın
bildiklerinden hiçbir şeyi kuşatamazlar. Bu, Hızır (a.s)'ın Musa (a.s)'a, kuş
denizden suyu gagalayınca söylediği şu söze benzer: "Benim de ilmim, senin
de ilmin Yüce Allah'ın ilminden (malumatından) ancak bu kuşun bu denizden
eksilttiği kadarını eksiltir." Bu ve benzeri ifadeler, malumata racidir.
Çünkü zatının bir sıfatı olan şanı Yüce Allah'ın ilmi asla bölünme, parçalanma
kabul etmez. Ayet-i kerımenin (bu bölümünün) anlamı ise, Allah'ın bilmesini
dilediği şey dışında hiçbir kimse, hiçbir şeyi bilemez, öğrenemez demektir.
Allah'ın Kürsisi:
O'nun Kürsisi gökleri ve
yeri kuşatmıştır." İbn Asakir, Tarihinde Ali (r.a)'dan şöyle dediğini
kaydetmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Kürsı bir incidir, kalem
de bir incidir. Kalemin uzunluğu yediyüz yıl(lık bir mesafe) Kürsinin uzunluğu
ise Allah'tan başkasının bilemeyeceği kadardır."
Hammad b. Seleme de Asım
b. Behdele'den -ki bu Asım b. Ebi'n-Nucud'dur- o Zir b. Hubey'ten o İbn
Mesud'dan rivayetle dedi ki: Her iki sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe,
yedinci sema ile Kürsı arasında beşyüz yıllık bir mesafe, Kürsı ile Arş
arasında da beşyüz yıllık bir mesafe vardır. Arş ise suyun üstünde, Allah da
Arşın üstündedir. Sizin neyin içinde ve neyin üzerinde olduğunuzu bilir."
Kürsı ve Kirsı de
denilebilir. Çoğulu kerası gelir.
İbn Abbas der ki:
Allah'ın Kürsısi onu ilmi demektir. Taberi de bunu tercih etmiştir. Taberi der
ki: İlmi ihtiva eden el-kürrase (yazılı kağıt) da burdan gelmektedir. İlim
adamlarına el-Kerası denilmesi de burdan gelmektedir. Çünkü bu konuda
kendilerine güvenilen kimseler bunlardır. Nitekim "evtadu'I-arz"
(yeryüzünün kazıkları) da denilmektedir.
Şair der ki: "Ak
yüzlü kimseler onların etrafında toplanır ve Büyük olaylar gelip çattığı zaman
bu olayları bilenler (kerasi)den bir topluluk da."
Bir görüşe göre de
Allah'ın Kürsı'si kendisiyle gökleri ve yeri tuttuğu kudreti demektir. Nitekim
günlük konuşma esnasında: Şu duvara bir kürsı yap, denildiği zaman, duvarı
destekleyecek birşey yap denmek istenir. Bu da İbn Abbas'ın: "Onun Kürsisi
... kuşatmıştır" buyruğuna dair açıklamalarına yakındır. el-Beyhakı der
ki: İbn Mes'ud'dan ve Said b. Cübeyr yoluyla İbn Abbas'tan Yüce Allah'ın:
"O'nun Kürsisi .. kuşatmıştır" buyruğu hakkında: O'nun ilmidir
dediğini rivayet ettik.
İbn Abbas'tan ve
başkalarından gelen sair rivayetler de bununla Arş ile beraber ün kazanmış
Kürsı'nin kastedildiğine delalet etmektedir.
İsrail, es-Süddı'den, o
Ebu Malik'ten Yüce Allah'ın: "O'nun Kürsi'si gökleri ve yeri
kuşatmıştır" buyruğu hakkında Ebu Malik'in şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Yedinci arzın üzerinde bulunduğu ve bütün mahlukatın kenarında
olduğu kayanın üzerinde dört tane melek vardır. O meleklerden her birisinin
dört yüzü vardır. Biri insan yüzü, biri aslan yüzü, biri öküz yüzü, öbürü de
kartal yüzüdür. Bu melekler, o kayanın üzerinde ayakta bütün yerleri ve
semaları kuşatmış olarak dururlar. Başları Kürsi'nin altında, Kürsi Arşın
altında Allah da kendi Kürsısini arşın üzerinde koymuştur. el-Beyhakı der ki:
Bunda iki tane Kürsıye işaret vardır. Birincisi Arşın altında diğeri ise Arşın
üstüne konulmuş durumdadır.
Esbat'ın, es-Süddı'den,
onun da Ebu Malik'ten yaptığı rivayet ile Ebu Salih'in İbn Abbas'tan ve Murre
el-Hemedanı'nin İbn Abbas'tan, yine Murre el-Hemedani'nin İbn Mesud'dan
Resulullah (s.a.v.)'ın ashabının birtakım kimselerden Yüce Allah'ın:
"O'nun Kürsı'si gökleri ve yeri kuşatmıştır" buyruğu hakkında şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Gökler ve yer Kürsı'nin içindedir. Kürsı ise Arşın
önündedir.
İnkarcı kimseler bu
rivayetleri mülkün azametine ve saltanatın celaline hamlederler, Arşın ve
Kürsı'nin varlığını inkar ederler. Ancak bu birşey ifade etmez. Hak ehli ise
bunların varlıklarını caiz kabul ederler. Çünkü Yüce Allah'ın kudreti geniştir.
Buna iman etmek icabeder.
Ebu Musa el-Eş'arı der
ki: Kürsı iki kademin konulduğu yerdir. Kürsınin deve üstüne konulan semerin
gıcırtısı gibi bir gıcırtısı vardır. el-Beyhakı dedi ki: Biz yine bu hususta
İbn Abbas'tan rivayet ettik ve zikrettik ki bunun anlamı; rivayet olunduğuna
göre, Kürsı'nin Arşa göre konumu, iki ayağın konulduğu yerin tahta göre konumu
gibidir. Ancak bunda Yüce Allah hakkında bir mekan isbatı sözkonusu değildir.
İbn Bureyde'den, onun da
babasından şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ca'fer (b. Ebi Talib)
Habeşistan'dan geldiğinde Resulullah (s.a.v.) ona şöyle sordu: "Gördüğün
en hayret verici şey nedir?" Başının üzerinde yiyecek dolu bir zenbil
bulunan bir kadın gördüm. Bir atlı gelip o yiyeceğini dağıttı. Kadın da oturup
onu toplamaya başladı. Sonra da o adama dönüp şöyle dedi: Melik'in Kürsı'sini
koyup mazlumun zalimdeki hakkını alacağı günde vay haline! Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.) o kadının söylediği sözü tasdik etmek üzere şöyle buyurdu:
"Zayıfın hakkını, güçlüsünden alamadığı bir ümmet takdis olunmaz. -Yahut
nasıl takdis olunabilir?-" diye buyurdu.
İbn Atiyye der ki: Ebu
Musa'nın: "Kürsi iki kademin konulduğu yerdir" sözü ile anlatmak
istediği şudur: Kürsı, Rahman olan Arşa göre kralların tahtlarının önünde
bulunan, ayakların konulduğu yere benzer. Bu Arşın önünde oldukça büyük bir
yaratıktır. Kürsınin Arşa nisbeti, yine Kürsı'nin hükümdarın (tahtı önünde
bulunan ve ayaklarını koyduğu yerin) tahtına olan oranı gibidir.
el-Hasen b. Ebi'l Hasen
der ki: Kürsı, arşın bizzat kendisidir. Ancak bu beğenilen bir görüş değildir.
Hadis-i şeriflerin gerektirdiği ise Kürsi'nin Arşın önünde bulunan bir yaratık
olduğudur ve Arş ondan daha büyüktür.
Ebu İdris el-Havlanı,
Ebu Zerr'den şöye dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Resulü dedim. Sana
indirilen hangi buyruk daha büyüktür. o: "Ayetü'l-Kürsı" dedi. Daha
sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebu Zerr, yedi göğün Kürsı'ye göre oranı ancak
geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsı'ye üstünlüğü
ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan üstünlüğü gibidir." Bunu
el-A'currı Ebu Hatim el-Büsti, Sahih Müsned'inde ve elBeyhakı rivayet etmiş,
onun sahih olduğunu belirtmiştir.
Mücahid der ki: Gökler
ve yer Kürsı içerisinde ancak geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka
durumundadır.
Bu ayet-i kerime Yüce
Allah'ın mahlukatının büyüklüğünü haber vermektedir. Bundan ise aziz ve celil
olan Allah'ın kudretinin azameti anlaşılır. Çünkü bütün bu büyük şeyleri
korumak, O'na ağır gelmez.
"Onları koruması
O'na ağır gelmez." O'na zor gelmez, meşakkat vermez.
İbn Abbas, Katade ve
başkaları bunu böylece tefsir etmişlerdir. ez-Zeccac der ki: Burada
"ona" buyruğundaki zamirin Allah'a ait olması da mümkündür, Kürsı'ye
ait olması da mümkündür. Şayet Kürsi'ye ait olursa o takdirde bu, Allah
tarafından verilmiş bir emir dolayısıyla olur.
"O Aliydir."
Bununla kadrin ve konumun yüksekliği anlatılmak istenir. Mekan itibariyle
yükseklik değil. Çünkü Yüce Allah mekan tutmaktan münezzehtir. Taberi birtakım
kimselerden şöyle dediklerini nakletmektedir: O mekanının yaratıklarının
mekanlarından yüceliği ile bütün yarattıklarından ali (yüce) olandır.
İbn Atiyye der ki: Bu
mücessimeden olan cahil birtakım kimselerin görüşüdür. Uygun olan bu gibi görüşlerin
nakledilmemesidir. Abdurrahman b. Kurt'tan nakledildiğine göre Resulullah
(s.a.v.) İsra gecesinde yüksek sema larda: Sübhanellahil aliyyi'l a'la,
sübhanehu ve teala, şeklinde bir tesbih işitti.
el-ali ve el-ali: Eşyaya
galip gelen ve onlar üzerinde kahir olan demektir.
Araplar filan filana
üstün geldi (ala), dedikleri takdirde onu mağlub etti, kahretti, demek
isterler. Şair der ki: "Onlara üstün gelip üzerlerine kurulunca; Onları
kartallara ve kanatlarını yumup aşağı inen kuşlara (yem olsunlar diye) yere
yıkılmış halde bıraktık."
Yüce Allah'ın:
"Şüphe yok ki Firavun arzda yükseldi (üstünlük sağladı). " (el-Kasas,
4) buyruğunda da (ala) buradan gelmektedir.
"Azimdir."
Kadri, şeref ve makamı büyüktür anlamında bir sıfattır. Yoksa buradaki büyüklük
cisimlerin büyüklüğü anlamına gelmez. Taberi bazı kimselerden
"azim"in ta'zim edilen anlamına geldiğini nakletmektedir. Nitekim
"azad edilen" anlamına "el-atık" denilmektedir. el-A'şa'dan
şu beyiti de buna delil göstermektedir:
"Sanki İsfenat
denilen ve tatlı bir su karıştırılmış eski (atik) bir şarap (gibidir)'' Yine
Taberi bazı, kimselerden bu açıklamayı reddedip şöyle dediklerini
nakletmektedir: Şayet "muazzam (ta'zim edilen)" anlamına gelseydi,
mahlukatı yaratmadan önce mahlukat yok olduktan sonra "azim" olmaması
gerekirdi. Çünkü o durumda O'nu tazim edecek kimsenin varlığı sözkonusu olmaz.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN